Medya İsrail'e karşı objektif mi?
İsrail-Filistin çatışmasına, bölgeye ve tarihine aşina olanlar, genellikle TV veya yazılı basından gündemi takip ederken gerçeğe aykırı haberler, bariz önyargılar ve tarihsel bağlamdan kopuk yorumlar karşısında şaşkına dönüyorlar. Bu ne ile açıklanabilir; cehalet mi, kötü niyet mi, korku mu? Duruma vâkıf olan ve bağımsızlığından ödün vermeyen bir Fransız gazeteciden Fransız medyasındaki haberleri analiz etmesini istedik...
Fransızcadan çeviren: Firdevs Yiğit
Sahiden de İsrail gibi bir ülke propagandayı bir savaş silahı olarak kullanması ile suçlanamaz. Öte yandan gazetecilerin vazifesi olayları doğrulamaktır ve o açıdan bir sapma söz konusu, çünkü medyada propaganda unsurlarının hızla yayılışına tanık oluyoruz.
Gazze saldırısından hemen önce, Kasım 2008'de Hamas ile İsrail hükümeti arasındaki ateşkesin bozulması buna sıradan ve somut bir örnektir. İsrail propagandasına göre, ateşkesi bozan ve böylece İsrail'i meşru müdafaa durumuna iten Hamas’tı. Ancak gerçekte ilk olarak İsrail'in 4 Kasım'da Gazze'nin güneyine kanlı bir baskın düzenlediğini ve aynı akşam ateşkesin sürdüğünü deklare ettiğini görüyoruz.
Öyleyse bu anlayışa göre ateşkes, İsrail baskınlarından önce ve sonra gelişen bir olgudur. Üstelik Haziran 2008'de imzalanan söz konusu ateşkes, İsrail'in Gazze'ye en yakın şehri olan Sderot'a roket atışlarının durdurulması karşılığında ablukanın gevşetileceğini öngörmüştü fakat aksine abluka bu süreçte daha da kötüleşti ve Hamas tarafında ateşkesin bozulmasının ana etmeni de buydu. Tüm bunlar gizli tutularak defalarca Hamas'ın ateşkesi bozduğu ve İsrail'in meşru müdafaa durumunda olduğu tekrarlanıp durdu.
Neden? Medya gerçeklerden habersiz mi yoksa gerçek dikkate mi alınmıyor?
Bu çok bileşenli bir düzen. Öncelikle, İsrail'de İsrailli yayıncılar aracılığı ile İsrail propagandası yapılıyor. Daha sonra -özellikle Fransa'da aktif olan- entelektüel gruplar bu propagandayı yazılı basın galerilerinde ya da sık sık davet edildikleri televizyon ekranlarında bütünüyle üstleniyor ve yanlış bile olsa, tekrarlar yoluyla doğru bilgi olarak kabul edilen ve artık gerçekliğinden şüphe duyulmayan haberlerin yayılmasını sağlıyorlar.
İstisnasız tüm gazeteciler bunu yapıyor mu?
Birkaç gazeteci kategorisi var. Bazıları son derece ideolojik ve bilinçli olarak bu propagandayı üstleniyor. Bazısı da -ki bence en kötüsü- bilgilerin doğruluğunu teyit etme zahmetine girmeden bunu bilinçsizce yayıyor. Bazen de medyanın genel tavrına ters düşmek kaygısından kaynaklanıyor.
Kitabınızda İsrail propagandasında sık rastlanan bir konuyu, Camp David'de Yaser Arafat'ın, Ehud Barak'ın "cömert tekliflerini" reddettiği iddiasını irdeliyorsunuz.
Doğrusunu itiraf etmek gerekirse Camp David bir tuzaktı. 2000 yılının Temmuz ayında Arafat, Bill Clinton ve Ehud Barak (o dönemde İsrail’de İşçi Partisi iktidarının başbakanı) ile Filistin'in nihai statüsünü müzakere etmek üzere çağrıldı. Ama orada ne oldu?
Arafat’tan, tıpkı 1993’te Oslo Anlaşması'nda yaptığı gibi bir haritayı onaylaması istendi. O zamanlar Batı Şeria'da115.000 ve Doğu Kudüs'te 200.000 yerleşimci vardı. Yedi yıl sonra Camp David’de, bu kez Batı Şeria'daki 195.000 yerleşimciyi meşrulaştırması anlamına gelecek şekilde Arafat'tan tekrar bir harita imzalaması istenmişti. Bu da kolonizasyonun dondurulmasını öngören Oslo anlaşmalarının feshine neden olmaktaydı.
Bunlar Filistinlileri her seferinde biraz daha gerileten "müzakereler" değil mi?
Kesinlikle. Arafat'ın başka seçeneği yoktu, imzalaması ve peşini bırakmaması gerekiyordu; tıpkı bir mahkeme celbi gibi. Açıkçası, bunu yapmadı çünkü bu sayıda ek yerleşimciyi kabul etmesi daha fazla istikrarsızlık demekti ancak medya İsrail propagandasının peşinden gitti.
Arafat'ın Kudüs'ü paylaşmayı reddettiği de söylendi.
Aslında bir paylaşım söz konusu değildi. Filistinli bir müzakereci “Paris'i paylaşmaktan söz edildi, ama onlara sadece Creteil (Paris banliyölerinde küçük bir kasaba) verildi” diyerek bir karşılaştırma yaptı.
- Sorun bir kez daha İsrail'in bu propagandayı yaymaya çalışması değildir. Sorun, müzakereler sırasında medyada kesinlikle söz hakkı tanınmayan Filistinli müzakerecilerin öfkesine rağmen yeniden (bu propagandanın) başlatılmış olmasıdır.
O zamanlar meşru görünen tek kaynak -ki bu büyük bir sorun teşkil ediyor- İsrail Dışişleri Bakanı Shlomo Ben-Ami ve yaptığı açıklamalardı. Büyük bir günlük gazete için bu işlem birkaç ay boyunca sürdü. Bilindiği üzere Le Monde gazetesi, Sylvain Cypel'in köşesinden Camp David'in gerçek haritalarını ifşa etti ve bu paylaşımı reddeden Amerikalı müzakereci Robert Merret'in görüşüne yer verdi. Ancak Aralık ayına gelindiğinde artık çok geçti, bu arada başka olaylar gelişmişti.
Ancak bugün bile "Arafat, Barak'ın cömert tekliflerini reddetti" düşüncesi hâkim.
Evet, örneğin Bernard Guetta'da (France-Inter) işin aslının böyle olmadığını öğrendiğimizde, çok fazla sayıda tanık da ortaya çıktı.
Arafat'ı müzakereleri reddediyormuş gibi göstermenin müteakip olaylar üzerinde bir etkisi var mı?
Evet, İsrail Arafat'a her zaman istediği şeyi (Kudüs'ün paylaşımı gibi) sunduğunu iddia ediyor. Ne istedi de vermedik demeye getiriyor. Şayet reddediyorsa, bu onun samimiyetsiz olduğunun, aslında İsrail'in yok edilmesini istediğinin bir kanıtı. Bu nedenle “artık barış adına bir müşterek yok” deniyor. Propaganda bu yalan yanlış bilgi üzerine kuruludur ve bu formül defaatle hafızalarımıza kazınmıştır. Böyle böyle Arafat kelimenin tam anlamıyla siyaseten katledildi: Filistin tarafı diskalifiye edildi.
“Yalan söyleyin, mutlaka birileri inanacaktır” (Goebbels) diye mi düşünülüyor?
40 kez söylersen gerçek olur. Bu, iyi hazırlanmış reçetelerle propagandanın bir ilkesidir. "Artık barış için bir ortağımız yok" demek "biz hâlâ barıştan yanayız" anlamına gelir.
Bu politika İsrail solu için de kullanılmıştır. İsrail'in artık barış için bir ortağı bulunmadığından daha güçlü bir politikaya ihtiyacı vardı. Dolayısıyla bu formül Ariel Sharon'ın yerini sağlamlaştırdı.
Ayrıca Şaron'un 2000 yılında Ağlama Duvarı meydanına yaptığı ziyaret de merak uyandıracak bir şekilde sunuldu.
O sırada görünen şey, İntifada’nın uzun süredir Arafat tarafından planlandığı ve Camp David Anlaşması’nı bozmaya karar verdiği için onu kışkırtmak adına bir bahane arandığıydı. Gerçek ise oldukça farklı. Aslında Arafat, İntifada’nın bu başlangıcına hiç hâkim olamadı. Hem Şaron'un gelişiyle hem de bu gelişi izleyen gösterilerin çok şiddetli bir şekilde bastırılmasıyla (13 kişi öldü) kendiliğinden gelişen bir tepkiydi.
Şiddetten bahsetmişken, medya bu şiddetin sık sık Filistinlilerden kaynaklandığı izlenimini yarattı.
Bilhassa görsel medya, kanınşiddetine ve şok edici görüntülerine ayrıcalık tanıyor. Öte yandan ekonomik ya da otoriter şiddet, arazilerin kamulaştırılması, sömürgeleştirilmesi ya da haneye tecavüz acımasızlığı göz ardı ediliyor.
- Elbette, bir kolonizasyonu göstermek bir saldırıyı göstermekten çok daha zor ve kapsamlıdır. İlki bir süreç iken, ikincisi zaman ve mekânda daha kesin hatlara sahip bir hadisedir.
Bazen, İsrail'in meşru bir savunma durumunda kalarak hareket ettiğini iddia eden bir açıklamanın eşliğinde İsrail şiddetine de yer veriyorlar. Buna seyrederken İsrail baskısının ne denli yoğun olduğunu kendimize hatırlatarak Filistinlilere karşı bir merhamet geliştirebiliriz, bu ihtimal düşünüldüğü için İsrail’in her saldırısının meşru müdafaa olarak okunacağı yayınlar yapılıyor, etkili de oluyor. Neden? Çünkü Filistin şiddeti savaşın nedeni olarak görülüyor ve bence meselenin özü olan sömürgeci şiddet tamamen gizleniyor.
Medyamız bunun bir sömürge savaşı olduğu gerçeğinin içini mi boşaltıyor?
Aslında onun yerine dinler arası bir savaş koyuyor. Şaron, 11 Eylül'ün ertesi günü "Bizim Bin Ladin'imiz, Arafat'tır" diyerek yaratıcı bir söylem geliştirdi. Böylece Filistin ihtilafının merkezinde duran toprak hırsızlığı meselesinin üstünü örtmüş oldu.
Onu dinî bir boyuta indirgeyerek, özgürlükçü Filistin hareketinin, İslâmcı Nebula’nın (Ç.n. uzayda geniş bir alana yayılmış olan kozmik bulutsu yapı) yalnızca küçük bir parçası olacak kalacağı bir evren yaratarak, mücadeleyi bir ideolojik çatışmaya dönüştürdü.
Bir Filistin milliyetçisi olarak bilinen Arafat için bu tamamen yanlıştı ve hatta İslâmcı bir bileşenle esasen Filistin Kurtuluş Hareketi’nin devamı olan Hamas için bile yanlış.
Yeni değil, sömürgenin yönünü tayin etmek Avrupa medyasının oldum olası yaptığı bir şey.
En iyimser bakışla geçimsizliğinin nedenini bilmeyen iki halkın çatışması şeklinde sunuldu. Araplara karşı Yahudiler ya da Yahudiler Müslümanlara karşı. Din meselesinin hep arka planda kaldığı doğru ama 11 Eylül saldırılarıyla başka bir boyuta taşındı. Bush'unmedeniyetler çatışması hakkındaki konuşması İsrail için bir nimetti, çünkü yalnızca İsrail'in değil, Batı'nın İslâm'ın yükselişiyle ilgili korkularında da yankı buldu.
Böylece İsrail, yalnızca kendisini savunmak için değil, aynı zamanda Batılı değerleri savunmak için de bir savaş sürdürdüğü fikrini satmayı başardı ve Fransız medyası da - özellikle Arte - Hamas hakkındaki raporları ile dikkatimizi her zaman şiddete ve dinî cihete yönlendirerek bu propaganda lehine oldukça iyi çalıştı. Ulusal özgürlüğe dair metinlerden söz eden yok tabi!
Nedenini bilmeden geçinemeyen iki halkla karşı karşıyayız. Buna inanan gazetecilerin görevini ihmal ettiğini, bize tarihin açıklanamaz olduğunu söylemek yerine somut gerekçeler getirmeleri gerektiğini söyleyebilir miyiz?
Evet, "etnik çatışmalar asla çözümlenemez” şeklindeki Afrika usulü bir açıklama bu. Elbette etnik çatışmalar Afrika'daki sorunların bir bileşeni ancak kimse onların araçsallaştırıldığından, büyük güçler tarafından manipüle edildiğinden söz etmiyor. İsrail-Filistin savaşı için de aynı şey geçerli, bunlar "ezelden beri savaşan iki halk" denilip geçiliyor.
Ama her şeye rağmen, bu iki halktan biri bize çok benziyor. İkisi aynı kefeye konulmuyor. Bu halklardan birinin, yani Filistin halkının şiddete neredeyse doğal bir eğilimi var. Öteki halk ise Tel Aviv gibi Batılı şehirlerimize benzeyen şehirleriyle, Yahudi-Hıristiyan medeniyetimizin bir mensubu. Yani bir özdeşleşme söz konusu; oysa bu tarz bir yaklaşım hem yanlış hem de çok büyük haksızlık.
Nefret ya da dinî fanatizm ile konuya açıklama getirmek bazı Fransız entelektüellere has bir özellik gibi görünüyor.
Bernard-Henri Levy, Andre Glucksmann, Alexandre Adler, Pascal Bruckner, Daniel Simoni gibi isimler, köklerini Kur’ân-ı Kerîm’de bulmaya çalışarak bu savaşı dinî bir kisveye büründürmek adına zamanlarını harcıyorlar.
- Gerçekten de Kur’ân'da şiddet çağrısı olarak yorumlanabilecek bazı metinler bulunur ancak Kitab-ı Mukaddes’te de bu tür metinlere rastlarız. Fakat ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de bilgeliğe ve barışa davet eden metinler de vardır, Kitab-ı Mukaddes’in aksine.
Bu nedenle, tüm bu yorumlar bir nevi sahtekârlıktır. Amaçları, dikkatleri sömürge sorunu gibi maddi bir gerekçeden uzaklaştırarak başka yöne çekmektir.
Batı’nın çıkarlarını gözeten tüm büyük savaşlarda tarih halktan gizlenir. Bu kitabın hazırlanma sürecinde, bir sokak röportajına denk geldim. 1948'de, İsrail henüz yerleşmeden önce orada kim vardı diye sordular; çok azı ne cevap vereceğini biliyordu. Derinlerde bir yerlerde, yıllarca büyüyen bilgi kirliliği nedeniyle insanlar aslolanı görmezden geliyorlar.
Bilgi olay odaklıdır ve bilgiyle ilgili sorun, iki farklı işleve sahip olmasıdır. Demokratik -ki bizim için en önemlisi bu- ve ticari olması. Bu iki işlev arasındaki çelişkiler her zaman iyi sonuçlar doğurmaz. Dahası ticari fonksiyon giderek daha fazla ön plana çıkıyor; satmak zorundasınızdır! Böylelikle kişi olayı irileştirerek (hypertrophie) onu tarihten koparır. Öncesinde neler olup bittiğinden habersiz bir halde yalnızca Filistin şiddetine tanık olacağız. Bilginin trajedisi budur.
Bu entelektüelleri medyada ayrıcalıklı kılan ne?
Medyamızda İsrail’in sahip olduğu genel ayrıcalıkların bir tezahürü. Cevaplardan biri oldukça basit. Yahudilerin -özellikle Fransa’dakilerin- soykırım adına duydukları suçluluğun ağırlığı. Tarih hâlâ ağır basıyor ve hâlihazırda orada, soykırımı yaşamış bir Yahudi topluluğu var.
- Bir diğeri ise, Yakın Doğu topraklarında Fransa ve ABD'ye yakın bir Batı muhafızı olarak vazifelendirilen İsrail'in stratejik bir konuma sahip olması.
İsrail, Batılı ülkelerin doğal, stratejik, askeri, ekonomik ve kültürel müttefiki olarak tasarlandı. Bu nedenle İsrail'in çıkarlarını kim savunuyorsa, özellikle iktidar çevrelerinde çok dikkatli bir kulağı vardır. Elbette tarihte -özellikle de Gaulle ile açılan- parantezler vardır ancak genel olarak bu entelektüeller son derece elverişli bir zeminde top çeviriyorlar.
İsrail'e karşı olumlu, Arap dünyasına ve Müslümanlara karşı olumsuz bir önyargı var öyle mi?
Evet, geçmiş yüzyılların en büyük trajedisi, büyük güçler tarafından sömürgeleştirilmektir. Cezayir Bağımsızlık Savaşı Fransa’da çok derin izler bıraktı. Araplar ve özellikle Müslümanlar, yıllar boyunca Cezayirli isyancılarla özdeşleştirildi. İster Fransa'daki göçmen işçiler, isterse uluslararası arenadaki Filistinliler olsun hâlâ bu kalıplaşmış düşünceden mustariptirler. Üstelik bu olumsuz önyargı, İslâmcılığın yükselişiyle daha da belirgin bir hal alıyor ve tüm bunlar bir menfi alaşım (amalgam) meydana getiriyor.
Kitabınız düşmanı şeytanlaştırma ya da meşrulaştırma sürecini analiz ediyor. Kulağa nasıl geldiğinin farkında mısınız?
Anakronizmlerle ilgili bir oyun fark ettim, Filistinlileri tarihte geçmiş bir zaman dilimine hapsetmeyi sürdürüyoruz. Örneğin Hamas'la bir diyaloğumuz yok, çünkü Hamas 1988 tüzüğünü yürürlükten kaldırmak istemiyor. Hâlbuki o tarihten itibaren Hamas bu tüzüğe tamamen aykırı birçok metin ortaya koydu.
Aynı şey, yirmi yıl kadar önce Arafat'ın İsrail'i tanıma sürecini başlattığı zaman da yaşandı. Madrid Konferansı ve Oslo anlaşmalarına yol açacak diplomatik taarruza başladığında neyle suçlanıyordu? 1964 tarihli FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) tüzüğünü yürürlükten kaldırmamış olmakla! Tarih inanılmaz bir şekilde tekerrür ediyor!
Hamas FKÖ'nün tüzükleri kurucu ve kimlik ifade eden tüzükleridir, bu nedenle aşırıdır. Bunlar müzakere unsurları değildir, şiddet içerirler ancak bu metinler, yirmi yıllık evrimi inkâr etmek adına her seferinde hatırlatılırlar. Sanki bazıları, Avrupa'da Fransa ile müzakere etmeden önce Fransa Milli Marşı La Marseillaise’in yürürlükten kaldırılmasını talep ediyormuş gibi. "Kirli bir kan oluklarımızı sulasın" pek iyiliksever bir ifade gibi durmuyor!
- İşte İsrail'in işleri yürütme şeklindeki ve sıklıkla medyadaki klasik meşrulaştırma süreci. Örneğin Arte'de, yapımcı Daniel Leconte sık sık Hamas tüzüğünün üst üste yığıldığını görebileceğiniz yayınlar sunuyor. Bunun 1988'den kalma bir metin olduğuna, o zamandan beri daha birçok şeyin yazılıp çizildiğine, Hamas'ın birçok kelimenin olumlu anlamıyla siyasallaştığına ise asla değinilmiyor.
Kötülemek aynı zamanda çatışmayı kişiselleştirmek anlamına gelmez mi? Her şey Arafat'a (veya diğer liderlere) bağlı olacaktı ve halkın temelde hiçbir rolü olmayacaktı.
Arafat’ın bu oyuna hazırlıklı girdiğini söylemek gerekiyor. O bir otokrattı ve Oslo dönemi boyunca halkına "Endişelenme, icabına bakıyorum, her şey güzel olacak" dediği için suçlanabilir. İnsanları geçmişinden uzaklaştırarak kendini yalnızlaştırmış oldu. Üstelik 1993-2000 yılları boyunca devam eden kolonizasyon hakkında sessiz kaldığını düşünüyorum. Tüm bunlar İsrail'in menfaatineydi.
Medyanın tarihi bireyler üzerinden açıklamaya çalıştığı yine de doğrudur: Arafat yeri gelir kaprisli olurdu, önemsiz olurdu, yanıltıcıydı, sözünü tutmazdı. Bu tekrarların tamamı Arap klişelerini andırıyor ve netice olarak, Camp David müzakerelerinin başarısızlığı Arafat’ın güvenilmez kişiliğine fatura ediliyor.
Arafat'ın ardından şimdi de Hamas gayrimeşru hale getirilmeye çalışılıyor. Hangi vasıtalarla?
Batılıların gözünde Hamas'ın Fetih'e kıyasla bir handikabı var. Her ikisi de Müslüman Kardeşler’den geliyor olsa da Fetih, vaaz vermeyi ve tedrisatı bir kenara bırakarak siyasi bir örgüt olma sürecine girdi ve Müslüman Kardeşler’den kopmak adına dinî bileşenden uzaklaşmayı seçti.
- Ancak Hamas, Filistin toprakları üzerindeki iddiasını halen kültüründeki milli bileşenle bir arada bulunan güçlü bir İslâmî bileşen üzerine kuruyor. Bu nedenle medyanın gayri meşrulaştırma yöntemlerinden biri de dinî bileşene çok daha fazla ağırlık vermektir. Oysa benim görüşüme göre, ulusal bileşen giderek daha önemli bir hale geliyor.
Örneğin, Hamas ve El Kaide arasında kesinlikle yalan yanlış bağlantılar kuruluyor ya da Hamas İran stratejisinde basit bir oyuncak, İsrail yakınlarında silahlandırılan bir tür Truva atı olarak lanse ediliyor, lakin hiç de öyle değil. Elbette Hamas İran ile ilişkilerini sürdürüyor ve ondan yardım alıyor, buna şüphe yok ancak Hamas, İran'ın çıkarlarını gözetmeyen bir Filistin hareketidir.
Aynı şekilde İran iktidarı, Arap-Müslüman dünyasındaki diğerleri gibi, Filistin sorununu gerçekten Filistinliler lehine savaşmaktansa kendi imajı için kullanıyor.
Ancak propaganda, Hamas'ın artık kendi başına var olamaması için bu bağlantıları suni bir şekilde büyütüyor. Artık ya "İslâmcı Nebula"nın bir parçası ya da İran stratejisinin basit bir oyuncağıdır. Bütün bunların neticesinde ise Filistin meselesi Hamas'ın söyleminden kaldırılıyor.
Yine de Hamas'ın itibarını zedeleme konusunda intihar saldırıları büyük rol oynadı.
Her şeyden önce Hamas 2007'den bu yana bu saldırılarla ilişiğini kesti. Metinler öyle söylüyor ama asla alıntılanmıyor. Siyasi söylemi meşrulaştırmanın özü, onun terörist karakterinin altını çizmekten ibarettir; bu saldırılar başka bir zemine oturtulur.
- Söylememde bir beis yok bizim için, kültürümüzün bakış açısına göre intihar irrasyonel, çılgın ve kabul edilemez bir şeydir. Fakat kendine bir bomba bağlayıp infilak etme fikri Müslümanlara has bir şey de değildir. Batı bu anlamda kötü niyetlidir.
Ancak Hamas örneğinde önemli olan, rasyonalitenin başka bir düzeyde müdahale etmesidir. İntihar bombalamaları her zaman bir İsrail saldırısına yahut daha önce yaşanmış bir olaya tepki olarak gerçekleşir. Masum insanları hedef aldıkları için kör ve aptaldırlar ama siyasi refleks bakımından öyle değiller.
Hamas'ın ilk intihar saldırısı Nisan 1994'te, camide namaz kılan 29 Müslüman'ın Yahudi bir fanatik tarafından öldürüldüğü Hebron katliamından sonra gerçekleşti.
Mart-Nisan 1996'daki saldırı dalgası ise Hamas lideri Yahya Abdüllatif Ayyaş'ın, Şimon Peres iktidarı sırasında İsrail tarafından suikastla öldürülmesinin neticesidir. Üstelik bu suikast, her şeyin hızla barışa doğru ilerleme sürecine girdiği beklenmedik bir anda gerçekleşmişti. İsrail kamuoyu açıktı ve birden bire bu İsrail eylemi ve Hamas saldırıları dalgası zuhur etti.
Ancak mantıksız olarak sunulan ve masum insanlar hedef alındığında tasvip edilmeyen bu şiddet siyaseten mantıksız değildir. Açıkçası bu eylemleri anlamlandırmak için daha önce yaşananlara, İsrail'in neler yaptığına bir açıklık kazandırmak gerekiyor. Tam olarak gizlenen budur. Bunu kör bir şiddet olarak sunmak klasik meşrulaştırma sürecidir. Bir açıdan öyle ama başka bir açıdan hiç öyle değil.
Tüm bunlar medyadaki önyargının bir tezahürü. Müsebbibi lobi mi?
Gerçekten de soykırımın hatırasını sömüren lobilerin varlığı inkâr edilemez. Fakat İsrail-Filistin savaşı aynı zamanda İsrail'in Kuzey’de konumlandığı bir Kuzey-Güney çatışmasıdır. Bu nedenle bizimkiyle bir özdeşleşme süreci vardır.
Kuzey-Güney çatışması mı?
İsrail, Batılı güçlerin bir nevi elçiliği olarak tasarlanmış ve örgütlenmiş bir ülkedir. İlk olarak, 50'li yıllarda Fransa ile platonik bir yakınlaşma dönemi yaşarlar, ardından 1956'da Süveyş'in başarısız olması ile birlikte hamiliği ABD yönetimi devralır.
Başlangıçta Fransa, Arap kartını oynamanın daha iyi olacağını düşündüğü için İsrail'i uzak tutar ancak Nasır ve Suriye'nin yükselişiyle Fransızlar artık Arapları kontrol edemeyeceklerini anlayacaklardır.
- Fransa kısmen geri çekilir çünkü Süveyş Krizi Fransa’ya büyük bir darbeydi. Üstelik De Gaulle iki yıl sonra iktidara geldi ve Cezayir sorununu çözmek zorunda kaldı. Bu nedenlerden ötürü Fransa, İsrail'i destekleme görevini ABD'ye devredecektir, ancak her iki güç için de önemli olan her zaman Batılı güçlerin ekonomik, stratejik, entelektüel ve kültürel çıkarlarıdır.
Ayrıca Fransa'da çok güçlü bir Yahudiazınlığın var olması ve birçoğunun ailesinin İsrail’de yaşıyor oluşu ilginç bir durumdur. Öyle ki tatil için Eilat'a (Eylat), bayram kutlamaları için Tiberias'a (Tiberya) gidilir. Bu, başka hiçbir ülkede rastlanmayan duygusal bir yoğunluk yaratır. Fransa'da İsrail yabancı bir ülke olarak görülmez bir bakıma ve İsrail'in kaderine aşırı duyarlı bu azınlıklar arasında Fransız toplumunda etkili insanlar vardır. Nesiller boyunca gelip iktidardaki boşlukları doldurdular. Başta medya olmak üzere pek çok alanda güç sahibi bu insanlar Fransa siyaseti için çok değerli görülür ve onlara kabalık etmek istenmez.
Buna rağmen bazı medya kuruluşları bazen İsrail'i yirmi yıl öncesine kıyasla daha fazla eleştiriyor. Bu evrimi neyle açıklamalı?
İsrail propagandasının argümanları öyle çok tekrarlandı ki etkisini yitirdi. Gittikçe daha fazla insan en azından korkunç bir güç dengesizliği olduğunu kabul etmeye başladı. İsrailli iktidar sınıflarının aslında barış istemediğini de çok yakın zamanda idrak etmeye başladık. Çok uzun bir süre boyunca bunu kesinlikle Filistinlilerin istemediğini ve hata ettiklerini düşündük. Sorunun kökeninde İsrailli liderlerin barış istememeleri gerçeğinin yattığını yeni yeni kavrıyoruz.
El-Cezire kanalında ve internette yayınlanan görüntüler bu gelişime katkı sağladı mı?
Özellikle Gazze’deki katkısına tanık olduk, iki aşamalı bir muhteva vardı. İlk olarak Batı Avrupa vatandaşlarına saldırganın Hamas olduğu ve İsrail'in meşru müdafaa içinde hareket ettiği söylendi.
Bir tertip olarak değerlendirdiğim ikinci aşamada ise Arap kanallarından gelen görüntülerin yayınlanmasına izin verildi. Ancak en kötü olasılıkla insanlar kendilerine İsrail'in abarttığını söylediler.
1.400 ölü, muhtemelen bin sivil, çok sayıda çocuk, yıkılan hastaneler… Filistinli bir doktorun İsrail televizyonundaki canlı yayında üç kızının birden bombalı saldırıda öldüğünü öğrendiği o sembolik vaka insani bir tepki doğurdu. Tüm bu şiddet kamuoyuna damgasını vurdu; kendi kendilerine bunun beceriksizlikten, sivil zayiatından ya da Hamas’ın halkı canlı kalkan olarak kullanmasından ibaret olamayacağını söylediler.
Kısacası algı değişti ve uluslararası diplomasi bunu dikkate almak zorunda kalacak. Çünkü İsrail’in onlarca suç işlemesine rağmen çok sevildiğine dair bir iddiası var. Uluslararası toplumun görüşü çok mühim ancak Gazze ve Lübnan'daki savaşla birlikte iki kez sivil katliamı yaşandı ve kurban sayısının izlenen hedeflerle hiçbir ilgisi yok. Dahası, askeri düzeyde bunlar iki ayrı başarısızlıktı. Bu yüzden İsrail'in imajının gerçekten çok kötüye gittiğini düşünüyorum ve bu, vicdanların gelişimi için olumlu bir değişkendir.
Ancak Gazze şoku geçer geçmez her zamanki söylem devam ediyor: "Her şey Hamas'ın suçu...". Ne yapılabilir?
Bu zor bir soru. Biz gazeteciler, aydınlar veya akademisyenler olarak gerçeği en iyi şekilde tanımlamaya çalışmalı ve hâkim söylemlerle yüzleşmeliyiz. Medyada kendilerini ifade etme ayrıcalığına sahip olmayanlar için oraya gitmemiz gerektiğini söyleyebilirim. Gazeteci olmadığı halde toplumsal bir görev addederek sahaya giden kimselerin erdemlerine kuvvetle inanıyorum. Çok güçlü basit referans kitapları var. Eşmerkezli ve ortak hedefe yönelen çemberler ile görüşler değişir, bu da gazetecileri harekete geçirir.
Gazetecilerin hepsini bir tutabilir miyiz?
Hayır, medyanın eleştirilerini nitelemeliyiz. Ayırt etmek gerekiyor. Bir yanda İsrail yanlısı entelektüellere çok yakın, özel olarak yazan ve ideolojiye son derece bağlı gazeteciler var. Öte yandaysa ayrı telden çalan muhabirler var ve ne yazık ki hiçbiri kanaat önderi değil. Vatandaşlarımızdan çok azı gazetelerin iç sayfalarını ve kıyıda köşede kalmış makaleleri okuyor. En kötüsü de birçok şeyin yazılıp pek azının itibar görmesi.
Gazetecilerin tamamının aynı sepette çürümüş olduğunu varsaymak doğru olmaz. Sorun şu ki, kanaat önderlerinden oluşan küçük seçkinler başyazıları, ön sayfaları, televizyon haberlerini kontrol altında tutuyor. Bunlar, İsrail'i koşulsuz savunmak konusunda oldukça tutarlıdır ancak meslektekilerin tamamını yansıtmazlar. Genelleme yapmak doğru olmaz.
Hâlâ iyimser bir bakış açısı var mı?
Çeşitli faktörler rol alıyor. Filistinlilerin lehine olan demografik evrim teorisi, İsrail'in Yahudi karakteri sorununu ortaya çıkaracaktır.
Sharon bile ‘Duvar’ı ile (Batı Şeria Duvarı) “Bir noktada durmak zorunda kalacağız. Genişlememizin sınırları olacak" diyerek, bir şekilde geleneksel Siyonizme bir mesaj vermiş oldu.
Bu yüzden İsrail sağının, belki de soldan daha fazlasının bu demografik sorunun farkında olduğunu düşünüyorum. Demografik evrimin gerçekleşmesine izin vermektense bir duvara sahip olmanın daha evla olduğunu kendilerine söylemelidirler. Gerçek bu, ancak politikacıların önümüzdeki elli yılı öngörmesine yol açabilir. İsrailli liderler şunu idrak etmelidirler ki İsrail için ortalama bir barışın sağlanması, kendi çıkarları için yıkıcı olacak bu süreçlerin gerçekleşmesine izin vermekten çok daha iyidir.
Konuyla ilgili okuma yapmak isteyenler için:
- -Denis Sieffert ve Joss Dray, La guerre israélienne de l’information, La Découverte, Paris, 2003.
- -Denis Sieffert, La nouvelle guerre médiatique, israélienne La Découverte, Paris, 2009.
- -Denis Sieffert, Israël -Palestine, une passion française, La Découverte, Paris, 2004.