İsrail petrolün polisi mi?
Yakın gelecekte petrol, genelde ekonominin ve özelde kapitalist ekonominin varlığını sürdürebilmesi için tartışma götürmez bir kaynak olarak kalacaktır. Bu nedenle, dünya petrolünün ana vatanının kontrolü bir yandan Avrupa, diğer taraftan İsrail ile aralarındaki ittifakı güçlendiriyor.
Çeviri: Firdevs Yiğit
İnsanı şaşırtan çok şey var, (mesela) İsrail-Filistin çatışması neden bu kadar süredir nihayete ermedi/çözümsüz kaldı? Dünyanın geri kalanında sömürgecilik uzun zamandır, en azından resmiyette sona ermiş görünüyor. Müzakere edilmiş bir çözümü baltalayan gizli sorunlar mı var?
ABD’nin, İsrail’i bu kadar önemsemesinin nedeni Holokost (çn. Nazi Almanyası dönemindeki Yahudi soykırımı) mu, yoksa lobi mi?
Bunun ne Yahudi ve İsrail lobilerinin etkisiyle, ne de Holokost’un dramatik tarihiyle ilgisi var. ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteği esasen tüm gezegeni askerî olarak kontrol altında tutmayı amaçlayan Amerikan egemen sınıfın mantığının bir tezahürü. Sıkıntılara ve mağlubiyetlere rağmen bu tasarı henüz sorgulanmadı ve bu noktada Ortadoğu’nun kontrolü önemli bir yere sahip.
Hangi nedenlerle?
Hepsinden önce, Ortadoğu petrol üretim ve ihracatının merkezi. Sonra ‘eski dünya’nın kalbinde olması, Londra, Pekin, Singapur, Johannesburg gibi şehirlere eşit mesafede bulunması gibi coğrafî nedenler var. Ayrıca bu bölgenin askerî kontrolü, ABD’nin kadim dünyanın tüm devletleri ve bilhassa en tehlikeli bulduğu ülkeler-aktörler üzerinde kalıcı bir tehdit olarak var olmasına imkân tanıyor.
- ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin en büyük sebeplerinden biri de budur. Ancak tüm gezegeni askerî olarak denetim altında tutmak planı gerçekten bozulduğunda Washington’ın bu çılgın ve canice tasarıdan vazgeçmek zorunda kalacağını tahmin etmek güç değil. O gün geldiğinde, İsrail’e verilen destek engellerle karşılaşacak. ABD ve Avrupa’daki pro-Siyonist ve pro-Yahudi lobilerin etkisi azalacak, hareket alanları kısıtlanacak.
Asıl mesele petrol mü?
Hem evet, hem hayır. Daha önce de sözünü ettiğim askerî denetimin hedefi petrol rezervlerine/kaynaklarına erişim ve bunların teftişinden ibaret değil. Gerçek nedenler bunun çok ötesinde. Asıl maksat Afrika’nın, Güney Asya’nın herhangi bir ulusunun, hatta Rusya’nın da muhtemel direnişini çok zor veya imkânsız kılmak. Hâlihazırda emperyalist ülkelerin oligopollerinin (ç.n. Çok uluslu şirketler kast ediliyor) hakiki bir küresel kontrolü mevcut: Başını ABD’nin çektiği bu kontrol düzenini Avrupalı ve Japon ‘madun’ hizmetkarlar takip ediyorlar.
Öyleyse plan yalnızca petrol ile sınırlı değil. Dahası ABD, bu amaca hizmet etmeleri için Güney ülkelerindeki bir dizi müttefike güven duyabilir. Tüm bu işbirlikçi (büyük güçlerin ekonomik ajanları, ç.n. konuşmacı burada “komprador” ifadesini kullanıyor) ve kapitalizm yanlısı sınıfları düşünüyorum ancak İsrail’den daha iyi bir müttefikleri yok.
İsrail sahiden Güney’de ‘yabancı bir cisim’ gibidir. Kendini bir ‘Batılı’ olarak görür ve varlığını tamamen, Batının evren üzerindeki hâkimiyetini sürdürmesine bağlar. İsrail’i Batılıların nezdinde koşulsuz dost yapan da budur.
İsrail, Batı’nın kayıtsız şartsız ortağından öte, öz evladı mı?
Kesinlikle öyle. ABD’nin desteği olmadan bir hafta bile ayakta duramazdı ve eğer ABD, İsrail ile alakalı küçük bir misilleme önlemi almış olsaydı bir tehdidin hemen akabinde müzakere etmeye ve teslim olmaya zorlanırdı (Küba ablukası gibi sert önlemlerden bahsetmiyorum bile). Bu nedenle ABD’nin İsrail’e mutlak olarak arka çıktığından söz edilebilir. Bilinçli olarak.
Yine de Birleşik Devletler’in kontrolünün İsrail’in elinde olduğunu iddia edenler var..
Son derece saçma bir iddia. Köpek mi kuyruğu sallar, kuyruk mu köpeği! Bu, dünyayı kontrol altında tutacak bir Yahudi lobisinin varlığını ileri süren eski anti-Semitizm çerçevesinde grotesk bir tez. Hayır, Büyük Kuzey Amerika başkenti Yahudi değildir. O WASP, yani beyaz (White), Anglo-Sakson ve Protestan’dır. Hatta anti-semitizmin kıyılarında dolaşır!
Bu WASP sermayesi zamanında Hitler’i de destekledi mi?
Sonuna kadar. O halde ABD’nin kontrolü İsrail’de değil, tam tersi! Başka bir örneğe bakalım. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye de ABD’nin koşulsuz bir müttefiki idi fakat büyük güçlerle ortaklık halindeki yönetici sınıflar için bile bu sürecin ne kadar zor olduğunu görüyoruz. Bugün Türkiye’nin ABD’den uzaklaşmaya çalıştığı da herkesin malumu. Önceleri, ABD İran Şahı’na da güven duyuyordu ama Şah 1979’da devrildi. Üçüncü bir dünyada rejim durumu ne olursa olsun, söz konusu ittifakların hâlâ ne kadar kırılgan olduğunu çok iyi biliyorlar ve bu yüzden bölgede İsrail’den daha sadık bir dost edinmek için çaba sarf etmiyorlar.
Peki ya Suudi Arabistan da ABD için askerî faaliyet yürütemez mi?
Hayır. Suudi Arabistan’ın anlamı petrolden kaynaklanıyor, onu bir devlet olarak görmek zor. rezervlerinin yanı sıra siyasal sisteminin despot ve arkaik karakteri onu gerçekten koşulsuz bir müttefik yapabilir ama bu ülkenin siyasî düzlemde hemen hemen hiçbir ağırlığı yok ya da yönetici sınıfının ABD ile ittifak etmekten başka bir istekleri yok.
Arap dünyasının geneli böyle, Suudi Arabistan bir bütünün parçası yalnızca ve bu da Suudi liderlerin itibarını kaybetmelerine neden oluyor.
Fakat Britanya İmparatorluğu, İsrail’in kuruluşunu desteklemeye karar verdiğinde ‘petrol’ bu kadar önemli değildi…
Bir ‘İsrail Devleti’ kurma fikri 1917’deki Balfour Deklarasyonu’na (çn. Yahudilerin, Filistin toprakları üzerinde İsrail devletini kurmasının önünü açan İngiliz girişimi) kadar uzanıyor. Bu girişim Osmanlı imparatorluğunun çöküşünün ardından bölgede sömürge faaliyetleri yürüten ve hâkimiyet kuran İngiliz emperyalizminin stratejik bir parçasıydı. O zaman petrol zaten mühimdi. Örneğin İngiliz donanması için İran petrolü önem arz ediyordu. Yine de bu stratejinin temel motivasyonu petrol değildi. Büyük Britanya özellikle o vakitler milliyetçi bir ülke olan Mısır’ın doğu kanadına yerleşmek istiyordu. Bu nedenle İsrail devletinin kuruluşunu desteklediler.
- Niyetleri bir taşla iki kuş vurmaktı. İlki, Süveyş Kanalı’nın (o zamanlar bir ucunda Avrupa ve özellikle Büyük Britanya, diğer ucunda ise Hindistan ve Asya bulunan hayati bir ticaret yolu) kontrolünü ele geçirerek Mısır için bir tehdit unsuruna dönüşmek. İkinci ise, Mısır merkezinde Arap dünyasının batısını doğusundan yapay olarak ayıracak tampon bir devlet yaratmak fikriydi ve mükemmelen başarılı oldular.
Petrol bahsi sonradan mı gündeme geldi?
Evet, özellikle Ortadoğu’nun petrolün ana vatanı haline geldiği ve çağdaş dünya ekonomisinde büyük bir önem kazanmaya başladığı Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren. ABD, dünya ekonomisinin ana kontrol mekanizmalarından birinin petrol erişiminin denetimi olduğunu idrak etti.
Petrole erişimin tekelleşmesinin ancak doğrudan ya da dolaylı bir askerî kontrol vasıtasıyla sağlanabildiğini de aynı şekilde idrak etmiş oldular. ABD’nin bölgede askerî üs kurmak suretiyle kalıcı hale gelmesi doğrudan kontrol; bölge ülkeleri üzerinde askerî tehdit oluşturan koşulsuz müttefiki İsrail üzerinden bölgeyi tanzim etmek dolaylı kontrol anlamına gelmektedir.
Hepimizin de şahit olduğu gibi, ABD’nin egemen olduğu kapitalist dünya düzenine bağımlı hale gelmeye karşı direnen tüm bölge ülkeleri, ABD ya da İsrail tarafından acımasızca şiddete uğradı. Özellikle İsrail’in Nasırcı (Cemal Abdünnasır) Mısır’a, Baasçı (Baas Partisi) Suriye’ye veya Marksist Irak’a karşı yürütülen şiddetten bahsediyorum.
Bu savaşlar, ABD’nin anlaşması veya desteğiyle ve hatta belki de müşterek bir planlamayla tezahür etti ve halen devam etmektedir. İsrail’in İran’ı bombalayacağı yönündeki tehdit güncelliğini henüz yitirmedi. Böyle bir şey ancak ABD’nin İsrail’e yeşil ışık yakması, askerî desteğinin güvencesi ve hatta ortak müdahale olasılığı ile mümkün olabilir.
İsrail, Ortadoğu’da polis rolünü mü üstlendi?
Evet. O, doğrudan Ortadoğu’da konuşlanmış Amerikan ordularının polislerinden biri, bir ileri mahalle karakolu.
Obama döneminde ABD, Ortadoğu’da özgürleşmeye çalışan ve petrolün kullanımını kendisi tayin etmeye çabalayan hemen her Ortadoğu ülkesine amaçları için müdahale etmeye devam edecek mi?
İsrail, ABD’nin askerî kontrol planına bağlı kalmaya devam ediyor. Obama yönetiminde değişen bir şey yok. İsrail, Irak’ın tahliye edilmesine dair bir söylem benimsedi, lakin Afganistan’a daha fazla odaklanılması içindi bu. Bu sebepten ABD’nin bu bölgenin kontrolünden veya müdahalecilikten vazgeçtiğini söylemek çok zor.
Ortadoğu’ya küresel müdahalenin bilançosu nedir?
1991’deki Birinci Körfez Savaşı ile 2003’te Irak’ın işgali arasındaki dönemde ortaya çıkan beklentilere cevap verecek bazı neticeler elde edildi. Afganistan’ın işgal edilmesi ve savaşın Pakistan’a doğru genişlemesi de kezâ öyle. Fakat bugün, bazı nedenlerden dolayı bu projenin miadını doldurduğu söylenebilir. İlk neden bunun askerî düzeyde bir yarı-başarısızlık örneği oluşu.
ABD rahat ve istikrarlı rejimler kurmayı beceremiyor. Bölgede sahip oldukları tek kontrol garantisi, kalıcı bir askerî işgaldir. Yarın bir gün ABD, Irak yahut Afganistan’dan çekilecek olursa, müttefik olmayan rejimlerin önümüzdeki haftalarda, aylarda ya da yıllarda iktidar olması kaçınılmaz. Sonuç olarak proje askerî düzeyde “zafer” olarak görülmeye devam etse de herhangi bir siyasî sorunu çözmekten aciz.
İkinci neden ise küresel dengelerde süregelen dönüşümlerle ilgili. Bu değişimler Çin ve Hindistan gibi hızlı gelişen (emergent) ülkelerin lehine gelişiyor. Rusya’nın küllerinden yeniden doğma ihtimalini de buna eklemeliyim. Dolayısıyla Ortadoğu bölgesinin yakınlarında üç büyük güç var ve bu büyük güçler kendi ihtiyaçları doğrultusunda, Amerika’nın “büyük” planıyla çelişen stratejiler geliştirecekler. Çin ve Hindistan’ın, Ortadoğu’daki petrol kaynaklarına çok ihtiyaçları var, bunun yanında ellerinde ABD’yi geri püskürtebilecek kartları da var.
Son on yılda küresel güç dengesi/dengeleri önemli ölçüde değişti..
Evet, CIA raporlarıyla görebileceğiniz gibi ABD’nin projesinin gidişatı iç açıcı değil. 2008’den önce Amerikan ajansı, 2020’de dünyanın nasıl olacağını anlatan oldukça iyimser bir rapor yayınladı. Bu rapora göre ABD, Çin ve Hindistan’ın yükselişine rağmen büyük sorunlar yaşanmaksızın küresel hegemonyasını yürütmeye devam edecekti. Gelişmekte olan bu ülkelerin yalnızca küresel ticari iş tabanlarını büyüttükleri düşünülüyordu. Ancak 2010’da CIA, 2025 için artık o kadar da iyimser olmayan yeni bir rapor yayınladı. Ekonomik kriz bu kez durumu ağırlaştırmıştır ve yeni rapora göre dünyayı askerî araçlarla kontrol planının en azından gözden geçirilmesi gerektiği ortadadır. Bu defa Çin’in yükselişi artık bir pazarın ortaya çıkışı olarak değil bir ulusun ortaya çıkışı olarak görülüyor, ikisi birbirinden başka şeyler.
Çin’in karşı koyma kapasitesinin büyük ölçüde artmış olması uluslararası ilişkilerde dengelerin yeniden oluşmasını tetikler mi?
Çin, ‘İran’a karşı yaptırımlar’ tasarısında BM Güvenlik Konseyi ile iş birliği yapmayı reddettiğinde bunu açıkça gördük.
Cumhurbaşkanı Carter’ın eski danışmanı Zbigniew Brzezinski, İsrail’in İran’ı bombalamak için uçak göndermesi halinde, şaşırtıcı bir şekilde ABD hava kuvvetlerinin onları durdurması, hatta vurması gerektiğini açıkladı. İsrail’e koşulsuz destek konusunda problem mi var?
Kesinlikle. Amerikan düzeni içerisinde oldukça zeki insanlar var ve Brzezinski de onlardan biri.
- Dünyanın askerî araçlarla kontrol edilmesi planının suç niteliği onları asla rahatsız etmiyor. Öte yandan bunun bir tür çılgınlık olduğunun da farkındalar. Taviz verilmesi ve geri çekilmeleri gerektiğini biliyorlar, geri çekilmede İsrail gibi yüklerden kurtulmak isteyebilirler.
Kapitalist ekonominin yaptığı gibi petrolü kullanmaya devam edebilecek miyiz?
Yarının ekonomisi, başka bir temel enerji kaynağını ve enerjiyi kullanmanın farklı yollarını inşa etmek zorunda kalacak. Bu durum başka yaşam tarzları ve tüketim alışkanlıkları ile beraber şekillenecektir.
- Gelişmiş kapitalizmin üretim ve tüketim biçimlerini genişleterek, hatta dünyanın geri kalanını da kapsayacak şekilde yayarak tasavvur edilebilir bir gelecek yoktur.
Sizce ‘israf’ kapitalist düzenin bir parçası mı?
Elbette. 1960’larda Baran (Paul A.) ve Sweezy (Paul M.), kapitalist gerçekliğin Marksist analizinde bir ilerleme yaratan Monopoly Capital: An Essay on the American Economic and Social Order adlı kitaplarında bunu açıklamışlardı. Marx’ın dikkate aldığı iki meşhur sektör vardı; üretim araçlarının (makineler, binalar, hammaddeler) üretimi ve tüketim mallarının üretimi. Fakat tekellerin kapitalizmde birikimi üçüncü bir sektörü zorunlu kılar; fazlalığın absorbe edilmesi. Aksi halde kapitalizm fonksiyonunu yitirir. Bu da büyük ölçüde bir atık sektörü olan bu üçüncü sektöre duyulan ihtiyacı ima etmektedir.
- Daha sonraları, 1950’lerden itibaren, gelişmiş kapitalist toplumların (ABD, Avrupa ve Japonya) ekonomilerinde rakamsal olarak ilk iki sektörün toplamından daha fazla yer tutan üçüncü sektörde bir patlama yaşandı ve bugün var olandan başka olası bir kapitalizm yok.
Çünkü kapitalizm, kişilerin gerçek ihtiyaçlarıyla ulusal düzeyde bir ilişki kurmaksızın, kar etme yarışında bir sınır tanımayan ve insanların maksimum düzeyde (petrolün de dahil olduğu) tüketimini dikta eden bir sistem mi?
Kesinlikle öyle. Marx’ın doktrini, metaların kullanım değerine (onları kullanan kişilere sağladıkları fayda) değil, malların satış değerine (satıldıklarında ne kadar edecekleri) önem veren kapitalist bir ekonomiyi tahlil ve tenkit eder. Fakat insani-rasyonel bir ekonomi, bu geleceğin sosyalizmi olabilir, tam tersini yapmalı ve şeylerin kullanım değerini ön plana çıkarmalıdır.
Siz iyimser misiniz, yoksa karamsar mı?
İyimser kalmak zorundayız. İsrail halkı perişan durumda. Bir yandan Siyonizm’in mantığı gereği dışarıya karşı ırkçı ama aynı zamanda içeride ayrımcılığı önleyen teokratik bir devlet yapısına dayanmak zorundaydı. Öte yandan İsrail’in neoliberalizme kayıtsız şartsız boyun eğişi, içerideki bölünmelerin meydana getirdiği toplumsal sorunları da beraberinde getirdi. Öyle ki İsrail devleti gerçek bir aldatmaca artık.
Yine de bölgedeki diğer devletlere nazaran daha eşit, modern ve demokratik, sembol bir ülke olarak lanse edildi.
Ama bu izlenim artık gerçeği yansıtmıyor. İsrail, radikal İslam’ın başka yerlere nüfuz eden Yahudi versiyonu haline dönüşüyor.
Konuyla ilgili okuma yapmak isteyenler için:
-Noam Chomsky & Gilbert Achcar, La poudrière du Moyen-Orient, Fayard, Paris. 2007.
-Samir Amin, L'hégémonisme des Etat-Unis et l’effacement du projet europeen, L’Harmattan, Paris, 2000.