“Onlara göre Gazzeliler insan bile değil”
Çoğu sivil olmak üzere 1300 kişi öldü ve 5500 kişi yaralandı. 5000 ev yıkıldı, 20000 aile sokakta kaldı. Aralık 2008 - Ocak 2009 saldırıları sırasında Gazze'de işlenen vahşete İsrail nasıl bir tepki gösterdi? İsrail’deki "barış hareketi"nin bir anda ortadan kaybolması nasıl açıklanıyor? Bu homojen bir toplum mu yoksa tam tersi mi ve son olarak, Gazze saldırısı durumu değiştirdi mi değiştirmedi mi?
Fransızcadan çeviren: Firdevs Yiğit
"Gazze'den önce" ve "Gazze'den sonra" diye bir ayrım yapabilir miyiz?
Evet, İsrail'in yurtdışındaki imajına rağmen uluslararası insancıl hukuku reddetme iştiyakı nedeniyle bu olay bir dönüm noktasıydı. Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, İsrail'in demokratik bir ülke olduğu iddiasından tamamen farklı olarak “bazen yoldan çıkabileceğimizi gösteriyoruz” diye bir açıklamada bulunmuştu. Evvela kendilerine saldırdığı için Lübnan'a gireceklerini söyledi. Ardından Cenin'de intihar saldırılarına yanıt verildiğini iddia etti. Bu defa kamuoyunu ikna etmeye bile çalışmıyordu.
“Gazze'ye saldırıyoruz, çünkü Gazze'ye saldırmaya karar verdik ve işimize geldiği gibi tüm uluslararası ve hatta insani kaygıları görmezden geliyoruz”. Katliama uğrayanların kadınlar, yaşlılar ve çocuklar olduğu gerçeği artık dikkate alınmıyordu.
Her şeye rağmen ortada "Hamas ateşkesi uzatmayı reddetti" iddiası vardı.
Bu iddia Avrupa'da pek yankı bulmadı. Öyle gülünçtü ki. İsrail arabulucuların, özellikle Mısırlıların tüm yaklaşımlarını reddederek bu ateşkesin yenilenmesini istemediğini bizzat kanıtladı. İsrail söz konusu ateşkesin içeriden kendisine dayatıldığını, onu bertaraf ettiğini ve ondan kurtulacağı anı kolladığını (zaten) vurgulamıştı.
Hamas'ın bir terör örgütü olduğu gerekçesiyle İsrail'in kendini ve Avrupa'yı savunduğu iddiası da var.
İsrail'in son yirmi yıldır izlediği politika bu. Fakat bu yalnızca, kendisini komünizme ve Arap milliyetçiliğine karşı özgür ve demokratik dünyanın savunucusu olarak konumlandırdığı zamanlardaki eski politikasının bir tezahürü. Hedefinde kızıllar değil, İslâm var artık. Fakat kırmızının yerine yeşili koymak suretiyle aynı stratejik ve felsefi çerçeveye sahip.
Söylem hala aynı. Bu söyleme göre artık sadece İsrail'i değil, dünyanın bir bölümünü uluslararası terör tehdidine karşı savunmak söz konusudur.
- Bu eğilim 80'li yıllarda Netanyahu ile başladı, neo-muhafazakâr stratejinin, İsrail’in ve hatta küresel stratejinin merkezinde yer aldı. SSCB'nin (Sovyetler Birliği) dağılmaya başlamasından itibaren yeni küresel düşmanın tanımlanması gerekiyordu. Süratle uluslararası terörizm, İslâmî terörizme indirgenerek İslâm’ın kendisi hedef alındı.
O noktadan itibaren dünya, Yahudi-Hristiyan kökenleriyle Batı medeniyeti ve Müslüman dünyasının geneli (yani vahşiler, barbarlar) olarak ikiye bölündü. Aykırı görünebilir ama Hamas, Hizbullah ve El Kaide'yi birbirine karıştıran bir komplonun parçası olarak Filistinliler ikincil bir düşman haline geldi.
Tüm bunlara cehaletten mi inanıyorlar yoksa hepsi sadece bir propaganda çalışması mı?
Hayır, bunlardan daha fazlası. Bu bizim zamanımıza özgü bir durum. Netenyahu gibi müstehzi propagandacılar, dünya hakkında en ufak bir fikri olmayan Ehud Olmert gibi kara cahiller ve bu küresel savaşı uygulayan ideologlardan oluşan bir karışıma sahibiz.
Gazze'ye karşı yapılanların anlamı nedir?
Barbarlık. Bu bir savaş değil, hemen hemen bir soykırım. İsrail'in hayal dünyasında onlarca yıldır Gazze iyi, kötü, aptal, zeki, çocuk, sağlıklı ve sağlıksız insanlardan oluşan ve her şeyine sahip olacağımız 1,5 milyon nüfuslu bir toprak parçası değil. Hayır, Gazze sadece bir kavram.
70'lerde, 80'lerde birine "Cehenneme git!" demek yerine "Gazze'ye git!" derdik.
Gazze'yi işgal etmediklerine, etkisiz hale getirdiklerine inanıyorlar. Aslında Gazze onların nezdinde bir bombadan farksız. Bu imaj İsrail’in bilinçaltına kazınmış güçlü bir sabitedir. Son yirmi yılın neo-muhafazakâr politikasında Gazze ya da İran'a karşı önleyici savaş belirleyici olmuştur. İsrailli analistlerin birini veya diğerini tartıştığı nadirdir, sadece güç dikkate alınır.
Gazze'de işlenen vahşete rağmen, İsrail halkı saldırıyı ezici bir çoğunlukla destekliyor gibi görünüyordu.
"Çoğunlukla" mı, çok iyi niyetlisin! Oybirliğiyle desteklediler. Birkaç bin İsraillinin protesto etmesi dışında herkes bundan yanaydı. İsrail'de zaman zaman hükümetin eylemlerine karşı kitlesel protestolar yapıldı, ancak durum tam olarak bu değildi. Dahası Gazze'ye yapılan saldırıların amacı, diğer şeylerin yanı sıra, İsrail halkını birleştirmekti.
İsrail gücünü her zaman ulusal mutabakattan almıştır. 1973 Savaşı ile İsrail nasıl yenilgiye uğradığını, bu raddeye ne zaman geldiğini sorgulamaya başladı (çn: İsrail, savaşı kazanmasına rağmen 1967 savaşına oranla ciddi kayıplar vermiştir).
- Bir Filistin Sorunu vardı ve onu çözmek için bir muhatap gerekiyordu, bu da FKÖ'nün tanınmasına ve bu tarz bir müzakere sürecinin başlamasına yol açtı. Tüm bunlar, çoğunluğu kazanmadan ve hükümet politikasını değiştirmeden önce, başlangıçta çok azınlıkta olan bir kamuoyunun sonucuydu.
Peki bu muhalefet neden zayıfladı?
Aslında maalesef tamamen yok oldu. 2000 yılının Ağustos ayında ulusal bütünlüğü, fikir birliğini yeniden oluşturmuştuk, tam olarak 15 Ağustos'ta. Şu anda siyasi-askeri sınıf, aktif küresel savaş siyasetine tamamen kapılmış durumda. Orada, çatışmanın kaba kuvvetle aşılacağına inanılıyor. Esasen bu, İsrail siyasi sınıfında kapsamlı bir tartışma konusudur.
Yitzhak Rabin bir çizgiyi ve Barak-Netanyahu-Sharon üçlüsü başka bir çizgiyi temsil eder.
Yitzhak Rabin - Oslo müzakereleriyle - sömürgesizleştirmenin son neferidir. Sömürgeciliğin ardından, Kara Afrika'da kolonizasyon sona erdi; geriye sadece biz kaldık, sömürgeci İsrail ile sömürgecilik bizim çağımızın ufku oldu. Sağ cenahta bile “daha fazla süremez, er ya da geç geri çekilmek zorunda kalacağız” gibi baskın bir söylem var. Bu yüzden birkaç bölgeyi daha kemirebilmek adına sahada kullanışlı gerekçeler yaratmaya çalışıyoruz, ancak Rabin perspektifine göre işin sonu dekolonizasyondur.
Öte yandan İsrailli yeni muhafazakârlar - önce Netanyahu, sonrasında Barak- , "ama hayır, yeni bir dönemdeyiz. Rabin 70'ler ve 80'lerdeydi, geçip gitti" diyorlar.
- Rabin’e karşı gerçekleştirilen suikast, İsrail'in sömürgeciliğe uyum sağlaması gerektiğini idrak ettiği dönemi simgeliyordu ve bu nedenle, uzun vadede işgalin sona ermesini tasavvur edenler cezalandırıldı. Bu ikinci ekip öncekilere “hayır, dünyanın yeniden sömürgeleştirildiği bir devrin içindeyiz” diyerek mukabele ediyorlar.
Neden 15 Ağustos 2000?
Bu tarihte Barak, Camp David'den döner dönmez "cömert tekliflerde bulundum, Arafat tarafından reddedildi, çünkü o barış falan istemiyor” diye bir açıklamada bulunmuştu.
Ancak çok daha güçlü ve etkili olan aslında, İsrail kamuoyuna yönelik olarak söyledikleriydi. İki hafta boyunca, hemen her gün döngüsel olarak İsrail basınında "Planı deşifre ettik. Rabin tam bir enayi, hiçbir şey anlamadı" şeklinde manşetler yer aldı.
- "Filistinliler ve Arafat bizi denize dökmek istiyor", şimdiki söylemse bu. O hafta sonu basın yoluyla "Biz saftık, inandık. Bir daha asla, asla bir kere daha aldanmayacağız" diyerek af dileyen bir sol vardı.
Barak’ın bu açıklaması “her an saldırıya geçebiliriz” anlamına mı geliyor?
Kesinlikle. Bu Netanhayu tarafından uzun süredir neo-muhafazakâr bir strateji olarak tasarlanıyordu. Bir anlaşma şekli olan ve bazı haklar tanıyan Oslo müzakereleri sürecine bir son verelim. Artık yeniden işgal zamanı. Burada ve dünyanın başka yerlerinde, sadece toprakları ele geçirmekle kalmıyor, Filistin Yönetimi'nin elde ettiği özerkliği de geri çekiyoruz. Sembolik düzeyde bile olsa yeniden yapılanma söz konusudur. Arafat hapisten bildiriyor: “Artık uluslararası tanınırlığı olan Nobel ödülü değilsiniz, yeniden terörist ilân edilme zamanı”.
Buna rağmen Arafat’ın stratejisinde bir değişiklik yok.
Hayır, değişen o değil, dönen dünyadır. Kendine biçilen “kötü çocuk” rolünü oynuyor. İsrail halkının Filistinlilerin ıstırabına karşı kayıtsızlıklarına gerekçe olacak şekilde çatışmadaki yerini alıyor.
Barış cephesi çöküyor. Birkaç aydır aniden ortadan kaybolmasından dolayı çok endişeliyim. On binlerce insanı harekete geçiren bir hareket, kamuoyunda güçlü bir azınlık ve bizim gibi birkaç bin radikal aktivist dışında hiçbir şeyi kalmadı, ancak bu tamamen sıra dışı bir durum. Anlamakta gerçekten zorlandım. Bir günde yok olmanın eşiğine gelen bir kitle hareketi olamaz, bunu cidden aklım almıyor.
Artık buna bir açıklama getirebiliyor musunuz?
Bir gün, bir tarihçi bana 1914’ün Ağustos’unda yaşananları hatırlatarak bu durumun bir benzeri olduğunu anlattı.
O dönem Avrupa kamuoyu savaş karşıtıdır; Paris, Berlin, Milano ve Londra’da yüzbinlerce insan sokağa dökülüp "savaşa hayır!" diye bağırır ve bir hafta bile geçmeden, silahlarımız çiçektir deyip, haydi savaşa! naraları atarlar.
Camp David'in gönderdiği mesaj bir patlayıcıdır. Bunu basın kupürlerinde görebiliriz. O hafta sonu her şeyin değiştiğini söyleyebiliriz ve bugün 11 Eylül hadisesi de aynı şekilde itirazların bıçak gibi kesilmesine neden olmaktadır.
Ancak biz barış yanlılarını sömürgecilik karşıtı hareket adına en çok düşündürmesi gereken cephe İsrail cephesidir. Barış hareketinin iki taraflı bir zayıflığı vardı. "Artık Lübnan'da savaş istemiyoruz" diyen binlerce kişiden bazıları gerçekten bunu kastetmişti ancak iki önemli zaafları vardı:
- İçeride Filistinliler ve hakları dikkate alınmıyordu.
- İsraillilerin savaşçılığına inanmış, “İsrail savaşta rahat eden bir toplumdur. Üç kuşaktır buna alışkınız. Bizler eşsiz savaşçılarız. İşler nasıl yürütülür biliriz, bunun için eğitildik. Savaşı sevmiyoruz ama bu konuda rahatız” gibi bazı yaygın kanaatlere kapılmışlardı.
İsrail barış hareketi güç kaybetmesinden kendisi mi sorumlu peki?
Barışçıllığını büyük bir ihtiyat ve tereddütle yaşadı. İsrail’de çıkıp "önleyici bir savaş yapmalıyız" dediğinizde tehlikede sayılmazsınız ama "insanlara elimizi uzatalım, silahsızlanalım" derken muarızlarınız ve gelecek nesiller nezdinde ülkeyi tehlikeye atmış olursunuz, eğer işe yaramazsa -ki büyük ihtimalle yaramayacak- bir kısır döngüye girersiniz. Bu yüzden Filistinlileri kızdırmaya devam ediyoruz, zira buna gerçekten inanmıyoruz ve samimi bir teklifimiz yok.
Barış hareketinin adı "Şimdi". Tipik bir İsrailli tavrı; her şeyi derhal çözüme kavuşturmak istiyoruz. Ama olmaz, barış bir bütün olarak tarihsel sürece yayılmalı. Bununla birlikte savaşı sonlandırsak da hiç fena olmayacak.
Görünüşe göre sömürgeci İsrail kendi müzakere şartlarını dayatmak istiyor.
İsrail tarihiyle ve hatta modern batılı Yahudi nüfusun genel karakteriyle ilgili de bir sorun var ve hatta köklerin kolektif bilinçaltımızın derinliklerine dek uzandığını düşünüyorum. İsrail'de barış sürecini hep tepetaklak düşündük. Önce beni sevdiğini söyle ve bana sevgini göster, düşman sensin, Filistinli. Aksi halde elimden bir şey gelmez.
Eğer beni sevdiğini söylersen, barış sürecini düşünebiliriz. Şayet bir işe yarayacaksa, ateş etmeyi bırakırım.
Oslo süreci, işte bu demek. “Bir barış sürecine girersek sömürmeyi bırakacağız. Bu süreci ancak Filistinliler bize samimi olduklarını gösterirlerse ve hatta sevgilerini kanıtlayabilirlerse başlatacağız”.
Bu, İsrail siyasetinde çok güçlü bir görüş ve kesinlikle suçlu olduğumuz gerçeğini biliyor olmamızdan kaynaklanıyor. İsrail, Filistin’i inkâr etmeye devam ediyor ve konuşmaya başlamadan önce kendini garantiye almak istiyor.
- Bir keresinde, ordunun parlak komutanlarından biri olan Raphael Eitan "1948'de onlara ne yaptığımızı gayet iyi biliyorum, bizi asla affetmeyecekler ve onların yerine, pek çok nesilden sonra bile intikam almak isteyecekler" demişti.
En az bir taraf kesin şekilde barıştan yana değilken barış süreci bir yanılsamadan ibarettir. Arafat ancak bir yalancı olabilir ve Barak da bunu kullanıyor. İşte, bütün bunlar Gazze saldırısının nasıl mümkün olduğunu açıklamaya yeter de artar bile.
Gazze'deki sivil katliamlar ve bu yasaklı silahlarla yapılan saldırılar tamamen insanlık dışı.
Tam anlamıyla sınır tanımayan bir savaş. Gazze'deki soykırımı ve son otuz yılın İsrail politikasını anlamak için neo-muhafazakâr felsefeye vakıf olmak zorundasınız. Bu saldırı tüm uluslararası anlaşmalara meydan okuyor.
Avrupa'da bu duygu önceki çatışmalardan daha güçlüydü ve İsrail halkının çekilen acılara karşı duyarsız kalışını görünce şok olduk. Bu, içeride nasıl bir yankı bulacak?
Son derece tehlikeli, bu İsrail gerçeği bizi yakından ilgilendirmeli. Bütüncül bir dönüşüme ihtiyaç var. Siyasi tercihler, oy verme açısından demiyorum, çünkü İsrail bu düzlemde genellikle tek başına hareket etti. İnsani konularda tepki verememekten söz ediyorum. İnsanlık adına tüm dünya tepki verirken İsrail’de sanki insandan başka bir tür var ve sessiz kalıyor. Sanki yalnızca belli başlı kişiler değil, bütün bir toplum insani reflekslerini yitirmiş durumda.
Tarihte emsallerin olduğu doğrudur ve bu minvalde Nazi Almanya’sı gerçeğiyle paralellik kurmaktan geri durmayacağım. Almanya’da herkes Nazi değildi ama çok azı Nazi politikasına karşı çıktı. Almanya'da sessiz bir çoğunluk vardı belki, kim bilir. Irkçı söylemin, soykırımların, hatta tüm Nazi savaş politikasının karşısında duran bir çoğunluk, ancak kendilerini ifade edebilenler dahi bunun olmasını engellemek adına hiçbir şey yapmadılar.
Aynı şeyi İsrail için de söyleyebilirim, televizyonda gördüklerimizin çok da hoş olmadığını anlamış olması gereken güçlü bir azınlık var fakat bu, Barak'ın “Kutsal Birliği” yeniden kurma arzusunun gölgesinde kaldı.
- İsraillilerin büyük çoğunluğunun barışçıl, sağcıdan çok solcu, aşırılık yanlısı olmaktan çok ılımlı olduğunu bilinmelidir. Buna karşın sadece bir onsluk “Kutsal Birlik” için barışçıllıklarının %90'ını satacaklardır.
İsrail'de Kutsal Birlik bu kadar önemli mi?
İsrail halkını ne rahatsız eder biliyor musunuz? Bu katliamı görmekten, oğlunun ya da kardeşinin bu katliamda yer aldığını bilmekten de öte, çevresini kızdırmak. Bölünmek! Bu korku hemen her yerde var ama İsrail’de hastalık boyutunda, çünkü yeni bir ülke. Nihayetinde binlerce sebep var, ama her şey "birlikte" halledilir.
Bu yüzden Barak'ın Ağustos 2000'deki konuşması büyük etki uyandırdı. Ne demişti: "Vay be, yine beraberiz. Ayrılmayacağız!". Ailede bir ayrılık olsa her şey berbat olur, fakat herkes bir aradaysa herkes mutludur. Artık sivillere, hatta bir başbakana suikast düzenlensin, İsrail iki kampa bölünsün, bir iç savaş tehdidi (dedikleri gibi, çok abartılı da olsa) yaşansın istenmiyor. Yeniden, uyum için çabalayan tek bir kabile görüntüsündeyiz.
Bu birliktelik her zaman barış hareketinin zayıf yönlerinden biri olmuştur. Neden akla yatkın olmayan ve sağduyuya aykırı herhangi bir argümanı yutmaya hazırız? Güçler arasındaki dengesizlik aşikâr olsa da Gazze’de kendimizi kurban olarak görmeye çalışıyoruz. Bu mağduriyet hissi ile nedensiz görünen bir vahşetin şahitleriyiz. İsraillilerin küçük bir azınlığı olarak bizi ilgilendiren şey bu.
Gazze'de süregelen tüm bu dehşetten uzun vadede olumlu bir netice çıkabilir mi?
Bir yandan devletlerin, özellikle Arap devletlerininalçakça tutumlarına tanık olduk, ancak sadece onlarla sınırlı kalmadı. Katliamın tam ortasında, Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner'in İsrail'i selamlamaya geldiğini, çatışmanın ortasında onları nasıl okşayıp öptüğünü de gördük. Kendi kendine asla "hayır, zamanı değil" bile demedi, ahlaksız!
- Ama aynı zamanda, Kabil'den Caracas'a, Londra'dan Afrika'ya tüm gezegende dünya halklarının öfkelerini dile getirişine şahit olduk. Hepimiz aynı anda aynı korkunç görüntüleri gördük ve bir İsrailli olarak bu beni çok rencide etti. Dünyanın müşterek tepkisi buydu çünkü aşılmaması gereken sınırlar aşıldı.
Belki de Gazze'deki vahşetten, bu uluslararası isyanla beraber ümit var bir bakış açısı doğar.
Söyleyebileceğimiz şey, dünyanın insanlığını kaybetmediğidir. Hiçbir şey beni bu konuların alaycılarından daha fazla rahatsız edemez, biz biraz daha ayakları yere basan şeylerden konuşalım.
Örnekse BTY: Boykot-Tecrit-Yaptırım kampanyasının yapılması. Eğer sabırlı olursak uzun vadede bu kampanya son yirmi yılın bir ilki olacak. İsrail suçlarının basit bir şekilde kınanmasından, "size ödeteceğiz, onların haklarına saygı duymuyor musunuz? Hükümetlerinizi ve uluslararası kurumlarınızı bu hakları tanıyana dek yıllarca, hatta onlarca yıl sürse cezalandıracağız” diyen ofansif bir hareketin başlangıcına doğru bir geçiş yaptık.
Filistin halkına, insanlığa ödemekle mükellef olduğumuz bir borç bu. Bir ormanda mı yaşıyoruz yoksa kanun ve yaptırımlarla yönetilen bir dünyada mı? Gazze bu kampanyayı gerçekten hızlandırdı. İki yıl önce marjinal olan bu büyük kampanyanın henüz çok başındayız.
Kamuoyu bu işin bir parçası ve artık bir bedel ödeme zamanı. Kelimenin olumlu anlamında bir şantaj: “Ya oyunu kuralına göre oynayacaksın ya da cüzzamlı ilân edileceksin”.
Konuyla ilgili okuma yapmak isteyenler için:
- Michel Warschawski, Programlama Felaketi. İsrail siyaseti iş başında, La Fabrique, Paris, 2008.
- Avi Shlaim, Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası, Küre Yayınları, İstanbul, 2019.