Muamma kumkumasında bir İngiliz: Abdullah Philby
Yazımızı her ne kadar Philby’nin İslâm’ı seçmesi ve buna İngiliz yetkililerin yaklaşımı temelinde ele alacak olsak da, resmî belgelerde bir hoşnutsuzluk kaynağı olarak karşımıza çıkan Philby’nin kim olduğu, neler yaptığı gibi meselelere değinmemek yazımızı eksik bırakacak, bu bakımdan öncelikle Philby’nin tarihî şahsiyetini aydınlatmak yerinde olacaktır kanaatindeyiz.
I. Dünya Savaşı esnasında İngiliz Savaş Kabinesi, dönemin Bahriye Nâzırı Churchill’in de teşvikleriyle İngiliz savaş gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan girmesini kararlaştırmış; bu şekilde İstanbul’un işgal edilerek Osmanlı’nın hızlıca bertaraf edilmesini ve de Rusya’ya acilen mühimmat yardımı yapılmasını planlamıştı.
- Osmanlı’nın savaştan çekilmek zorunda kalması İngiltere ve Fransa’yı Almanya karşısında çok daha rahatlatacak, Rusya’ya yapılacak olan yardımla Almanya iyice kıskaca alınacak, savaş kısa zamanda İtilâf Devletleri lehine neticelenmiş olacaktı.
Fakat plan düşünüldüğü gibi gitmemiş, İngilizlerin Çanakkale’de karşılaştıkları mukâvemet onları geri çekilmeye zorlamıştı. Yapılan kara harekâtının da başarısızlıkla neticelenmesi savaşın İngilizler adına hiç de zannedildiği kadar kolay olmayacağını göstermişti. İttifak Devletleri’nce Osmanlı cephesi düşürülmek istenirken tam tersi olmuş, Rusya’ya yardımların gidememesi sebebiyle gelişen olaylar nihayet 1917 yılında Bolşevik İhtilali ile neticelenmişti.
Çanakkale’de mağlubiyet aldıkları 1915 yılının sonlarında Arabistan Cephesi’ne ağırlık veren İngilizler, Kûtu'l-Amâre’yi ele geçirmişlerdi ama hemen bir sonraki yılın başlarında Osmanlı tarafından onur kırıcı bir mağlubiyet daha almışlardı.
Cephelerde istediği neticeleri alamayan İngilizler bu tarihten sonra farklı aktörleri de devreye sokmak durumunda kalmış, Osmanlı’yı bertaraf edebilmek için onu meşgul edecek başka aktörler arayışına girmişti. Bir zamandan beri gündemde olan kimi Arap kabilelerin Osmanlı’ya karşı ayaklandırılması fikri de bu dönemde stratejik olarak uygulamaya konulmak istenmiş, bunu gerçekleştirmek adına da bölgedeki İngiliz istihbaratçılara, devlet adamlarına büyük işler düşmüştü. Gertrude Bell, Lawrence ve daha nice isim özellikle bu dönemden sonra faal roller oynamış ve Ortadoğu coğrafyası olarak tavsîf ettiğimiz toprakların şekillenmesinde önemli vazifeler almışlardı.
Bu isimlerin en müessir olanlarından biri de hiç şüphesiz Philby idi. Gertrude Bell’in Şerîf Hüseyin’in oğlu Faysal’ın yanında Irak’ın kurulmasına giden süreçteki payı gibi, Philby de Abdülazîz b. Suûd’la uzun yıllara yayılan samimi dostluğunun da tesiriyle 1932 yılında ilan edilen Suudi Arabistan’ın kurulmasında müessir olan isimlerden biri olmuştu. Uzun yıllar Suud topraklarında yaşayan Philby, 1930 yılında Müslüman da olmuş; bu haber özellikle Abdülazîz b. Suûd’u çok sevindirmişti. Fakat diğer taraftan kimi yerlerde ciddi hoşnutsuzluk da meydana getirmişti. Orijinali British Library içerisinde India Office Records and Private Papers’de kayıtlı olan ve Katar Millî Kütüphanesi tarafından satın alınarak erişime açılan kimi yazışmalar bunu net bir şekilde gösteriyordu.
Yazımızı her ne kadar Philby’nin İslâm’ı seçmesi ve buna İngiliz yetkililerin yaklaşımı temelinde ele alacak olsak da, resmî belgelerde bir hoşnutsuzluk kaynağı olarak karşımıza çıkan Philby’nin kim olduğu, neler yaptığı gibi meselelere değinmemek yazımızı eksik bırakacak, bu bakımdan öncelikle Philby’nin tarihî şahsiyetini aydınlatmak yerinde olacaktır kanaatindeyiz.
İngiltere; Doğu Hindistan Şirketi adıyla 17. yüzyılın hemen başında Hindistan’a gelmiş, oldukça kâr elde ettiği daha bu ilk seferi, ona elde edeceği daha nice kazançlar için de ümit vermişti. 19. yüzyıla gelindiğinde bu şirket öyle bir güce kavuşmuştu ki ülkenin adeta görünmeyen hakimi olmuşlardı. Onlar güçlenip büyüdükçe Hindistan halkı daha da yoksulluğa batmış, çözümü 1857 yılında İngilizler aleyhine başlayan askerî harekâtta bulmuştu. İngiltere hükümetinin de doğrudan müdahalesiyle kanlı bir şekilde bastırılan halkın bu teşebbüs akîm kalmış, İngiliz hükümeti 1858’de şirketin Hindistan’daki varlığını feshederek burayı doğrudan kolonisi yapmıştı.
- 1947 yılına kadar devam edecek olan 90 yıllık sömürge dönemi de bu şekilde başlamış oldu. İngiltere’nin Hindistan’a hâkim olması, beraberinde kazanç fırsatları arayan nice İngilizlerin de buraya gelmesine sebep olmuştu ki bunlardan biri de Philby’nin babasıydı.
Çay-kahve yetiştiriciliği ve ticareti yapmak maksadıyla Seylan adasına yerleşen babası, yine bir İngiliz ailenin kızı olan bir isimle evlenmiş ve bu evlilikten 1885 yılında Philby dünyaya gelmişti. Seylan’da doğan Philby, ilk çocukluk dönemini burada geçirmiş; annesinin, sorumsuz davranışları sebebiyle babasını terk etmesi neticesinde de annesinin himayesinde 1891 yılında İngiltere’ye göç etmişlerdi. Gelecek vaat eden bir çocuk olarak dikkat çeken Philby’nin eğitim masrafları da anne tarafından dedesince karşılanmıştı. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi döneminde bile nüfûz sahibi bir isim olan Philby’nin dedesi, muhtemelen torununun sonraki yıllarda yaşayacağı Hindistan hevesinin de teşvik unsuru olmuştu. Kraliyet Akademisi bursuyla Westminster Kolej’e giren Philby, başarılı bir öğrenci olarak eğitimine bunun akabinde Cambridge’de devam etmişti.
Üniversiteyi başarıyla tamamlamasının ardından Hindistan’da memur olmak için imtihanlara girmiş ve burada da başarılı olarak Hindistan’a gitmeye hak kazanmıştı. İhtiyaç duyacağı donanımları İngiltere’de edinen Philby, 1908 yılında Liverpool Limanı’ndan gemiye binmiş ve Hindistan yolculuğuna çıkmıştı. Hindistan’a varmasının ardından bölgeyi tanımak için gayret sarf eden Philby, yerel diller konusunda da ciddi bir ilerleme kaydetmiş, Hindistan’a varmasının üzerinden altı ay geçmeden Pencâbî dili imtihanına girmiş ve başarılı olmuştu. Leyli Sedef Kalaycı’nın çokça istifade ettiğimiz Harry St. John Bridger Philby: Hayatı ve Vehhâbî Devleti'nin kuruluşundaki rolü başlıklı, daha sonra da kitap olarak basılan kıymetli tezinde belirttiği üzere burada çalışan memurların dil öğrenmeleri bir devlet politikası olarak teşvik ediliyor, iyi derecede öğrenilen her dil, sahibine mevki ve malî imkanlar kazandırıyordu. Bu bakımdan hem ekonomik refahını arttırmak, hem de yükselme hırsı Philby’nin çok sayıda yerel dilde ustalaşmasını sağlamıştı. Öğrendiği diller sadece yerel dillerle de sınırlı kalmamış, Arapçayı öğrenme konusunda da epey ilerleme kaydetmişti.
Hindistan’ın kimi bölgelerinde çeşitli memurluklar yapan Philby, 1914’te savaşın çıkmasıyla eğitimli biri sıfatıyla orduya çekilmişti. Arapça biliyor olmasının verdiği avantajla vazife yeri Irak olmuş ve burada meşhur Sir Percy Cox’un maiyetine alınmıştı. Özellikle bu bölgenin petrol yataklarına sahip olmasının İngiltere nezdindeki ehemmiyeti burada kurulacak ekibin de titizlikle seçilmesini gerektirmişti.
- Bu dönemde mesela Gertrude Bell, Sir Percy Cox’un emrinde olan bir başka isim olmuştu. Sahip olduğu tecrübe ve birikim ile bulunduğu yerde Cox sonrası ikinci adam mevkiine gelen Philby’ye yerel Araplarla işbirliği noktasında irtibat kurmak için ihtiyaç duyulan kişi de kendisi olmuştu.
Zira İngilizlerin Kûtu'l-Amâre’de aldıkları mağlubiyet devreye başka çözümleri sokmayı gerektirmişti. Philby, Kûtu'l-Amâre’de savaş alanında gözlemde bulunmuş, uğranılan felaketin neticesini tüm açıklığıyla görmüştü. O dönem çoğu isim için söz konusu olduğu gibi Philby için de gündem Arap-Osmanlı fay hattına yoğunlaşmak olmuştu. İngiliz siyasî temsilcisi sıfatıyla Cox adına İbn Suûd ile görüşmek üzere emir alması kariyerinin belki de en büyük atılımını meydana getirmişti.
- Riyad’da İbn Suûd’la verimli bir görüşme geçiren Philby, İngiliz siyasetinin bölgede gerçekleşmesi adına önemli bir başarı elde etmişti. İbn Suûd İngilizlerin istediği gibi hareket edecekti ama İngilizler de ona, Osmanlı’nın müttefiki olan amansız düşmanı Reşîdîler’e karşı savaşmak için mühimmat ve lojistik destekte bulunacaklardı.
Burada mevzumuz İbn Suûd olmasa da gerek temsil ettiği siyasî gelenek gerek sahip olduğu düşünce, gerekse de Philby’nin sonrasında Vehhâbî bir Müslüman olarak Suud’da yaşaması bu mesele üzerinde kısaca durmayı gerekli kılacaktır. Öncelikle dînî bir söylem olan Vehhâbîliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhâb ile Vehhâbîliği resmî din anlayışı olarak kabul eden Suûd ailesinin birbirinden farklı iki şey olduğunu belirtmek gerekir.
18. yüzyılın hemen başlarında Arabistan topraklarında dünyaya Muhammed bin Abdülvehhâb, hayatının ilerleyen dönemlerinde sert bir dinî söylemin temsilcisi olmuş, teoride kalmayan düşünceleri, fırsatını bulduğunda fiiliyata da dökülmüştü. Bu durum da beraberinde kendisi aleyhine insanlar nezdinde bir muhalefet oluşmasını sağlamış, her ne kadar dönemin kimi ileri gelen isimlerinden destek görmüş olsa da istikrarlı bir şekilde herhangi bir yerde tutunabilmesi mümkün olamamıştı. Son destek aldığı yerlerden biri doğduğu yer olan Uyeyne’deki emîr olmuştu ama emîre yapılan baskı neticesinde burada da tutunamamıştı. Bu tarihten sonra Arabistan’ın Necid bölgesinde yer alan Dir’iyye’ye giden Muhammed bin Abdülvehhâb, aradığını tam olarak burada bulmuştu. Suûd ailesinin hakimi olduğu Dir’iyye, onun tesis ettiği akımın önemli bir merkezi haline gelmişti.
Suûd ailesi tarafından destek gören Abdülvehhâb’ın fikirleri, bu siyasî gücün de dinî prensipleri olarak benimsenmişti. Siyasî gücü o dönem ailenin başında yer alan Muhammed bin Suûd elinde bulundururken, dinî söylemi de Abdülvehhâb temsil ediyordu. Bu şekilde ilk Vehhâbi devletinin de temeli atılmış oldu.
- Muhaliflerini müşrik olarak gören Muhammed bin Abdülvehhâb, onlara kılıç çekme noktasında tereddüt de etmemiş, bir yandan Suûd ailesinin siyasî otoritesi bir yandan da Vehhâbîlik birbirine paralel olarak Arap Yarımadası’nı sarmıştı.
1792’de Muhammed bin Abdülvehhâb’ın ölümü hareketi inkıtaya uğratmamış, 1800’lere gelindiğinde Arap Yarımadası’ndaki durum artık Osmanlı tarafından el atılması gereken bir mesele olmuştu. Ne var ki Osmanlı’nın içerisinde bulunduğu problemler böyle bir müdahaleyi mümkün kılamamış ve bilindiği üzere Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa Vehhâbî sorununu çözmek üzere vazifelendirilmiş, o da düzenlediği sefer neticesinde nihâî olarak 1818 yılında bu tehlikeyi bertaraf etmişti. Bu dönemde Suûd ailesinin lideri mevkiindeki kişi olan Muhammed b. Suûd’un torunu Abdullah b. Suûd’un 1818’de İstanbul’da idam edilmesi ilk Vehhâbî devletinin de yıkıldığı dönem olmuştu.
1822 yılında Türkî bin Abdullah liderliğinde tekrar toparlanan ve ikinci Vehhâbî devleti olarak bildiğimiz yapı, Arap Yarımadası’nın bir diğer önemli gücü olan Reşîdîler tarafından 1891 yılında yıkılmıştı. Nihayet 1902’de Abdülazîz bin Suûd’un Riyad’ı ele geçirmesi, bugün de varlığı devam eden yapıyı ortaya çıkarmıştı. 2015 yılında Suudi Arabistan tahtına oturan ve hâlâ bu mevkide bulunan Melik Selmân, Abdülazîz bin Suûd’un oğluydu. İşte Philby’nin görüştüğü kişi de Abdülazîz bin Suûd olmuştu.
İngilizlerin ona ihtiyacı olduğu gibi onun da rakibi Reşîdîler’i ortadan kaldırmak için İngilizlere ihtiyacı vardı. Kurulan ittifak nihâî olarak İngilizlerin ve müttefiklerinin lehine neticelenmiş olsa da savaş sonrası problemler kendisini göstermeye başlamıştı.
- Savaşta aynı şekilde İngilizler yanında yer alan Şerîf Hüseyin 1918 yılında krallığını ilan etmiş, fakat bu krallık Abdülazîz bin Suûd tarafından kabul edilmemişti.
İngilizlerin Arap Yarımadası’ndaki bu anlaşmazlığa bir çözüm bulması gerekiyordu. Philby, savaş sonrası döndüğü İngiltere’de, savaş sonrası dizayn edilmesi gereken Ortadoğu’yla alakalı resmî mercilerle tecrübe paylaşımları da yapıyordu. Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon, Arabistan’ın geleceğiyle alakalı görüş almak üzere kendisini dinlemiş, Şerîf Hüseyin’i destekleme temâyülünde olan İngiliz dış politikasına karşı İbn Suûd’un desteklenmesi gerektiğini söylemesi hoş karşılanmamıştı. Şerîf Hüseyin ile İbn Suûd arasındaki çatışmanın hızlanması bölgeye resmî bir sıfatla birinin gönderilmesini gerekli kılmıştı ki bu iş için İbn Suûd’u ikna etmek üzere Philby vazifelendirilmişti. Zira İbn Suûd, Şerîf Hüseyin’e karşı sahada önemli askerî başarılar elde ediyordu. Philby her ne kadar bu sefer İbn Suûd’la görüşemese de, onun askerî harekâtı devam ettirmemesi ortalığı bir müddet yatıştırmıştı.
İngiltere için savaş sonrası problemli yerlerden biri de Irak olmuştu. Osmanlı aleyhine İngiltere saflarında yer alan Şerîf Hüseyin’e savaş sonrası, Suriye topraklarını da kapsayacak şekilde bir Arap krallığı vaat edilmiş, fakat verilen sözlerin tutulmaması hayal kırıklıklarına sebep olmuştu. Şerîf Hüseyin’in oğlu Faysal, Osmanlı’nın Suriye’deki idaresine son veren Mondros Antlaşması’yla 1918 yılında büyük ümitlerle girdiği Şam’dan 1920 yılında Fransızların silah zoruyla çıkmasının ardından Irak’a geçmiş, İngilizler için çözülmesi gereken bir mesele olmuştu. Durumu kontrol altına almak için İngiltere’den gönderilen ekip içerisinde Philby de vardı. Etnik ve dinî bakımdan homojen bir yapıya sahip olmayan Irak’ta nasıl hareket edilmesi gerektiği, üzerine ciddi düşünülmesi gereken bir meseleydi.
Dünya savaşı hengâmında pek çok noktada misalini gördüğümüz üzere öyle anlaşılıyor ki İngiliz yetkililer arasında da bir fikir çatışması burada ortaya çıkmıştı. Philby, Irak’ın ileri gelen isimlerinden biri olan ve Irak tahtının güçlü adayı Seyyid Tâlib’in yanında yer alıyor, danışmanlığını yaptığı bu ismin Irak için en uygun kişi olduğunu düşünüyordu. Fakat dönemin İngiltere başbakanı olan Churchill, dünya savaşındaki yararlılıklarından dolayı Şerîf Hüseyin ve oğullarının ödüllendirilmesini, Faysal’ın Şam’da elde edemediği tahtın Irak’ta verilmesi gerektiğini söylüyordu. Gertrude Bell ve Lawrence gibi isimler de Philby’nin aksine Churchill’in bu düşüncesini desteklemişlerdi.
- Yine Mecra’da kaleme aldığımız “Gertrude Bell: süslü şapkasıyla bir şark şeytanı” başlıklı yazımızda da detaylı bir şekilde yazdığımız üzere Seyyid Tâlib İngilizler tarafından bir vesileyle etkisiz hale getirilmiş ve Bell’in ciddi gayretleriyle Faysal’ın Irak kralı olmasının önü açılmıştı.
Seyyid Tâlib’e yapılan muamele sebebiyle istifa etme seviyesine gelen Philby, Cox tarafından ikna edilmiş ama İngiliz hükümeti ile arasında ciddi bir kırılma bu tarihte kendisini çok daha şiddetli bir şekilde göstermişti. Bu arada 1921 yılında Ürdün kurulmuş, buraya da Şerîf Hüseyin’in bir diğer oğlu olan Faysal’ın kardeşi Abdullah kral olmuştu.
Philby, 1921’de Kral Abdullah’ın yakınlarında vazife yapacağı teklifi kabul etmişti ama Herbert Samuel’in siyonist emelleri ve bu uğurda yaptığı faaliyetlerle ters düşmesi neticesinde de istifa etmişti. Mektuplarından anlayabildiğimiz kadarıyla Filistin’deki Yahudilerin varlığına sıcak bakmayan Bell, bu noktada Philby ile aynı fikirdeydi.
Bunların dışında Ernest Richmond gibi isimlerin de İngiltere’nin savaş sonrası Filistin politikası sebebiyle istifa etmesi, bu dönemde meydana gelen fikir ayrılıklarının en önemli işaretlerinden olmuştu. İstifasının akabinde sessiz kalmak yerine hararetli bir muhalif kesilen Philby; verdiği konferanslar, yazdığı yazılarla İngiliz dış siyaseti aleyhine yürütülen kampanyanın da önemli bir ismi olmuştu. Leyli Sedef Kalaycı’nın araştırma yaptığı Oxford St. Antony’s Kolej’de bulunan Philby evrâkı bu bakımdan bir hayli önemlidir. Onun özellikle evrâkı içerisindeki basılmayan Mesopotage isimli eseri, Ortadoğu coğrafyasının şekillenmesi sürecinde işin içerisinde bulunan biri olması ve vereceği mahrem bilgiler sebebiyle bir hayli kıymetli olacaktır.
Philby, önemli siyasî gelişmelerin yaşandığı 1925 yılında Arabistan topraklarına yerleşmişti. Gerçekten de kendisinin öngördüğü gibi İbn Suûd, Şerîf Hüseyin’i yenmiş ve Arabistan topraklarından çıkarmıştı.
Abdülazîz bin Suûd liderliğinde kurulacak devletin varlığı kendisini açıkça belli etmiş olmalı ki Philby de yeni kurulacak yapıda kimi fırsatlar elde etmek isteyerek buraya gelmişti. Abdülazîz bin Suûd ile olan dostluğu bunun için harika bir imkan sağlıyordu. Philby’nin Abdülazîz bin Suûd’la irtibatı 1917 yılındaki ilk görüşmesiyle sınırlı kalmamıştı üstelik. Savaş akabinde İngiliz hükümeti, verdikleri destek sebebiyle takdirlerini sunmak üzere Suûd ailesini Londra’ya davet etmiş, buraya Abdülazîz bin Suûd’un oğlu Faysal gitmiş, orada ona eşlik eden kişi de Philby olmuştu.
- Cidde’ye yerleşen Philby, 1926 yılında Hicaz Kralı olan Abdülazîz bin Suûd’dan kimi imtiyazlar elde etmiş, burada bir şirket kurmuştu.
Philby her ne kadar Abdülazîz bin Suûd’un mâiyetindekiler tarafından kuşkuyla karşılanan bir isim olsa da aynı durum kral için söz konusu değildi. Kralın modern bir devlet inşası yönünde atılacak adımlarda hiç şüphesiz Philby’ye ihtiyacı vardı.
1930 yılında Müslüman olarak Abdullah adını alan Philby’nin, Abdülazîz bin Suûd’u da çok sevindiren bu tutumu hayatının da önemli bir kırılma noktası olmuştu.
Bu gelişmeden memnun olanlar yanında aralarında Cox’un da olduğu kalabalık bir memnuniyetsiz güruh vardı. Onun İngiltere’den uzakta, Arabistan topraklarında yaşıyor olması, böyle bir ismin İslâm’ı seçmesi kimi yerlerde bu mesele hakkında konuşulmasını engellememişti. Kimilerine göre aslında o sadece maslahat icabı, bu vesileyle Abdülazîz bin Suûd’dan kimi menfaatler elde etmek maksadıyla Müslüman olduğunu ilan etmişti. Kimilerine göre İngiltere’ye hizmet etmek maksadıyla dikkat çekmemek, kendisini bu şekilde kamufle etmek için Müslüman olmuştu.
Philby’nin kendi ifadeleriyle izah ettiği diğer görüşe göre ise de İslâm’ı gerçekten de yürekten kabul etmişti.
Yazımızın girişinde de bahsettiğimiz orijinali British Library içerisinde India Office Records and Private Papers’de kayıtlı, Katar Millî Kütüphanesi tarafından satın alınarak erişime açılan ve bu kayıtları tararken karşılaştığımız kimi yazışmalar artık ismi Abdullah olan Philby’nin Müslüman oluşuyla alakalı resmî makamlar arasında yapılan yazışmaları gösteriyordu. Konu kısmında Mr. Philby’s conversion to Islam (Mr. Philby’nin İslâm’a Geçişi) başlığını taşıyan dosya evrâkının, özellikle Philby’nin Müslüman olduğu 1930 yılına ait olması, kuvvetle muhtemel bu meselenin gündemde sıcak bir yer işgal etmiş olması sebebiyleydi.
- 19 Ağustos 1930 tarihli bir belge, 15 Ağustos tarihine ait Mekke merkezli bir gazete olan Ümmü’l-Kurâ’dan bir haberin tercümesiyle başlamıştı. Burada, Philby’nin 3 Ağustos’ta İbn Suûd’a bir mektup sunarak İslâm dinine girmek istediği ifade edilmiş, gazetede verilen bu mektup belgede de yer almıştı.
Philby, İbn Suûd’a hitaben yazdığı mektubunda Müslüman olmak istediğini ifade ediyor, bu konudaki şevkini kullandığı kelimelerle belli ediyor, kelime-i şehâdet getiriyordu. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm ve sünnete de bağlılığını bildiren Philby, din büyüklerinin yolunu takip ettiğini belirttiği yerde İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye ve Muhammed bin Abdülvehhâb’ın ismini anıyor, onlara rahmetler diliyordu.
Belge, Ümmü’l-Kurâ’nın bu durum karşısında yaptığı yorumlara yer vermeden geçmemişti. Buna göre gazetedeki satırlar, artık ismi Abdullah Philby olan bu kişiyi tebrik ediyor, Mekke’ye girmesine izin verildiğini, Kabe’yi tavaf ettiğini, ulemâ ile görüştüğünü ve sonrasında da Taif’e giderek İbn Suûd ile görüştüğünü haber veriyordu. Ayrıca İbn Suûd ve maiyetidekilerin Abdullah Philby’yi son derece sıcak bir şekilde karşıladığı, İslâm’ı öğrenmesi için ona ulemâ tahsis edildiğini belirtiyordu.
- Belge, kendilerinin Philby’den öğrendiklerini söyleyerek, onun neden İslâm’ı tercih ettiğine dair bir makale yayınlanacağını haber veriyor, yayınlandığı zaman da haberdar edeceklerini söylemekle sona eriyordu.
19 Ağustos tarihli bu dosya Cidde’de memur olduğu anlaşılan Hope Gill tarafından, o dönem İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Ülkeleri Dairesi’nin başında bulunan George William Rendel’a hitaben gönderilmişti. Raporunda Hope Gill, yukarıda bahsettiğimiz Ümmü’l-Kurâ’da yayınlanan haber ile Philby’nin mektubunu dosyaya iliştirdiğini ifade ediyor, Philby’nin Müslüman olmasıyla alakalı gerçek sebebin ne olduğunu kimsenin bilmediğini söylüyordu.
3 Ağustos 1930 Pazar gününe denk geliyordu ve Hope Gill’in aktardığı kadarıyla Cidde’deki Pazar resepsiyonunda Philby’nin de olduğu belirtiliyordu. Fakat 8 Ağustos Cuma günü Philby’nin Mekke’de olduğu haberi şaşkınlığa sebep olmuştu. Raporda belirtildiği üzere Philby muhtemelen 7 Ağustos’ta Cidde’den ayrılmış, İbn Suûd’a aynı şekilde yakın isimlerden biri olan Fuâd Hamza ile Mekke yolu üzerindeki Bahra’da buluşmuş ve Mekke’de dinî vecîbelerini yerine getirdikten sonra Taif’e geçmişti. Rapor kendisinin bu tarihte hâlâ Taif’te olduğunu belirtiyordu.
Hope Gill, Philby ile daha önce defalarca din üzerine konuştuğunu ve onun herhangi bir dinî dürtüye sahip olmadığını söylüyordu. Küstürülmüş ve fazlasıyla yalnız kalmış biri olarak kendisine yeni bir çevre kurmak maksadıyla böyle bir harekette bulunduğunu düşünen Hope Gill’e göre Philby, “neither fish nor fowl” yani “ne idiği belirsiz” biriydi.
Şimdi o İbn Suûd liderliğindeki yapının bir unsuru olacak, muhtemelen bir iş elde edecek ve iyi bir mevkie gelecekti. Bu durum onu malî bakımdan da ihya edecekti, çünkü yürüttüğü ticaret çok da iyi gitmiyordu. Gill, onun çok da büyük bir varlığa sahip olmadığını düşünüyordu. Bunlar göz önüne alındığında Gill’e göre Philby’nin din değiştirmesinin temelinde tamamıyla maddî sebepler vardı. İfade ettiği kadarıyla yerel insanlar da böyle düşünüyor, Abdullah yani Allah’ın kulu ismini alan Philby’yi Abdulkırş yani paranın kulu şeklinde tavsîf etme konusunda tereddüt etmiyorlardı.
Ümmü’l-Kurâ’daki haberin tercümesini vermeden önce Gill eklemeye devam ediyordu:
- Kendisi, buraya asla gönderilmemesi gerektiğini düşündüğü, iki hafta dayanabilmiş hasta ve yaşlı bir Türk meslektaşının cenazesine katılmış, mezar başındaki merasimde duydukları sebebiyle şok geçirmişti. Buna göre bir sonraki din değiştiren kişinin kendisi olacağı yönünde bahisler oynanmaya başlamıştı bile.
Hope Gill, yine Rendel’a yazdığı 30 Ağustos 1930 tarihli mektubunda Philby’nin Taif’ten Cidde’ye döndüğünü ve kendisiyle görüşme imkanı bulduğunu yazmıştı. Gill’e göre Philby, İslâm’a geçişinin manevî bir seyir olduğuyla alakalı herhangi bir bahaneye sığınmamıştı. İngiliz hükümetinin yanlış olduğunu düşündüğü Arap politikası onda bu kırılmayı meydana getirmiş, dört yıl boyunca İslâm’ı tercih etme noktasında onu derin bir düşünceye itmişti. Philby’nin herhangi bir öfkesi kalmamıştı ama İngiliz ideallerinden de kopmuştu. Gill, onun sadece İslâm’ı kabul etmekle kalmayıp, Arapların birleşmesi idealine kendisini kaptırdığını söylüyordu.
Aynı ortamda Philby ile birkaç kez daha karşılaştığını ifade eden Gill, bunlardan birinde onun Pan-Arabizm nutukları attığını söylüyor ve onun bu konuda fanatik bir hale geldiğini ifade ediyordu.
Philby’nin İngiltere’nin Filistin, Ürdün ve Irak işgalini hoş karşılamadığını söyleyen Gill’in aktardığına göre Philby, yaşanacak herhangi bir menfî durumun müsebbibi olarak da İngiltere’yi işaret etmişti. Gill mektubunda açıkça onun kafası son derece bulanık, İngiltere ile İbn Suûd arasındaki münasebetlerde kendisinden istifade edilemeyecek derecede saplantılı bir kişi olduğunu yazmıştı. Fakat bütün bunlara rağmen yine de milliyetini değiştirmiyordu.
Hindistan’da İngilizce yayınlanmakta olan günlük Pioneer gazetesi de 26 Eylül 1930 tarihinde Philby’nin İslâm’a geçmesiyle alakalı bir haber yapmıştı. Burada da belirtildiği üzere onun neden Hristiyanlığı bıraktığıyla alakalı bir yazı yazması bekleniyordu. Bu haberin de içerisinde olduğu dosya Hindistan Hükümeti İstihbarat Bürosu tarafından 10 Ekim 1930’da Cidde’deki İngiliz yetkililere gönderilmiş, bu haberin doğru olup olmadığının teyidi istenmiş, eğer doğruysa bunun sebebinin ne olduğu sorulmuştu.
Cidde’den 14 Kasım 1930 tarihinde Hindistan’a gönderilen Hope Gill imzasını taşıyan mektup, Philby’nin Müslüman olduğunu doğrulamış, Philby tarafından 8 Eylül 1930 tarihli “Daily Herald”da yayınlanan Why I turned Wahabi (Niçin Vehhâbî oldum) özel mesajı ile Philby’nin İbn Suûd’a gönderdiği mektup Hindistan’a gönderilmişti.
12 Şubat 1931 tarihini taşıyan mektup ise 1932’de Suudi Arabistan olacak olan Hicaz ve Necid Krallığı’ndaki İngiltere büyükelçisi Anrew Ryan’ın imzasını taşıyordu. Ryan, bir önceki sene çalkantı meydana getirdiğini söylediği Philby’nin Müslüman oluşuyla alakalı 30 Ocak tarihli Ümmü’l-Kurâ’da yayınlanan bir yazıdan madde madde muhatabını haberdar ediyordu.
Kimi dedikodulara cevap vermek maksadıyla kaleme alındığı anlaşılan bu yazıda, dün dost olan Philby'nin bugün din kardeşi olduğu vurgulanıyordu.
Yazı, hakkıyla bağımsızlığını kazanan İbn Suûd’un, tavsiyelerine müracaat etmesi sebebiyle, bir nevi Philby şahsında İngiliz boyunduruğunu kabul ettiği yönündeki iddiaları da şiddetle reddediyordu. Bununla birlikte Philby’nin Müslüman olmasının ardından mevkiinin arttığı; İbn Suûd’a erişiminin çok daha kolay hale geldiği ve dilediği gibi bu topraklarda dolaşmasının önünün açıldığı belirtiliyordu. Burada da ifade edildiği gibi gerçekten de o, Arabistan topraklarında büyük keşif seyahatleri düzenlemişti. British Library içerisinde India Office Records and Private Papers’de kayıtlı olan ve Katar Millî Kütüphanesi tarafından satın alınarak erişime açılan kayıtlar, tarafımızca yapılan kronolojik tasnifle özet itibariyle bunları söylüyordu.
- 1930’lu yıllarda petrolün bulunmasına bağlı olarak ülkeye akan gelirler ülkeyi hızla kalkındırırken, Philby de kimi şirketlere verdiği danışmanlık hizmetiyle ciddi bir gelir elde etmişti.
- 1939 yılında İngiltere’de başarısızlıkla neticelenen bir seçim tecrübesi geçiren Philby’nin Pan Arabizm düşüncesi yukarıda bahsettiğimiz Hope Gill’in mektuplarında da gördüğümüz üzere ciddiydi.
1942 yılında ortaya koyduğu ve Philby Planı olarak bilinen önerisi Yahudilere Batı Filistin’i, Araplara da İbn Suûd liderliğinde Doğu Filistin’in bırakılmasını öngörüyordu. Haliyle bu, yürürlüğe giremeden rafa kaldırılan bir proje olmaktan öteye geçememişti. Müslüman olması sebebiyle gidip gelen evrâktan da anlaşıldığı üzere Philby dikkatlerin üzerinde olduğu bir isimdi. Özellikle II. Dünya Savaşı’na giden dönemde oluşan gergin hava, Philby’nin İngiliz hükümeti tarafından daha fazla gözüne batıyordu. British Library: India Office Records and Private Papers içerisinde IOR/R/15/2/696’da kayıtlı olan 20 yapraklık dosya, Philby’nin ülke menfaatleri ülke menfaatlerine zarar veren sebebiyle tutuklanması ve İngiltere’ye gönderilmesiyle alakalı olmuştu.
Cidde, Bahreyn, Hindistan ve İngiltere’deki yetkililer arasında süren yazışmalar Philby’nin Suudi Arabistan’daki Zahrân’dan Bahreyn’e, oradan da Karaçi ve sonrasında da Bombay’a kadar uzanan seyahati üzerine odaklanmıştı. Philby’nin neredeyse attığı her adım bu dosya içerisindeki istihbarat raporlarıyla alakalı mercilere ulaştırılıyor, onun nerede tevkîf edileceği değerlendiriliyordu. Nihayet 1940 yılının Ağustos ayında Karaçi’de yakalanan Philby, hızlıca İngiltere’ye gönderilmişti.
3 Eylül 1939 ile 1 Aralık 1941 yılları arasına ait IOR/L/PS/12/2165’de kayıtlı 122 yapraktan oluşan evrâk ise çok daha fazla başlığı içeriyordu. Burada, uygunsuz davranışları sebebiyle Philby’nin almakta olduğu maaşın kesilip kesilmeyeceği ele alınıyor, İngiliz menfaatlerine zarar verdiği düşünülen fikirlerinin seyahat etmesinin engellenerek kontrol altında tutulmasının yolları aranıyordu.
Ayrıca 1921 ile 1924 yılları arasında İngiliz temsilcisi olduğu Ürdün’deki memurluğunun detayları, İbn Suûd’un Philby ile alakalı düşünceleri, onun Karaçi’de ele geçirilme işlemleri ve bu durumun yasayla uygun düşüp düşmeyeceği meseleleri işleniyordu.
Philby İngiltere’ye gönderildikten bir müddet sonra serbest bırakılmış, fakat II. Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945 yılına kadar İngiltere’de tutulmuştu. Bu raporda ayrıca Philby’nin serbest bırakılması ve tutuklanması akabinde ele geçirilen eşyalarıyla alakalı detaylar da yer alıyordu.
1953 yılında Abdülazîz b. Suûd’un ölmesiyle tahta yeni kral sıfatıyla oğlu Suûd b. Abdülazîz geçmiş, bu tarihten sonra Philby’nin gözde mevkii de düşmüştü. Zaten kendisinden hoşlanmayan yeni kral Philby’nin biteviye tenkitlerine de tahammül edememiş, 1955 yılında çıkarılan kararla Suudi Arabistan topraklarından uzaklaştırılmıştı.
Beyrut’a yerleşen Philby, çeşitli başlıklarda yazdığı çok sayıda makale ve verdiği konferanslar ile oldukça üretken bir dönem geçirmiş, 1960 yılında ani bir kalp kriziyle öldüğünde ardınca çok sayıda kitabın da bulunduğu koca bir yekûn ve de Osmanlı’nın yıkılmasının ardından Ortadoğu coğrafyasının şekillenmesinde Gertrude Bell, Lawrence gibi hayâtî bir rol oynayan kimliğiyle, eminiz araştırmaya açılacak evrâkıyla çok daha net anlaşılacak muammalı bir şahsiyet bırakmıştı.