İngiliz sömürgeciliğinin 7 esası
17. yüzyıldan itibaren sömürgecilik yarışına katılan Britanya, 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde artık üzerinde güneş batmayan bir imparatorluktu. Bu maharetiyle “tarihte en geniş sınırlara ulaşmış devlet” ünvanını kazanan Birleşik Krallık, bunca farklı coğrafyaya hükmetmeyi nasıl başardı? Dahası, 1970’lerin başına kadar bütün sömürgelerinden çekilirken ardında nasıl bir miras bıraktı? Ve en önemlisi, İngiltere tarafından yönetilmiş bölgelerin hepsinin de iç savaşlar, çatışmalar ve gerilimlerle gündeme gelmesi bir tesadüf olabilir mi?
Büyük Britanya, 1600’lü yılların başından itibaren batıda ve doğuda sömürgecilik faaliyetlerini yoğunlaştırmış, birbiri ardınca ele geçirdiği yabancı topraklarda ilk sömürge idarelerini tesise başlamıştı. 1670’lere gelindiğinde, bugünkü ABD ve Kanada’dan Hindistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada, İngilizlerin artık kalıcı hale gelmiş ayak izlerine rastlamak mümkündü. 1800’lerin ikinci yarısında ise Büyük Britanya’yı tanımlamak için herkesin kullandığı ifade aynıydı: Üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk.
- Doğrudan yönetim, himaye, ittifak veya başka herhangi bir biçimde, İngiliz siyasetçi, asker ve bürokrat ordularının kontrol ettiği coğrafya öylesine uçsuz bucaksızdı ki, Büyük Britanya, aynı zamanda “tarihte en geniş sınırlara ulaşmış devlet” ünvanına da kavuşmuştu.
1900’lerin başında Ortadoğu’nun birçok noktasında da İngilizler ön plandaydı. Bölgenin yeraltı ve yer üstü zenginliklerinin paylaşımında, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgiye uğratılmasında ve sonrasında imparatorluk bakiyesinin kurtlar sofrasında paylaşımında İngilizler hep başroldeydiler.
2. Dünya Savaşı’nın Avrupa’yı temellerinden sarstığı 1940’lı yıllarda, İngiltere, manda ve sömürge yönetimi altında tuttuğu bölgelerde zorlu sınavlarla karşı karşıya kaldı. Ya da en azından, dışarıdan bakıldığında, elindeki coğrafyalarda asayişi sağlamakta zorlanan, bütün kesimlerin şikâyet odağına yerleşmiş, adeta çözüm üretmekten aciz bir Britanya İmparatorluğu görüntüsü vardı.
1970’lerin başına kadar, İngiltere bütün sömürgelerinden kademeli olarak teker teker çekilecek, geride “bağımsız” devletler ve yönetimler bırakacaktı. Birçok tarihî kaynakta, İngilizlerin bilfiil yönetimi ve kontrolü altında geçen o uzun yıllar “kaos”, “karmaşa”, “iç çatışma” gibi sıfatlarla anılacak, İngiltere’nin “beceriksiz”, “acemi” ve “özensiz” yönetimine çeşitli eleştiriler yöneltilecekti.
Peki, gerçekten öyle miydi? İngiltere beceriksiz, özensiz ve acemi bir idare mi sergilemişti? Yoksa ortada ince düşünülüp tasarlanmış, sabırlı bir şekilde sahneye konmuş, uzun yıllara yayılmış ve neticeleri için gelecek kuşaklar hedeflenmiş bir strateji mi vardı?
Tarihî sürece ve coğrafyaya dikkatle ve çok boyutlu biçimde bakanlar, cevabın ikinci şıkta gizlendiğini göreceklerdir. Özellikle İslâm coğrafyasında, İngiltere tarafından yönetilmiş veya İngiliz tipi kontrol / himaye tecrübesini yaşamış bölgelerin hepsinde, zahirdeki kaos ve karmaşa bir yana bırakıldığında, Londra’daki “devlet aklı”nın aşağıdaki yedi esası titizlikle uygulamaya koymuş olduğu fark edilecektir.
- Bu yedi esasa, “İngiliz sömürgeciliğinin altın kuralları” dense yeridir. Şimdi, bunların hepsine teker teker, daha yakından bakalım.
1. İdare edilen bölgeyi her yönüyle, derinlemesine tanımak ve kavramak
İngiliz tipi sömürgeciliğin birinci vasfı, kontrol altına aldığı bölgelerin ayrıntılı bir envanterini çıkarması, yeraltı ve yer üstü kaynaklar itibariyle neye sahip olduğunu kavraması, ardından eldeki malzemeyi sınıflandırarak kullanıma hazır hale getirmesidir.
Arkeologlardan ajanlara, seyyahlardan denizcilere, kalabalık bir kadronun yoğun çabasıyla toparlanan bu birikim sırasında farklı iklimlerin en mahrem noktalarına temas edilmiş, gerekli gereksiz değerlendirmesine tabi tutulmaksızın, her bir teferruatın kaydı tutulmuştur.
Böylece başkent Londra başta olmak üzere bütün İngiliz şehirlerinde zaman içinde muazzam bir ilmî ve kültürel birikim meydana getirilirken, söz konusu hassasiyet ve öncelik, aynı zamanda yönetilecek bölgelerle ilgili uzun vadeli stratejilerin geliştirilmesine de yaramıştır.
İmparatorluğun elde tuttuğu topraklardan toparladığı kullanışlı malzeme, İngiliz müzeciliğinin, tarihçiliğinin ve akademisinin gelişmesinde hayati bir rol oynamıştır. Bu şekilde, 1683’te dünyanın ilk müzesi -Oxford Üniversitesi’nin çatısı altında Ashmolean Müzesi- ve 1753’te dünyanın halka açık ve ücretsiz ilk müzesi -British Museum- İngiltere’de kurulmuştur.
- 1768’de dünyaca ünlü ansiklopedi Britannica’nın yayımına başlanmış, 1844’te ise dünya çapındaki kazı ve arkeoloji faaliyetlerinin himayesi ve koordinasyonu için Kraliyet Arkeoloji Enstitüsü teşkil edilmiştir.
Bilginin kurumsallaştırılması ve bilgi üretiminde sağlanan süreklilik, İngiliz devlet adamlarını da son derece yetkin şahsiyetler haline getirmiştir. Herhangi bir coğrafyayı yönetmek üzere tayin edilen İngiliz bir görevlinin tarih, coğrafya, antropoloji, arkeoloji, güzel sanatlar gibi çeşitli alanlarda derinlemesine vukûfunun bulunması nadirattan değildir. Bu durum, özellikle karmaşık dönemlerde İngiliz bürokratlarının çok yönlü çalışmasını ve sahayı daha etraflıca kavramasını sağlamıştır.
Osmanlı’nın dağılmaya doğru ilerlediği zaman diliminde bütün coğrafyayı baştanbaşa kat eden ünlü İngiliz seyyah Gertrude Margaret Lowthian Bell’in (1868-1926) aynı zamanda hem istihbaratçı hem arkeolog hem antropolog hem fotoğrafçı hem arşivci hem de tarihçi olması, Osmanlı sonrası dönemde Irak’ın oluşturulmasında kritik bir önem arz etmiştir. Bugünkü Irak, Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın sınırlarının çizilmesinde Bell’in üstlendiği vazife malumdur. Anadolu dâhil olmak üzere, Ortadoğu coğrafyasının her noktasına yorucu seyahatler gerçekleştiren Gertrude Bell, izlenimlerini kitaplara ve raporlara dönüştürerek, kendisinden sonra gelecek kuşakların da istifadesine sunmuştur.
“Ajan” denilerek adeta misyonu önemsizleştirilen ve tek boyuta indirgenen Thomas Edward Lawrence (1888-1935) da, Şerif Hüseyin ve ailesinin Osmanlı’ya karşı kışkırtılması sürecinde sahip olduğu entelektüel altyapıdan faydalanmıştır. Lawrence ayrıca, G. Bell ile de sıkı işbirliği içinde hareket etmiştir. Güçlerini birleştiren bu iki İngiliz memurun, kendi ideolojileri çerçevesinde ve devletlerinin menfaatleri için sürdürdükleri faaliyetler, Osmanlı sonrasında Ortadoğu coğrafyasındaki uçurumları derinleştirmiş, böylece bugün de hâlâ hissedilmekte olan sarsıntıları meydana getirmiştir.
2. Geleneklere, kültüre ve farklı inançlara müdahale etmemek
İngilizler bir coğrafyada egemenlik kurduğu zaman, çok büyük bir asayiş problemi ortaya çıkmadığı sürece yerel geleneklere, dinlere ve farklı inançlara müdahale etmemişlerdir. Kendi kiliselerini ve misyonerlik kurumlarını kurup yerleştirmekle birlikte, özellikle Müslüman coğrafyada dinî kurumlarla ortak bir noktada buluşmaya gayret eden İngiliz yönetimleri, bu tavırlarının direkt sonuçlarından biri olarak, neredeyse her yerde kendileriyle çalışmaya ve işbirliğine hazır din adamı kadroları bulmuşlardır.
- Yerel geleneklere, dinlere ve farklı inançlara müdahale etmemek, yönetilen insanlarda İngilizlere karşı bir sempati meydana getirmiş, bu alanlardaki özgürlük karşılığında siyasî alanın İngiltere tarafından düzenlenmesine ses çıkarılmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun birbirinden çok farklı coğrafyaları, milletleri ve kültür havzalarını problemsiz bir şekilde asırlar boyunca yönetebilmesinin sırrı da, İngiliz İmparatorluğu ile aynıdır. Bu noktada, Osmanlının idare anlayışının İngilizlere ilham verdiğini ve örneklik teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Merkezî idareye karşı isyan ve ayaklanma olmadıkça, üzerinde mutabık kalınan vergiler ödendikçe ve temel yükümlülükler yerine getirildikçe tebaayı kendi haline bırakma siyaseti, İngilizlerin Osmanlı-İslâm yönetiminden öğrendiği ve tatbik ettiği bir usuldür. Osmanlı’dan farklı olarak, İngilizler kendi dillerini ve kültürlerini kitlelere benimsetmek için, incelikli bir politika izlemişlerdir. Bunun ayrıntıları aşağıdaki ilgili maddede arz edilecektir.
Fransa, İtalya, Belçika, hatta Almanya gibi ülkeler, bir zamanlar işgal ettikleri ve kontrol altında tuttukları coğrafyalarda, dinî ve kültürel özgürlükler konusunda arkalarında kanlı bir miras bırakırken, İngilizler söz konusu usulü geçmişten günümüze tatbike devam etmektedir. Örneğin Londra belediye başkanlığı bir Müslümana emanet edilebilirken Paris, Roma, Brüksel veya Berlin için aynı şeyi düşünmek bile mümkün değildir. Aynı durum söz konusu ülkelerin devlet kurumları, parlamentoları, araştırma enstitüleri vb. için de geçerlidir. İngilizlerin bu konudaki tecrübesi, hiçbir devletle kıyaslanamayacak kadar ileridedir.
3. Birbirine rakip ve düşman fraksiyonlar arasındaki rekabeti körüklemek
Kontrol altına aldıkları toprakların birikimini iyi etüt eden İngilizler, işlerine yarayacak bütün durumlarda, halk tabakaları içindeki rekabet ve düşmanlıkları alttan alta körüklemekten geri durmamıştır. Etnik farklılıklar, bölgesel farklılıklar, dinî farklılıklar, mezhepsel farklılıklar vb. birbirine karşı kışkırtılmak suretiyle, yönetilen coğrafyaların yekvücut olmasının da önüne geçen İngiltere, zamana yayılmış bu kaos düzenini, kendi çıkarları için ustalıkla kullanmıştır. Bu konuda verilebilecek en dikkat çekici örnek, 1920’den 1948’e kadar İngiliz Mandası altında kalan Filistin’deki gelişmelerdir:
1. Dünya Savaşı tüm hızıyla devam ederken, İngiltere, Filistin topraklarını birbiriyle çatışan ve iç içe geçen üç ayrı pazarlığın konusu haline getirmişti.
Osmanlı’ya isyan etmeleri karşılığında Şerif Hüseyin ve avânesine “söz verilen” geniş bölge, Filistin’i de kapsıyordu. Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un 2 Kasım 1917’de İngiliz Yahudilerinin gayrı resmî lideri Baron Lionel Walter Rothschild’a ilettiği ünlü deklarasyon, Filistin’i Yahudilere tahsis ediyordu.
Araplara ve Yahudilere böyle çakışık taahhütlerde bulunan İngiltere, son olarak aynı coğrafyanın taksimini gizlice Fransızlarla müzakere ediyordu, ki bu müzakere sürecinin sonunda ünlü Sykes-Picot Anlaşması imzalanacaktı. Tüm bu sözlerin birbiriyle çarpışmaması ve gerilimin yükselmemesi mümkün değildi. İngilizler de şüphesiz bunu bilmiyor olamazdı.
Savaş sona erdikten sonra bu sözlerin üçünü birden, ancak farklı oranlarda gerçekleştirmeye soyunan İngiltere, bölgedeki mevcut durumu böylece daha da karmaşık hale getirdi. Şerif Hüseyin’in çocukları Emir Abdullah ve Emir Faysal’a birer suni devlet (Ürdün ve Irak) kurularak armağan edildi. Ürdün’ün kuruluş gerekçesi, görünürde Emir Abdullah’a “bir yer bulmak” ise de, perde arkasındaki gerçek sebep, Fransa’nın kontrolüne verilen tarihî Bilâdüşşâm mıntıkasıyla İngiltere’nin gözbebeği Mısır arasına bir tür baraj kurmak ve ilerde yaşanacak bir ihtilaf durumunda Fransızların “haddi aşmalarını” engellemekti.
Filistin’de manda yönetimi tesis edildikten sonra, İngilizler dönem dönem hem Arapları hem de Yahudileri desteklediler. Bu yüzden Siyonist kaynakların İngiliz mandası hakkındaki değerlendirmeleri oldukça çelişkili ve çeşitlidir.
- Arap ve İslâm dünyasında sıkça rastlanan “İsrail’i İngiltere kurdurdu.” şeklindeki genel geçer yargının aksine, Siyonist kalemlerin İngilizlerle ilgili yorumlarında, “Yahudi düşmanı” türünden tavsiflere devamlı surette tesadüf edilir. Bu durum sadece “yorum” düzeyinde de kalmamıştır üstelik. Yaklaşık 28 yıl devam eden manda yönetimi sırasında, İngilizlerin ekseriyeti teşkil ettiği çok sayıda Batılı asker, bürokrat ve diplomat, bizzat Siyonistler tarafından öldürülmüştür.
6 Kasım 1944’te Kahire’de öldürülen Lord Walter Edward Moyne, 6 Ocak 1948’de Kudüs’teki Semiramis Hotel’e düzenlenen bombalı saldırının kurbanlarından Manuel Allende Salazar, 17 Eylül 1949’da Kudüs’te katledilen Folke Bernadotte ilk akla gelen isimlerdir.
Manda yönetimi sırasında İngilizlerin taraflara yönelik tavırlarını mercek altına alacak ayrıntılı bir okuma, oldukça dikkat çekici detayları gözler önüne serecektir. Mesela: Olayların gidişatına göre, iki tarafa da farklı özgürlükler veren ve gerekli gördüğünde bu özgürlükleri kısan İngilizler, 1936’da Lord Robert Peel başkanlığındaki ünlü “Peel Komisyonu”nu kurduklarında, Filistin kamuoyundaki İngiltere algısı karmakarışıktı.
İngiltere hem bütün sorunlara neden olan, hem de sorunları samimiyetle çözmek isteyen bir ülke olarak görülüyordu. İngiltere’nin ustalıkla oynadığı bu ikircikli rol nedeniyle komisyonun önerdiği Filistin topraklarını taksimat planı işlerlik kazanmadı. Yine çatışma ve kaosla geçen bir 10 yılın ardından, İngiltere artık Filistin topraklarındaki manda yönetimini tamamen bitirmeye karar verdiğinde, manda sonrasında Filistin’de neler yaşanacağını kimse kestiremiyordu.
- Kaosun giriş, gelişme ve sonuç bölümleri, İngiliz aklı tarafından ustalıkla kaleme alınmıştı. Bu süre içinde Araplar ve Yahudiler ayrı ayrı ve birbirlerine karşı desteklendiği için, BM’ye havale edilecek bir Filistin’de kanın gövdeyi götürmesi de garantilenmişti.
İngilizlerin rakip ve düşman fraksiyonlar arasındaki rekabeti körükleme siyaseti, yeni inanç sistemleri üretip pazarlamak veya azınlıkta kalmış dinî inanç ve yorumları öne çıkarmak şeklinde de kendini göstermiştir.
Özellikle Hint Alt Kıtası'nda ve Asya’nın çeşitli bölgelerinde geçtiğimiz 200 yılda ortaya çıkan veya büyüyen çok sayıda inanç sistemi ve sözde İslâmî yorum, bu siyasetin bir sonucudur. 1800’lerin ortalarında zuhur eden ve günümüzde tabi sayısı 10 milyona yaklaşan Bahâîlik inancı, 1900’lerin başında sahneye çıkarılan ve bugün tüm dünyada 20 milyona yakın insanın takip ettiği Kadıyânîlik dini (Ahmedîlik olarak da bilinir), Şiî İsmâilî inancının kolları Nizârîlik ve Dâvûdî Buhra’nın teşvik edilmesi gibi misaller pek fazla.
Çok çeşitli tasavvuf ve fıkıh ekolleri içindeki ayrışma ve çatışmalarda da ayrıca İngiliz parmağını görmek mümkündür.
İngilizler, dünyadaki Müslüman nüfusun ekseriyetine ev sahipliği yapan Asya coğrafyasında, Müslümanlar arasındaki dinî ve kültürel ihtilafların derinleşmesi için çeşitli enstitüler, okullar ve üniversiteler de kurarak, söz konusu ihtilafların nesiller boyunca devam etmesini garantilemişlerdir. Günümüzde, 1800’lerin ortalarından itibaren Asya ülkelerinde kurulan bu türden müesseselerin yetiştirdiği nesiller, birbiriyle hâlâ çatışma halindedir.
İngiliz devlet aklının yalnızca “modern” kurumlar oluşturarak İslâm’ı “modernleştirme” çabalarına giriştiğini düşünmemek gerekir. Zira coğrafyada görülen ihtiyaç çerçevesinde, birçok ülkede “geleneksel” oluşumlar da İngiltere tarafından desteklenmiştir ve desteklenmektedir.
4. İç sorunlar ve çatışmalar karşısında -görünürde- tarafsız kalmak
Bir önceki maddeyle bağlantılı olarak, iç sorunlar ve çatışan tarafların iddiaları konusunda “tarafsız” kalmak ve “hakem” pozisyonuna yerleşmek de kadim bir İngiliz siyasetidir. Yönetim tesis ettiği toprakları iyi etüt eden, çatışma alanlarını belirleyen, çekişmeleri karşılıklı kışkırtan ve kaşıyan İngiltere, asla taraflardan birini açıkça ve sonuna kadar desteklememiştir. Dönemsel ilgiler, elde edilmesi planlanan sonuçla bağlantılı olarak, hep kısa sürmüştür. Öyle ki, İngiliz desteğini tamamen kazandığını zanneden tarafın, çok kısa bir süre sonra kendisini tümüyle ortada bırakılmış bulması da nadirattan değildir.
- Bu dönüşümlü politikanın örneklerinden biri, yine Filistin’in yakın tarihinde mevcuttur: 29 Kasım 1947’de Filistin topraklarının Araplar ve Yahudiler arasında paylaştırılmasını öngören ünlü tasarı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na getirildiğinde 33 ülke kabul oyu vermiş, 13 ülke karşıt oy kullanmış, 10 ülke de çekimser kalmıştı.
Çekimser ülkeler arasında, -görünüşte sürpriz şekilde- İngiltere de vardı. İngilizler, tam 26 yıl boyunca yönettikleri toprakların akıbetini belirleyecek kritik bir oylamada, yine ortada durmayı tercih etmişti. Bu elbette İngiltere’nin kararsızlığından veya kafasının karışıklığından dolayı atılmış bir adım değildi. Daha sonraki dönemlerde taraflarla ilişkileri sorunsuz sürdürebilme adına, geleceğe yapılmış uzun soluklu bir yatırımdı.
İngiliz devlet aklı, aynı refleksi Hint Alt Kıtası'nda da sergilemiştir. 1858’de Hindistan’a resmen el koyan ve Bâbürlüler Devleti’ni ortadan kaldıran İngiltere, sonraki yaklaşık 100 yıl boyunca, kendisini “hakem” olarak konumlandırmaya dikkat etmiştir.
Bir yandan Hindular, Sihler ve Müslümanlar arasındaki çatışmaların gittikçe derinleşmesine zemin hazırlanmış, diğer yandan ise bütün bu grupların çareyi yine Londra’nın hakemliğinde arayacakları bir siyasî ve zihnî atmosfer oluşturulmuştur.
1947’nin yazında Hint Alt Kıtası kanlı biçimde parçalara ayrılırken ve tarafların farklı topraklara göçü sırasında -intikallerin zorluğu ve çatışmalar nedeniyle- en az 1 milyon insan can verirken, İngiltere hâlâ “bağımsızlık bahşeden” konumdadır. İşin daha da garibi, Hint Alt Kıtası'nın parçalanmasıyla birlikte ortaya çıkan Hindistan, Pakistan ve bilahare Bangladeş’te tamamen İngiltere’ye bağlı ve sadık bir yönetici sınıfın iktidara gelmesidir.
- İngiltere adeta kaos ve karmaşanın bütün sorumluluğunu yönetilen halklara yıkmakta, böylece kendisinin üstün ve hâkim konumu sarsılmamaktadır.
İngilizler, her şeyden önce, diğer coğrafyalarda uyguladıkları “kaosu dışarıdan izleme” prensibini Ortadoğu’da da geçerli tutuyor. Filistin sorununun temelinde tamamen İngiliz aklı yatıyor olmasına rağmen, bugün bütün dünya ABD’yi suçlamaktadır. Dünyada bozgunculuk, işgal, kaos yaratma gibi bütün kötü sıfatlar Amerika’nın sırtına yüklenirken, İngiltere kendisini kenarda ve “temiz” olarak konumlandırmayı başarmıştır.
2003’te dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair’in ABD Başkanı George W. Bush’un peşine takılması, İngiliz siyasetinin bir istisnasıdır. Blair, bu tavrı nedeniyle hem kendi ülkesinde hem de Avrupa’da kıyasıya eleştirilmiştir. Bunun dışında, bölgedeki bütün krizlerde İngiltere kendisini hep kenarda, tarafsız ve hakem olarak konumlandırmıştır. Bölge ülkelerinin, İngiltere’nin bu imajını kolaylıkla kabul edip geçmişteki birçok problemin doğmasında oynadığı başrolü tamamen görmezden gelmesi, gerçekten düşündürücüdür.
Özellikle ABD’nin yıkıcı gücüne karşı, İngilizler her zaman “yapıcı ortak” rolünü oynamaktadır. Örneğin, İran’ın mevcut yönetiminin “emperyalizm karşıtı” retoriği, söz konusu Britanya İmparatorluğu olunca değişmekte ve hafiflemektedir. “Büyük Şeytan” olarak sadece ABD’yi işaret eden İran devlet dili, 1900’lerin başından itibaren ülke petrollerini on yıllar boyunca sömüren ve İranlıların fakirleşmesine yol açan ülkenin İngiltere olduğunu unutmuş görünmektedir.
ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik müttefiki olarak görülen (ve de öyle olan) İsrail bile, İngiltere’yle yakınlık konusunda İran’la aynı noktada durmaktadır.
5. İşleyen bir yönetim sistemi, anayasa ve kurumlar oluşturmak
Uzun soluklu hesapların pratik bir sonucu olarak İngiltere, yönetimi altına aldığı coğrafyalarda işleyen bir sistem kurmaya, eğitimli bir bürokrasi oluşturmaya, anayasa hazırlamaya ve memur sınıfını yetiştirip eğitmeye özen göstermiştir. Özellikle yerel unsurların iktidar katmanlarında istihdamını da beraberinde getiren bu uygulama sayesinde, sömürge ve manda yönetimleri sona erdikten sonra bile, geride Londra’ya sadık bir siyasal kültür kalmaktadır. Çatışmaları körükleyen, ortalık karıştığında ise tarafsız kalmaya gayret eden İngiltere, aynı çekimserliği kurumsallaşma noktasında göstermemiş, el koyduğu bütün ülkelerde politik ve bürokratik iskeleti oluşturmaya gayret etmiştir.
- İşleyen bir siyasal sistem kurmak ve yasal metinlerin yazımına nezaret etmek gibi iki kritik meselenin halledilmesi sayesinde, İngiltere’nin on yıllar önce çekildiği ülkelere diğer emperyal güçlerin sonradan müdahalesi sınırlı kalmakta, ana omurga Londra’nın çattığı biçimde durmaktadır.
İslâm dünyasında bu durumun en pratik örneklerini Basra Körfezi’ndeki petrol zengini ülkelerde görmek mümkündür. 1900’lerin başından itibaren, o zamanlar hepsi birer balıkçı kasabası halindeki Körfez şeyhliklerini “himaye” altına alan İngiltere, yıllar içinde büyüyerek gelişen tüm bu şeyhliklere bağımsızlıklarını verdi. 1951’de Umman ve 1961’de Kuveyt’in ardından, 1971’de bugünkü Birleşik Arap Emirlikleri (yedi emirlik bir araya gelerek, federasyon oluşturmuştu), Katar ve Bahreyn, bağımsız birer devlet olarak uluslararası sahneye çıktılar.
Himayeden bağımsızlığa kadar olan yıllar içinde, tüm bu devletlerin yönetim biçimleri, tahtın intikal şekli bürokrasileri, orduları, birbiriyle ve bölge ülkeleriyle ilişkileri gibi noktalar netleştirildi. Orduların ve yönetim katmanlarının içine İngiliz danışmanlar, uzmanlar ve subaylar yerleştirildi. Böylece bağımsızlığın ardından, İngiltere’nin Basra Körfezi’ndeki denetim ve kontrolü de garanti altına alınmış oldu.
İngiltere’nin Ortadoğu (ve İslâm) ülkelerini böylesine başarıyla ve istikrarla kontrol edebilmesinde, Londra yakınlarında geniş bir araziye kurulu Sandhurst Kraliyet Askerî Akademisi’nin ise özel bir yeri vardır.
Kökenleri 1720 tarihli ilk askerî okula kadar uzanan Sandhurst Kraliyet Askerî Akademisi (RMAS), şimdiki yapısına 1947’de kavuştu. 1972’den sonra İngiltere’de asker yetiştiren temel akademi konumuna yükselen RMAS, o zamandan günümüze, hepsi de ülkelerinde kritik noktalara yerleşen birçok ismi mezun etti.
Bahreyn Kralı Hamed bin İsa, Bahreyn Kraliyet Muhafız Alayı Başkomutanı Prens Nâsır bin Hamed, Ürdün Kralı Talâl bin Abdullah (1951-52), Ürdün Kralı Hüseyin (1953-1999), Ürdün Kralı Abdullah, Ürdün Kralı Hüseyin’in kızları Prenses Âişe ve İman, Ürdün Kralı Hüseyin’in oğulları Prens Ali, Prens Hamza, Prens Hâşim, Ürdün eski Veliaht Prensi Hasan’ın oğlu Prens Râşid, Kuveyt Emiri Saad Sâlim el Sabah (15-24 Ocak 2006), Umman Sultanı Kâbus bin Saîd, Katar Emiri Temîm bin Hamed, Katar Emiri Hamed bin Halîfe (1995-2013), Katar Başbakanı Abdullah bin Halîfe (1996-2007), Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın oğlu Prens Mut’ib, Suudi Arabistan Savunma Bakan Yardımcısı Prens Hâlid bin Bender, Birleşik Arap Emirlikleri Emiri Şeyh Halîfe bin Zayed, Birleşik Arap Emirlikleri Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed, Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Râşid ve Dubai Veliaht Prensi Şeyh Hamdan bir Muhammed, Sandhurst sıralarından geçen en ünlü isimler.
Listeye Ortadoğu coğrafyasının dışından (Pakistan, Mısır, Brunei, Nijerya vb.) ülkeleri de dâhil ettiğimizde, Sandhurst’ün siyasî ve askerî önemi daha iyi anlaşılır.
- İngiltere sadece askerî okullarda değil, sivil kurum ve üniversitelerde de Ortadoğu’nun geleceğinde söz sahibi olacak binlerce ismi yetiştirmiştir. Özellikle kültürel alanda bütün Ortadoğu ülkeleriyle İngiltere arasında devam eden üst düzey iletişim ve etkileşim, İngiliz tesirinin sürekli kalmasına hizmet etmektedir.
Ortadoğu’nun günümüzdeki siyasî ve askerî manzarasına üstünkörü bakan biri, başat ve hâkim güç olarak ABD’yi görebilir. Gerçekten de askerî üslerinden kültürel alametlere, yöneticilerin siyasî anlayışından halkların gündemine kadar, her yerde “Amerika” karşımıza çıkmaktadır. Ama ülke ülke ve bölge bölge daha derinlere göz atıldığında, İngiliz etkisi açık seçik fark edilecektir. ABD, “züccaciye dükkânına girmiş sakar bir fil” gibi hareket ederken, İngilizlerin adımları planlı ve uzun vadelidir. Bu nedenle ABD ile bölge ülkelerinin kurduğu bağ dönemsel ve geçici, İngiltere’yle irtibat ise derinden ve kalıcıdır.
6. İngiliz kültürünü, elitler eliyle toplumda yerleştirmek
Pakistan’da ilk uluslararası kriket maçı 22 Kasım 1935’te, güneydeki liman şehri Karaçi’de oynanmıştı. Sind eyalet takımı ile Avustralya millî takımı arasında yapılan maçı, 5 binden fazla Pakistanlı izlemişti. 1947’de Pakistan’la Hindistan’ın birbirinden ayrılmasından hemen sonra, Pakistan kriket millî takımı kuruldu. 1992’de finale kalmayı başaran takım, -hem de İngiltere’yi mağlup ederek- dünya şampiyonu oldu. Takımın o dönemki kaptanı, sonraki yıllarda Pakistan siyasetinin başrol oyuncularından birine dönüşecek olan İmran Han’dı. O sırada henüz 40 yaşında olan İmran Han, Pakistan’a şampiyonluğu kazandırıp emekliye ayrıldı ve kendisini tamamen siyasî çalışmalara verdi. 1996’da “Pakistan Adalet Hareketi”ni kuran İmran Han, 2018’de başbakanlık koltuğuna oturdu.
Bir İngiliz oyunu olan kriketin böylesine benimsenip millî spor haline gelmesi, yıllar içerisinde hâlâ en sevilen oyun olması ve bir kriket yıldızının başbakanlık makamına yükselmesi, İngiltere’nin, vaktiyle yönettiği topraklarda kendi kültürünü kitlelere nasıl benimsettiğinin ilginç bir örneğidir. Aynı durum, Hindistan başta olmak üzere, mazisinde İngiliz izi bulunan birçok Asya ülkesi için de geçerlidir.
Ortadoğu’da yerel geleneklerin köklü oluşu ve İngilizlerin direkt yönetiminin yaşanmaması nedeniyle bu türden bir etkileşim bu çapta görülmese de, toplumsal elitlerin İngiliz kültürüne ve yaşam tarzına yatkınlığı oldukça yaygındır. Fransa Kuzey Afrika’da İslâm düşmanlığına vardırılan jakoben laiklik ve katliamlarla,İtalya ise işgal ve sömürgecilikle anılırken, İngiliz kültürel kodları bölge halklarının şuuraltına rahatça yerleşebilmiştir.
- İngiliz kültürünü ve pratik alışkanlıklarını toplumlarda yerleştirmek için kullanılan yöntem, elitler arasında bu kodların yaygınlaştırılmasıdır. Böylece, “herkesin içinde yer almaya can attığı” bir tür “seçkinler kulübü” oluşturulurken, zamanla bu kulüp içinden yönetici sınıflar çıkmaya başlamıştır.
Mısır’da 1882’den 1950’lerin ortalarına kadar devam eden İngiliz yönetimi sırasında, Kahire ve İskenderiye şehirlerinde teşkil edilen bu türden mekânlar, önce kraliyet ailesine mensup kişilerin, ardından da zengin ve soylu kimselerin dikkatini çekmiştir. Nil Nehri üzerindeki Zemâlik adası üzerinde 1882’de kurulan Cezire Spor Kulübü, önceleri sadece seçkinlerin devam ettiği bir buluşma mekânıyken, zamanla Mısır’ın en büyük futbol takımlarından birine dönüşmüştür.
Batılı -bilhassa İngiliz- kültürünün topluma aşılandığı bu türden mekânlar, uzun vadede sosyal değişimlerin de dinamosu haline gelmiştir. Keza, Süveyş Kanalı’nın kazılması sırasında bir işçi şehri olarak kurulan İsmailiyye de, İngilizlerin Mısır’daki kültürel ve sosyal hegemonyasının en görünür hale geldiği yerlerdendir.
1908’de İran’da ilk kez petrolü bulan İngilizler, Basra Körfezi’nin ağzında yer alan Abadan şehrini “İngiliz kolonisi” haline getirmiş, burada inşa edilen son derece lüks villalar, sinemalar, alışveriş merkezleri ve eğlence mekânları yoluyla İranlı elitlerin İngilizleştirilmesi yoluna gitmişlerdir.
Günümüzde İslâm dünyasının herhangi bir yerindeki herhangi bir çizgiye mensup bir siyasetçinin, doğrudan veya dolaylı biçimde İngiltere ile bağlantısının bulunması dikkat çekicidir. ABD, Fransa, Almanya gibi birçok ülke “İslâmcı” tabir edilen siyasetçilere kapılarını kapatırken veya onları çok çeşitli nedenlerle kapı dışarı ederken, İngiltere her zaman güvenli bir liman sağlamıştır. Mısır merkezli Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’ndan Tunus merkezli Nahda Hareketi’ne, tasavvufî cemaatlerden çeşitli düşünce ekollerine, kendi yaşadıkları coğrafyada siyasî baskılarla ve problemlerle karşılaşan nice aktör, faaliyetlerine İngiltere’de veya İngiltere’nin himayesi altında devam edebilmiştir. Bu da zamanla İngiltere merkezli bir “Müslüman siyasî elit” kitlesinin oluşmasına yol açmıştır.
Direkt biçimde İngiltere’nin İslâm dünyasındaki nüfuzunun derinleşmesine yarayan bu ilginç durum, yine İngilizlerin Müslümanları ve Müslümanlar arasındaki ayrışmaları yakından takip ederek, akıntıyı kendi lehlerine çevirme çabalarının bir neticesidir.
7. Ve son olarak, komşu ülkelerle sınır ihtilafı oluşturmak
İngiltere’nin direkt şekilde kontrol ettiği ve birbirine yakın zamanlarda çekildiği üç coğrafya Hindistan (1858-1947), Kıbrıs (1878-1960) ve Filistin (1920-1948), İngiliz tipi yönetimin bütün özelliklerinin görüldüğü yerlerdir. Yukarıda zikredilen maddelere ilaveten, İngiltere bu coğrafyalardan ayrılırken, sınır ihtilaflarını bilhassa canlı tutacak bir düzenlemeye gitmiş, etnik ve dinî ayrımları belirginleştirmiş, tarafların birbirine karşı koruduğu mesafeyi görünür hale getirmiş, böylece günümüze kadar devam eden devasa problemlerin doğmasına zemin hazırlamıştır.
Hindistan’la Pakistan’ı 1965 ve 1971’de iki büyük savaşa sürükleyen Keşmir ve Bangladeş sorunları, yine Hindistan’ı doğu komşusu Bangladeş’le sürekli gerilime iten sınır ihtilafı, Kıbrıs’ta Türklerle Rumlar arasında devam eden itiş-kakış, Filistin’de Araplarla Yahudilerin günümüzde de bütün sıcaklığıyla devam eden çatışmaları… Hepsi İngiltere’nin adeta bir nakış işler gibi oluşturduğu, ördüğü ve örgütlediği desiseler yumağının eseridir.
İngiltere, 1947’nin yazında Hindistan’la Pakistan arasındaki sınır çizgisini çizmesi için bölgeyi hiç bilmeyen ve Asya’ya adımını bile atmamış olan Sir Cyril Radcliffe’yi görevlendirirken, ortaya bir facianın çıkacağı bilmiyor olamazdı.
Nitekim çıktı da: Lahor’da bir masanın başında 5 hafta boyunca çalışan Radcliffe, Pencaplıların asırlar boyunca tek parça halinde yaşadığı geniş coğrafyayı kalemle ikiye bölüverdi. Tarlalar, evler, köyler, kasabalar sınırın iki yanında kalıp birbirinden ayrılırken, ortaya gerçek bir insanlık dramı çıktı. Radcliffe, Keşmir bölgesini de “çözülmemiş bir sorun” olarak Hindistan ve Pakistan’ın kucağında bırakarak Londra’ya döndü.
Pakistan’ın sadece Hindistan’la değil, Afganistan’la da devam eden bir sınır gerilimi mevcut. Bunun kaynağında, 1893’te Hint Alt Kıtası'nın o dönemki İngiliz Dışişleri Bakanı Mortimer Durand’la dönemin İngiliz güdümlü Afganistan yönetimi arasında imzalanan ünlü anlaşma var.
- Afganistan’ın denize erişimini engelleyen ve Hint Alt Kıtası'nın bugün adı Pakistan olan bölümüne olağanüstü avantajlar sağlayan sınır hattı, günümüzde “Durand Hattı” olarak biliniyor. 1947’de Pakistan adını alan yeni bir ülke doğduğunda, Afganistan’la sınır problemini de omuzlarına yüklendi.
Böylece Pakistan, kuzeydoğusunda Hindistan’la Keşmir sorununu, batısında da Afganistan’la sınır problemini yaşamaya devam ederek, iki cendere arasında varlık savaşı vermektedir. Bu düzenleme, elbette tesadüf değildir.
Tüm bunlara ilaveten, Ortadoğu’dan başka örnekler de vermek mümkündür. Gertrude Bell’in marifetiyle 1920’lerin başında “Irak” diye bir ülke oluşturulurken, Kuveyt-Irak sınırı da yine aynı düşünceyle çizilmiştir. 1990’da yaşanan Körfez Krizi’nin temellerini, ondan 70 yılönce masa başında hazırlanan haritalarda aramak gerekir.
1. Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda, Gertrude Bell, İngiltere’nin Irak’taki yüksek komiseri Sir Percy Cox ve geleceğin Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz’in birlikte gerçekleştirdiği keşif ziyareti sırasında, Arabistan’la Kuveyt sınırı oluşturulurken, Abdülaziz’in Kuveyt tarafına biraz daha fazla toprak verilmesine itirazı üzerine, İngiliz delegasyonunun “Orada petrol bulunduğundan şüpheleniyoruz.” dediği malumdur.
Elbette bu cümledeki “şüphe” kelimesini kesin inanç olarak yorumlamak lazımdır. Basra Körfezi’nin ağzına Kuveyt adlı bir devletçik kondurulmuş, bu emirliğin sahip olduğu petrol zenginliğinin musluğu da Londra’ya bağlanmıştır. Kuveyt’in, Irak’ın Basra Körfezi’ne erişimini engelleyen konumu, sonraki yıllarda yaşanacak krizlerin de habercisidir.
Aynı şekilde İran-Irak sınırı da adeta iki ülke arasında savaş çıksın diye tasarlanmıştır. Nitekim çıkmıştır da. 1980’de Irak’ın İran’a saldırmasıyla başlayan ve 1988’de ateşkesle sona eren İran-Irak Savaşı’nda iki taraftan toplam bir milyon insan hayatını kaybetmiştir. Dicle ve Fırat Nehirlerinin Basra Körfezi’ne dökülmeden evvel oluşturduğu Şattülarab nehrinin İran’la Irak arasında kalıcı bir sınıra dönüşmesi, kâğıt üzerinde 1975’te Cezayir’in arabuluculuğunda imzalanan bir anlaşmayla sağlanmış görünse de bölgedeki stratejik menfaatlerin çatışmasından kaynaklanan gerilim hâlâ sürmektedir.
Benzer sınır sorunları / belirsizlikleri, Arap Yarımadası’nın güneyinde de mevcuttur. Suudi Arabistan’ın Yemen’le, Yemen’in de Umman’la yaşadığı sınır gerilimleri, günümüzde bile sıcaklığını korumaya devam etmektedir.
- Yemen’i kendi güney eyaleti gibi algılayan Suudi Arabistan, Kızıldeniz’in Hint Okyanusu’na açıldığı noktada kurulan bu önemli mevziiyi koruyabilmek için 1962-1970 arasında Mısır’la kanlı bir savaşa tutuşmuştur.
Umman’ın Yemen sınırında yine 1960’ların ortasında başlayan ve yaklaşık 10 yıl devam eden Zufer Ayaklanması, İngiltere’nin de bilfiil aktörleri arasında bulunduğu bir gerilimin neticesidir. 1951’de Umman’a resmî bağımsızlığını “bahşeden” ama Basra Körfezi’nin Hint Okyanusu’na açıldığı noktayı tutan bu kritik ülkeyi hiçbir zaman bağımsız bırakmayan İngiltere, Umman’ın kuzey sınırlarını da dikkatle tasarlamıştır. Musandam Yarımadası, Umman’la fizikî bağlantısı olmamasına rağmen bu ülkenin sınırlarına dâhil edilmiş, böylece 20 yıl sonra Birleşik Arap Emirlikleri oluşturulurken, Basra geçidinin güney kıyıları bu yeni emirliğin inisiyatifine bırakılmamıştır. Günümüzde Basra Körfezi’nin çıkışı güneyde Umman, kuzeyde de İran tarafından tutulmaktadır.
- Afrika kıtası da, İngilizlerin “hassas” dizaynlarından yakasını kurtarabilmiş değildir. 1929’da Mısır’ı “Nil’in büyük ortağı” haline getiren bir anlaşma hazırlayarak havzadaki bütün diğer ülkeleri buna uymaya mecbur eden İngiltere, Nil kaynaklı bütün gerilimlerin ana sorumlusudur. Gelecekte, Nil’in suyunun paylaşımı merkezli bölgesel savaşlar patlak verdiğinde, İngilizlerin bölgeye yaptığı “yatırım” daha iyi anlaşılacaktır.
İslâm dünyasında, herhangi bir mesele değerlendirilirken, “İngilizler…” diye başlayan cümleler sıklıkla kurulmasına rağmen, İngiltere’nin dünya hâkimiyetine ve sömürgecilik faaliyetlerine hâkim olan mantık, yeterince çalışılmış ve anlaşılmış değildir. “İngilizler…” ifadesi adeta bir tür şifre gibi kullanılarak her türlü uluslararası problemin çözümünde ortaya sürülürken, Müslümanlara düşen ödevlerin ne olduğu konusu, önümüzde öyle durmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu başta olmak üzere, vaktiyle Müslümanları uluslararası sistemde söz sahibi kılan devlet ve oluşumların nasıl yeniden varlık sahnesine çıkarılabileceği sorusunun cevabı da, terazinin karşı kefesinde neyin / nelerin ağır bastığını anlamaktan geçmektedir. Tarihi yalnızca “ecdatla övünmek” veya “düşmanların bize yaptıklarına dövünmek” için değil, atılan doğru adımları tekrar üretmek, yanlışların da tekrarının önüne geçmek için okumak gerekir. İngiliz İmparatorluğu’nun serüveni ve Müslüman dünya üzerinde kurduğu hegemonyanın serencâmını kavramak, bu anlamda bütün Müslümanların omzuna yüklenmiş bir ödevdir.