"Filistin'i bölüşmek"
29 Kasım 1947 Cumartesi günü tüm dünyanın heyecanla beklediği an gelip çatmıştı. 56 üye ülke delegelerinin Birleşmiş Milletler binasına gelmeye başladığı saatlerde bile kararın ne olacağı hâlâ belli değildi.Toplantı salonunun önünde toplanan ve ellerindeki afiş ve pankartları sallayan bir sürü siyonizm taraftarı, geniş güvenlik önlemleri alan New York polisi ve dünya basınından birçok ajansın muhabirleri bu heyecanlı anı bekliyordu.
Birinci Dünya Savaşı, İttifak Devletleri'nin (Avusturya-Macaristan, Almanya, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu) yenilgisi ve 1917'de Bolşeviklerin Rusya'da iktidarı ele geçirerek Sovyetler Birliği'ni kurması gibi sonuçlarıyla Avrupa siyasî haritasını kökten değiştirmişti.
Üstelik savaş sonrası değişen küresel güç dengeleri, Avrupa’da yükselen milliyetçilik akımlarını tetiklemişti. Bir İtilaf müttefiki olan İtalya, İngiltere ve Fransa'nın İtalyanların savaşa girişini sağlamak için verdikleri sözlerin barış antlaşmasında yerine getirilmemesi yüzünden öfkeliydi. Bu öfke sonucunda Benito Mussolini önderliğindeki faşist hareket İtalya’da iktidarı ele geçirmişti.
Öte yandan savaştan hemen sonra imzalanan Versay Barış Antlaşması ile Almanya savaşın ağır faturasını üstlenmek durumunda kalmıştı.
- Savaşın bir sonucu olarak 1918-1919 Alman Devrimi ile Alman İmparatorluğu yıkılıp yerine demokratik bir hükümet kurulsa da Adolf Hitler, 1933'te Almanya Şansölyesi olunca ırk temelli ve radikal yeni bir dünya düzenini benimseyerek demokrasiyi ortadan kaldırmış ve kısa süre sonra büyük bir silahlanma gayreti başlatmıştı.
Hitler’in tekrar silahlanma programını hızlandırıp, zorunlu askerliği başlatarak Versay Antlaşması'nı ihlal etmesi ile Avrupa’da ortam iyice gerilmiş ve artık tüm dünya ikinci bir dünya savaşının ayak seslerini duymaya başlamıştı.
Avrupa’da tüm bunlar yaşanırken savaşın galipleri Fransa ve Rusya ile Ortadoğu’yu paylaşma gayretine giren İngiltere, bir yandan himaye ve sömürgelerindeki problemler ile uğraşıyor (özellikle İrlanda ve Hindistan) diğer yandan işgal ettiği Filistin topraklarında Arap-Yahudi meselesini çözmeye uğraşıyordu.
Filistin'de kanlı bir kaos
Filistin toprakları İngiltere için hiç şüphesiz bölgedeki vazgeçilmez bir öneme sahipti. Çünkü İngilizler, Ortadoğu’nun kalbi denilen bu topraklarda Balfour Deklarasyonu (1917) ile sözünü verdikleri Yahudi devletinin kurulması için ellerinden geleni yapıyor ve yaklaşan ikinci bir dünya savaşına doğru dönemin güçlü ülkelerinden ABD’yi yavaş yavaş yanlarına çekmek istiyordu.
Fakat Filistin’i yönetmek zannedildiği kadar kolay değildi, nice imparatorlukların yıkılışına sebep olan bu kadim toprakların İngiltere’yi ne kadar barındıracağı oldukça merak konusuydu.
İki savaş arasında siyasal, ekonomik ve jeopolitik hırsları yüzünden Filistin serüvenine sürüklenen İngiltere ise, birbirleriyle çelişen taahhütlerin tuzağına düşmüştü.
- Bir yanda 1930 yılında Irak’ın, 1936’da da Suriye’nin Fransızlardan bağımsızlıklarını kazanması ile cesaretlenen Araplar, diğer yanda Hitler soykırıma maruz kalan ve artık devletlerini kurmak isteyen Yahudilerin, İngilizlerin başarısız yönetimi altında birbirlerini yok etmek istemesi olayları bambaşka bir boyuta getirmişti.
İngilizler yaklaşan Hitler tehlikesine karşı Araplarla dostluk bağlarını koparmamak için 1917’de Balfour Deklarasyonu ile Yahudi devleti sözünü verdiği siyonistlerle ters düşmüştü. Üstelik Filistin’de kamu düzenini sağlamak için yüz bin askerden aşağısını barındırmasa da bu Yahudi ve Araplar arasındaki ateşi söndürmeye yetmiyordu.
- Özellikle 1921, 1929 ve 1933 yılları Filistin’de Arap bağımsızlık yanlıları ve Yahudi milis çeteleri arasındaki kanlı bir kaosun yaşandığı yıllar oluyordu. İngiltere için işler artık içinden çıkılmaz bir hal almaya başlamıştı. 1937-1939 yılları arasındaki kargaşa ve üç binden fazla insanın karşılıklı silahlı eylemler ile ölümü olayların ne denli kontrolden çıktığının göstergesi oldu.
Filistin’deki bu yönetim zorlukları ile baş etmeye çalışan İngiltere galip devletler safında yer almasına rağmen İkinci Dünya Savaşı’ndan daha da güç kaybederek ayrılmıştı.
İngilizler artık, imparatorlukları üzerinde batmadığına inandıkları güneşin ufuk çizgisinde yok oluşunu izlemekle meşguldü.
Buna rağmen İkinci Dünya Savaşı’ndan iki yıl sonra bile, İngiliz askerlerinin hâlâ majestelerinin hizmetinde can verdikleri tek yer Filistin’di.
Böylece 1947 yılında İkinci Dünya Savaşı sonrasının şartlarında, uzun süredir yönettiği ve sömürdüğü birçok bölgeden resmen çekilen savaş yorgunu İngiltere aynı yıl hem Hindistan sömürgesinden hem de Filistin’den çekilme kararı almıştı.
İngiltere Filistin topraklarının yönetilmesi sorumluluğunu henüz çiçeği burnunda yeni kurulmuş Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na bırakarak bölgeyi terk edecekti.
Üstelik ardında yıllar sonra bile devam edecek kanlı bir kaos bırakarak…
Birleşmiş Milletler Teşkilatı
24 Ekim 1945'de resmen kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın da meseleyi nasıl çözeceği tam bir muammaydı. Üstelik henüz iki yılı doldurmamış olan bu teşkilata bağlı 56 üyenin çoğu dış politikaya yeni girmiş ya da bölgeye dair hiçbir bilgisi ve ilgisi olmayan ülkelerdi.
Dolayısıyla Ortadoğu ve dünyanın düğüm noktası olan Filistin meselesinin nasıl çözüme kavuşturulacağı ve Araplar ile Yahudiler arasında paylaştırılıp paylaştırılmayacağı ve üye ülkelerin paylaştırma kararına karşı tavırlarının ne olacağı tam bir muammaydı.
Örneğin ayrılmalarını henüz yeni gerçekleştirmiş olan Hindistan ve Pakistan’ın oylarının ne yönde olacağı, Amerika Birleşik Devletleri’nin hegemonyasına karşı bağımsızlıklarını gösterme fırsatı arayan Latin Amerika ve Uzak Doğu ülkelerinin nasıl bir tavır alacağı oldukça merak konusuydu.
Ayrıca Arap ülkelerindeki çıkarlarla, Yahudi dostluğu arasında kararsız kalmış olan Fransa ve Sovyetler Birliği’nin tutumu belli değildi.
Ancak bilinen bir şey vardı ki hiç kuşkusuz bu ülkelerin içinde oyu şimdiden belli olan hatta oylamada paylaştırma kararının alınması için elinden gelecek her şeyi yapmaya hazır olan ve siyonist Yahudilerin isteklerinin gerçekleşmesi için büyük bir çaba harcayan bir devlet vardı: Amerika Birleşik Devletleri.
ABD’nin siyonizme desteği
1930’larda petrol şirketleri vasıtasıyla Ortadoğu’da varlığını yavaş yavaş hissettiren ABD, bölgede siyonizmin en büyük destekçisiydi.
Tabii İngilizlerin bölgeden çekilmesi sebebiyle siyonist düşüncenin stratejik olarak ABD’ye yanaşması, bu ülkeyi Filistin meselesine daha fazla eğilmeye yönlendiriyordu.
- Birleşmiş Milletler Filistin’i paylaştırma kararının oylanması için 27 Kasım 1947 gününü belirlerken ABD ve Yahudi Ajansı, oylamaya katılacak olan üye ülkeler üzerindeki baskıları da artırıyorlardı.
Dönemin ABD Başkanı Harry Truman, Birleşmiş Milletler'deki temsilcisi büyükelçi Herschel Johnson’ı eğer Birleşmiş Milletler Filistin’in paylaşılması yönünde karar almazsa sonuçlarına şahsen katlanacağı yönünde “nazikçe” uyarmıştı.
Aynı şekilde, başkanın danışmanı olan iş adamı Bernard Baruch, Fransa’nın Birleşmiş Milletler’deki delegesi Alexandre Parodi’yi, ülkesinin paylaştırmaya karşı çıkması halinde Amerikan yardımının kesilmesinin muhtemel olduğunu söyleyerek tehdit etmekten çekinmemişti.
İki bin yılın sonunda...
- ABD’nin tüm bu yoğun baskı diplomasisine rağmen Yahudi Ajansı şefleri 26 Kasım Çarşamba günü, oylamaya yetmiş altı saatten daha az bir süre kala gerçekle yüz yüze kalmışlardı. Her seferinde paylaşma kararına destek veren ülkeleri sayan ajans, istedikleri sayıya bir türlü ulaşamadıklarını görüyordu. Yani iki bin yıl boyunca “Seni unutursam ey Kudüs, sağ elim hünerini unutsun” yakarışında bulunan Yahudiler için her oy hayati öneme sahipti.
Eğer önceden kararlaştırıldığı gibi, oylama öğleden önce yapılırsa bir Yahudi devletinin kurulması kesinlikle tehlikeye düşüyordu. İki bin yıllık bir beklemeden sonra, Yahudi halkının hayallerinin gerçekleşmesi belki de birkaç saatlik bir uzatmaya bağlı kalıyordu.
Her yıl Pesah Bayramı'nda “gelecek yıl Kudüs’te” temennileri ile kadehlerini tokuşturan Yahudiler, dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudi halkının bir devleti olması için kesinlikle gerekli olan son birkaç oyu toplamak zorundaydılar.
Bir şekilde ne pahasına olursa olsun oylamayı geciktirmeliydiler. Bu tehlike karşısında Yahudi Ajansı’nın Dışişleri Bakanı Moşe Sharett’in aklına eski bir parlamento taktiği geldi: Kürsüyü oyalamak…
Baskı diplomasisi
- Sabahın ilk saatlerinde Yahudi yetkililer hemen Birleşmiş Milletler toplantısına koşup kendilerinden yana olan tüm delegeleri topladılar onlara ve akşama kadar kürsüyü meşgul etmeleri için yalvardılar. Arap ülkeleri temsilcileri ilerleyen saatlerde bu manevranın farkına varsalar da iş işten geçmişti. Üstelik takvimdeki büyük bir “rastlantı” sonucu ertesi gün Şükran Günü Bayramı olduğundan BM taksim planı toplantısı daha ertesi güne kalıyordu. Yani aslında Yahudiler 48 saatten fazla zaman kazanmışlardı.
Bu hayati süre boyunca, paylaştırma kararına karşı olduğu bilinen dört ülke; Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinler inanılmaz bir baskı ve hatta tehdit ile karşılaşacaklardı.
Paylaştırma kararı alınması için Yahudilerden desteğini asla esirgemeyen ve paylaştırmayı desteklemeyen ülkelerden en az ikisinin tutumunun değişmesi gerektiğine inanan Amerika Birleşik Devletleri de Siyonist Yahudilere bütün gücü ile yardımcı oluyordu.
New Yorklu parlamento üyesi Emmanuel Cellar, başkana yolladığı açık bir telgrafta Yunanistan gibi ülkelerin yola getirilmesini istiyor ayrıca Filipinler başkanına çekilen telgrafta paylaştırmaya karşı çıkma kararında diretirse ülkesinin milyonlarca Amerikalı dost ve taraftarını kaybedeceği bildiriliyordu.
Yine 26 kongre üyesinin araya girmesi ve Yahudi Ajansı’nın Amerikalı dostlarından üst düzey bir kişinin telefonla tehdit etmesi ve Washington’daki elçilerinin yakarışları sonucunda Filipinler başkanı, Birleşmiş Milletler’deki temsilcisine “çok yüksek ulusal çıkarlar” gerekçesi ile olumlu oy kullanma emrini vermeye ikna olmuştu.
- Siyonist ajanlar Harlem’de, Haiti temsilcisini kovalayıp yaka paça döverken, Amerika’nın en büyük lastik yapımcısı Harvey Firestone, Liberya başkanının tutumunu değiştirmeye ve Filistin’in paylaştırılması yönünde oy kullanmaya ikna etmezse Firestone ürünlerine büyük bir boykot uygulanacağı tehdidiyle karşı karşıya kalıyordu. Liberya biraz da Firestone’un malıydı çünkü. Şirketin bu ülkede, kauçuk elde ettiği dört yüz bin hektarlık çiftlikleri vardı. Ayrıca yeni ve çok büyük yatırımlar yapmaya hazırlanıyordu. Dolayısıyla Liberya Firestone’un avuçlarındaydı…
Adaletsiz bir karar günü: 29 Kasım 1947
29 Kasım 1947 Cumartesi günü tüm dünyanın heyecanla beklediği an gelip çatmıştı. 56 üye ülke delegelerinin Birleşmiş Milletler binasına gelmeye başladığı saatlerde bile kararın ne olacağı hâlâ belli değildi.
Oylama yapılan salonunun önünde toplanan ve ellerindeki afiş ve pankartları sallayan bir sürü siyonizm taraftarı, geniş güvenlik önlemleri alan New York polisi ve dünya basınından birçok ajansın muhabirleri bu heyecanlı anı bekliyordu.
- Toplantı saati yaklaştıkça dünyanın her yerinden arayanların çokluğu sebebiyle Birleşmiş Milletler telefon santrali arızalanmış ve Birleşmiş Milletler koridorlarında korkunç söylentiler dolaşmaya başlamıştı. Bu söylentilerden birine göre paylaştırmaya karşı çıkacağı bilinen Tayland delegesi, kendisinden kırk sekiz saat haber alınamamasının ardından ölü bulunmuştu. Birleşmiş Milletler karargâhı, tarihinde görmediği bir heyecan ve korkuyu aynı anda yaşıyordu.
Bu kargaşa içinde oylama saati gelmiş ve nihayet ülke delegeleri, gözlemciler ve basın mensupları yerlerini almıştı.
Siyah kaftanıyla bütün dikkatleri üzerine çeken Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Abdülaziz, oldukça stresli Arap delegeleri kafilesinin başında içeri giriyordu.
Oturumun ertelenmesini sağlayan Moşe Sharett ve Yahudi Ajansı üyelerinin akıllarında hâlâ sayılar vardı ve ellerinde listeler dolaşıyordu. Üzerlerinde dayanılmaz bir gerilim hissediyorlardı ve kesin karara dakikalar kala, Yahudi devletinin kurulamama ihtimali hâlâ devam ediyordu.
Siyonist liderlerin tam karşısında Filistinli Arapların temsilcisi, Kudüs müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin yeğeni Cemal Hüseyni soğukkanlılıkla olan biteni izliyor ve yanındakilere 'Eğer Birleşmiş Milletler Filistin’in paylaştırılması yönünde bir karar alırsa, Araplar İngilizler gider gitmez var güçleriyle Yahudilerle savaşacak' diyordu.
Moşe Sharett ise yanındakilere “paylaştırma kararı alınırsa devletlerini kolaylıkla kuracaklarını ama eğer alınmazsa Araplarla sonuna kadar savaşarak devletlerini kurmaları gerektiğini” hatırlatıyordu…
Oylamada İngiltere çekimser oy kullanırken ABD, Sovyetler Birliği ve Fransa paylaşmayı onayladı. Sovyetlerin bu yöndeki oyunun sebebi Ortadoğu’da etkin güç olan İngilizlerin gidişinden sonra bölgedeki karışıklıktan istifade edebilme ihtimaliydi. Çünkü Ruslar bu kararın ortalığı karıştıracağını biliyordu.
Yaklaşık üç dakika süren oylama sonucunda; 33 kabul, 13 ret ve 10 çekimser oyla Birleşmiş Milletler, 181 Sayılı Genel Kurul Kararı'yla Filistin topraklarının Araplar ve Yahudiler arasında bölünmesini onaylıyor ve oldukça adaletsiz bir karara imza atıyordu.
Bu bölüştürmeye göre Filistin’in tarihi topraklarının %56,5’i nüfusun %33’ünü oluşturan Yahudilere, %43,5’i ise nüfusun %67’sini oluşturan Araplara veriliyordu.
Taksim Planı'na göre Filistin topraklarında 11 bin kilometrekarelik bir Arap devletinin kurulması öngörülüyordu. Bu devlet; Celile, Akka, Aşdod kentinden Refah kentine uzanan sahil şeridi, Batı Şeria ve Mısır sınırında bulunan sahra bölgesini içeriyordu.
Yahudiler için ise 15 bin kilometrekarelik bir devletin kurulması planlanıyordu. Bu devletin sınırları; Hayfa sahilinden Tel Aviv’e; Doğu Celile, Negev, Eilat ve Taberiye Gölü'nü içine alıyordu.
Kudüs, Beytüllahim ve civarındaki beldelerin de uluslararası bir yönetim altında kalması hedefleniyordu.
Birleşmiş Milletler'in bu oylaması hem resmî olarak hem de Arap halkları nezdinde kabul görmedi.
- Alınan bu adaletsiz karar “Filistin’i kurtarma” hedefiyle hazırlıklar yapan Arapların "Filistin’i Kurtarma Savaşı" olarak adlandırdıkları ve hayal kırıklığıyla sonuçlanan meşhur 1948 Savaşı’na yol açacaktı.
Böylece bölgede bitmeyen bir savaşın fitilini ateşleyen bu adaletsiz karar aradan 76 yıl geçse bile hâlâ etkilerini göstermeye devam ediyor.
İslâm dünyasının elindeki imkânlar günlük siyaset, kavga ve hırslara kurban edilirken ve çözüm için hâlâ Birleşmiş Milletler kararı olması gerektiği konuşulurken Filistin’deki yangın sönecek gibi değil…