Bir devrim hikâyesi
İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevî’nin iktidardan uzaklaştırılması sürecine öncülük eden Ayetullah Seyyid Rûhullah Mûsevî Humeynî, geçtiğimiz yüzyılın en dikkate değer ve en tartışmalı şahsiyetlerinden biridir. 1 Şubat 1979 günü, sürgünde bulunduğu Fransa’dan İran’a döndü. Kendisini karşılamak için milyonlarca insan Tahran’a akın etti.
Şiî inancına mensup çevrelerde şimdiden efsaneleştirilen ve neredeyse bir tür “aziz” mertebesine yükseltilen Humeynî’nin hayatı, Ortadoğu’nun yakın tarihinin kavranması açısından dikkatle incelenmesi ve bilinmesi gereken bir zaman dilimini kapsar.
Rûhullah Humeynî, Şiîlerin kutsal kenti Kum’a 160 kilometre mesafede bulunan Humeyn şehrinde, ilimle meşgul olan bir babanın oğlu olarak, 17 Mayıs 1900 tarihinde (alternatif olarak, 24 Eylül 1902 de zikredilmektedir) dünyaya geldi. Babası Ayetullah Mustafa Mûsevî, Humeynî henüz beş aylıkken, bir toprak ağası tarafından öldürülünce, bakımıyla annesi Hacer Ağa Hanım ilgilendi. 15 yaşında geldiğinde, annesi de hayatını kaybetti. Humeynî, bu tarihten sonra çeşitli hocaların ve ilim adamlarının gözetiminde yaşamını sürdürdü.
Gençlik çağlarında Molla Abdulkâsım ve Şeyh Ca’fer, üzerinde en çok tesir bırakan iki isimdi. Ancak onun şahsiyetini şekillendiren asıl kişi, Erak (Sultanâbâd) şehrindeki eğitimi sırasında talebesi olduğu Ayetullah Abdulkerim Hairî Yezdî idi. 1922’de Kum’a yerleşen Yezdî, Humeynî ve diğer öğrencilerini de yanında götürdü.
Yezdî’nin 1935’teki ölümüne kadar ondan hiç ayrılmayan Humeynî, temel İslâmî ilimleri ve Şiî inancının ana metinlerini bu süreçte tahsil etti. Bir süre sonra, ders halklarında öğrencilere eser talimine de başladı. 1946’da, Kum medreselerinin yöneticisi Ayetullah Ebu’l-Hasen İsfahânî’nin ölümünden sonra, yerine Ayetullah Hüseyin Burûcerdî’nin geçmesinde Humeynî ciddi bir rol oynadı. Burûcerdî’nin 1961’deki ölümünün ardından da, Humeynî “Mercî-i Taklid” (Şiî inancında, mensupların takip etmekle sorumlu bulundukları yetkili dinî lider) makamına yükseldi.
Dönemin en önemli Şiî liderleri olan Ayetullah Seyyid Burûcerdî ve Ayetullah Ebu’l-Kâsım Kâşânî’nin arka arkaya ölümleri, Ayetullah Humeynî’ye politika arenasında yer açmıştı. 1953’ün yazında milliyetçi Başbakan Muhammed Musaddık’ın ABD-İngiltere ortak yapımı bir darbeyle devrilmesi, Şiî ulemayı zaten aşırı şekilde politize etmişti. Ayetullah Kâşânî her ne kadar bu süreçte Musaddık’ın karşısında yer alsa da, Humeynî için, yaşananlar Şah Muhammed Rıza Pehlevî iktidarına bayrak açmak için yeterli gerekçeyi çoktan oluşturmuştu. Şah’a açıktan meydan okuma noktasında Humeynî’yi harekete geçiren sebep ise, 1963’ün hemen başında meydana çıktı:
- Şah, yılın ilk günlerinde kamuoyuna açıkladığı altı maddelik bir planı “Beyaz Devrim” etiketiyle tanıtmıştı. ABD’nin desteklediği plan, kapsamlı bir toprak reformunun yanında, kadınların sosyal hayata daha fazla katılımını, özelleştirilmenin yaygınlaştırılmasını ve yabancı yatırımların teşvik edilmesini öngörüyordu.
Elbette tüm bunlar, Şah’ın iktidarının sağlamlaştırılması ve ulema sınıfının gücünün kırılmasına hedefine matuf adımlardı. Mensup olduğu kesim adına tehlikeyi hızlıca sezen Humeynî, ulemanın önemli temsilcilerini Kum’da topladı ve hepsinin onayını aldıktan sonra, 22 Ocak 1963 günü oldukça sert bir bildiri yayımlayarak Şah’ın politikalarını açıkça kınadı. Ardından, 21 Mart günü düzenlenecek Nevruz kutlamalarının da hükümeti protesto için iptalini sağlayan Humeynî, 3 Haziran’da yaptığı bir konuşmada, Şah’la Yezîd arasında paralellik kurarak, “ABD ve İsrail yanlısı” mevcut politikalar değiştirilmediği takdirde, İran halkının günün birinde Şah’a elveda demekten mutlu olacağını duyurdu.
Muhammed Rıza Pehlevî, iktidarına karşı açıktan cephe alan Ayetullah Humeynî’nin tutuklanmasını emretti.
5 Haziran 1963’te tutuklanan Humeynî, sekiz ay boyunca ev hapsinde kaldıktan sonra, 1964’ün başında salıverildi. Bu süreçte İran’ın çeşitli kentlerinde Humeynî lehine düzenlenen gösterilere güvenlik güçlerinin müdahalesi sonucu, 400’e yakın insan hayatını kaybetti. Söz konusu olaylar, İran takvimine göre çatışmaların başladığı aya işaretle, “15 Hurdad Ayaklanması” olarak anılır. İran yakın tarihinde, Şah’ın devrilmesine giden sürecin dönüm noktalarından biri de budur.
Gözetimli şekilde serbest bırakıldığı 1964 yılı boyunca Şah aleyhine açıklamalarını sürdüren Ayetullah Humeynî, kasım ayında, Şah’ın İran’daki Amerikan askerlerinin yargılamadan muaf tutulmasına dair kararını yüksek sesle protesto edince yeniden tutuklandı. Pehlevî rejimi, Humeynî’yi bu defa ülke sınırları dışına çıkarmaya karar vermiş, bunun için de komşu ülke Türkiye’yi seçmişti. 4 Kasım 1964’te Türkiye’ye sürgün edilen Ayetullah Humeynî, Bursa’da MİT görevlisi Ali Çetiner’in evinde kaldı. Bursa’daki 11 aylık zorunlu ikâmetin ardından, 1965’in ekim ayında Humeynî’ye nihayet Türkiye’den ayrılma izni verildi. O da kendi isteğiyle Irak’ın Necef kentine yerleşti. Humeynî, 1978’de dönemin Devlet Başkan Yardımcısı Saddam Hüseyin’e Şah’ın yaptığı baskı neticesinde ayrılmak durumunda kalıncaya kadar, yaklaşık 13 yıl burada yaşadı. Şah’ın devrilmesinden kısa bir süre önce, son kez Fransa’ya sürgüne giden Humeynî, 1 Şubat 1979’da Tahran’a dönmesine dek geçen sürede, Paris’in batısındaki Neauphle le Château kasabasında ikâmet etti.
Ayetullah Humeynî, yaklaşık 14 yıllık sürgün hayatı boyunca, özellikle siyaset ve devlet yönetimiyle ilgili fikirlerini olgunlaştırdı, düşüncelerini ayrıntılı bir şekilde anlattığı çeşitli eserler kaleme aldı.
- Bilhassa Necef’teki ikâmeti döneminde konuya eğilen Humeynî, Şiî inancında önemli bir yer tutan “Kayıp İmam”ın yokluğunda devlet kurabilmek için gerekli altyapıyı oluşturduğu “Velâyet-i Fakih Teorisi”ni geliştirdi. Humeynî’nin getirdiği bu yeni yorum sayesinde, Şiî inancına mensup kadrolar, “Kayıp İmam” dönmemiş olsa bile iktidara namzet olabilecekti. 1979’da Şah’ın devrilmesinin ardından kurulan “İslâm Cumhuriyeti”nin meşruiyet zemini, ortaya atılan bu teoriyle sağlanabildi.
Humeynî bu dönemde ayrıca, İran’a kasetler yoluyla sokulup ülkenin bütün şehirlerinde dinlenen tesirli konuşmalar yaparak, Şah’ın şahsını ve iktidarını direkt şekilde hedef almaya devam etti. İran’da rejim karşıtı protestoların giderek yaygınlaşması ve güvenlik güçlerinin kalabalıkların üzerine ateş açmasına paralel olarak, Humeynî’nin kullandığı dil de sertleşti. Şah’ı “Amerikan ajanı”, “Yahudi uşağı” gibi sıfatlarla anan Humeynî’nin üslubu, artık geniş kitlelerce de benimseniyordu.
1975 yılının Haziran ayında, 15 Hurdad Ayaklanması’nın yıl dönümünde Kum’da başlayan ve üç gün devam eden gösteriler, güvenlik güçlerinin saldırısıyla neticelendi. Çok sayıda öğrencinin ölümü, Şah’a karşı öfkeyi daha da yaygınlaştırdı. Humeynî’nin oğlu Mustafa’nın 23 Ekim 1977’de rejimin istihbarat örgütü SAVAK’ın düzenlediği bir saldırıya kurban gitmesi ise, İran’ın bütün şehirlerinde halkın sokaklara dökülmesine yol açtı. Birkaç ay sonra, 7 Şubat 1978 günü rejimin kontrolündeki Ettalaat gazetesinde çıkan ve Humeynî’yi “ülke düşmanlarıyla işbirliği yapan bir hain” olarak tanımlayan yazı ise, Şah’ın devrilmesine giden yolda, köprüden önceki son çıkışın da geçildiğine işaret ediyordu.
Sokakların yeniden hareketlenmesine neden olan yazıdan sonra protesto gösterileri ve rejimin göstericilere yönelik kanlı müdahaleleri artık sürekli hale gelecek, İran halkının öfkesi ise ancak, 16 Ocak 1979’da Şah ve ailesi ülkeyi terk edince hafifleyecekti. Bu süreçte, 19 Ağustos 1978’de Abadan’daki Rex Sineması’nda çıkan yangında 410 kişinin feci şekilde can vermesi, Şah’a yönelik nefretin zirveye tırmanmasına yol açan olaylardan biriydi. Ertesi ay, 8 Eylül’de Tahran’ın merkezindeki Jâle Meydanı’nda güvenlik güçlerinin protestocuların üzerine ateş açmasıyla 88 kişinin hayatını kaybetmesi de yine Şah’ın kaçınılmaz akıbetini yaklaştıran bir gelişmeydi.
İran’da tüm bunlar olurken, Şah yakın çevresindeki az sayıda insanla geminin su almasını engellemeye çalışıyordu. Uzun süren baskıcı bir iktidarın son demlerinde, etrafında neredeyse güvenebileceği kimse kalmamış, kendisine yönelik öfkeyi daha fazla baskı ve karşı saldırıyla önlemeye çalışma yanlışına sürüklenmişti. Dahası, henüz kimsenin bilmediği bir şey daha vardı: Şah, lenf kanserine yakalanmıştı ve kendisini tedavi eden Fransız doktorlar, sokakların kan gölüne döndüğü o sıkıntılı aylarda sıklıkla İran’a gidip gelmeye başlamışlardı. Karısı Farah Diba’nın tesadüfen öğrendiği hastalık, Şah’ın ülkeden ayrılış sürecini hızlandıracak, 16 Ocak 1979’da çıkılan bu son seyahat, İran’da bir dönemin de sonu olacaktı.
Ayetullah Humeynî, Şah’ın ülkeden ayrılmadan başbakan olarak atadığı Şapûr Bahtiyar’ın sağladığı özel izinle, 1 Şubat 1979 günü, sürgünde bulunduğu Fransa’dan İran’a döndü. Kendisini karşılamak için Tahran’a akan insan selinin 4 milyona ulaştığı tahmin ediliyordu. İran’da böylece bir dönem kapanırken, Ayetullah Humeynî’nin hayatının da üçüncü ve son evresi başlıyordu.
“İran İslâm Devrimi” resmî tarihi, devrim sürecini bazı aşamalar halinde izah eder. Buna göre, Humeynî’nin liderliğinde ve kontrolünde ilerleyen devrim, başlıca 4 evrede tamamlanmıştır:
Birinci aşamada, Şah’ın başbakanlığa getirdiği Şapûr Bahtiyar azledilerek, yerine Musaddık döneminin önemli bürokratlarından Mehdî Bâzergân atandı. 5 Şubat 1979’da görevine başlayan Bâzergân liderliğinde kurulan “geçici hükümet”, 6 Kasım’da görevini tamamladı. 4 Kasım’da İranlı öğrencilerin Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’ne düzenledikleri baskın, Bâzergân ile Humeynî arasında başından beri zaten var olan fikir ayrılıklarının zirvesini oluşturuyordu.
İkinci aşama, “devrime muhalefet eden” bilumum basın-yayın kuruluşlarının, resmî kurumların ve devlet bürokrasisinin yeniden şekillendirilmesini de kapsayan, sonraki süreçti. ABD ile bütün ilişkiler koparılarak, İran devlet aygıtının “İslâm Devrimi”ne uygun hale getirilmesine başlandı.
Humeynî’ye yakın bir isim olan Ebu’l-Hasen Benî Sadr’ın 25 Ocak 1980’de getirildiği cumhurbaşkanlığı vazifesinden 20 Haziran 1981’de yine bizzat Humeynî tarafından azledilmesi, devrimin üçüncü aşamasını oluşturur. Devrim ideallerine karşı çıkan Sadr’ın görevden uzaklaştırılmasıyla “İslâm Devrimi”nin yerleştirilmesi yönünde bir adım daha atılmıştır.
Ve nihayet son aşamada, 1982’den itibaren, artık devrimin bütün kurumları oluşturulmuş, Pehlevî rejimi yanlıları ve devrim muhalifleri tasfiye edilmiş, Humeynî’nin çerçevesini çizdiği “İran İslâm Cumhuriyeti”, uluslararası arenadaki yerini almıştır.
İran resmî tarih anlatımında, bu dört aşama, “İmam Humeynî”nin İslâmî devrimi devlete ve topluma benimsetmek için yaptığı sürekli fedakârlıklar ve sabrı eşliğinde izah edilir. İddiaya göre, küçük muhalif grupların yersiz çıkışları bertaraf edildikten sonra, İran toplumun kâhir ekseriyeti, Humeynî’nin idealleri çevresinde bir araya gelmiş, İslâm Devrimi’ni coşkuyla benimsemiş, onurlu ve mutlu bir hayata başlamıştır.
Oysa, İran resmî tarih yazıcılığının yaldızları kazındığında, sözü edilen dört aşamanın geçilebilmesi için, İran toplumunun çeşitli kesimlerinden binlerce insanın, devlet gücüyle ve zorla bertaraf edildiği, siyasî tutukluların sayısının Şah dönemiyle yarıştığı, haksız yere idam edilenlerin sayılarının binlere yaklaştığı görülür. Özellikle 1980’lerin ortasında, bu yargısız infaz süreci öylesine dayanılmaz bir hal almıştı ki, Ayetullah Humeynî’nin çevresindeki en yakın isimlerden Ayetullah Hüseyin Ali Muntazerî (1922-2009), sesini yükseltmek durumunda kaldı. Muntazerî’yi kendisinden sonraki dinî lider olarak çoktan ilân etmiş bulunan Humeynî, Muntazerî’nin eleştirilerinden rahatsız olarak, 1989’da onu azletti, yerine Ali Hamaney’i atadı.
Humeynî cephesi, ülke içinde başlatılan kovuşturma, rövanş ve infaz sürecini, “devrim karşıtı düşman unsurların temizlenmesi” gerekçesiyle izah ediyor, bu durumun bir vatan meselesi olduğunu savunuyordu. Görevinden azledildikten sonra Fransa’ya kaçan Benî Sadr’ı destekleyen Halkın Mücahitleri Örgütü’nün İran’ın yeni yöneticilerini hedef alan saldırıları da (devrimin kurucu kadrolarından Ayetullah Muhammed Hüseyin Beheştî, 28 Haziran 1981’de bombalı saldırıyla öldürüldü. 24 Temmuz 1981’de düzenlenen seçimle göreve gelen yeni Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recai, 29 Ağustos’ta, Başbakan Muhammed Cevad Bahanur’la birlikte öldürüldü. Her iki olayın da faili, Halkın Mücahitleri Örgütü’ydü), Humeynî ve adamlarına, ülkedeki olağanüstü tutuklama, yargılama ve infaz sürecini derinleştirme noktasında meşru gerekçe sunuyordu.
Ayetullah Humeynî, Şah dönemini aratmayacak bir ağırlıkta devletin demir yumruğunu muhalif kitlelerin üzerine indirirken, Saddam Hüseyin’in saldırısıyla 1980’de başlayıp kesintisiz 8 yıl devam eden İran-Irak Savaşı da, “olağanüstü tedbirler”in sürdürülebilmesi noktasında, İran’ın yeni yöneticilerine geniş bir alan açtı. Toplamda bir milyona yakın insanın hayatını kaybettiği İran-Irak Savaşı sona erdiğinde, İran’da bütün muhalif unsurlar ayıklanmış, binlerce devrim karşıtı idam edilmiş, İran devleti tamamıyla din adamlarının kontrol ettiği bir tür modern teokrasiye dönüşmüştü. İstişare ve halka danışma mekanizmalarının önemi sürekli vurgulanmasına rağmen, Humeynî’nin bizzat oluşturduğu yeni devlet sisteminde, bütün karar alma organları direkt biçimde dinî liderin şahsına bağlanmıştı. Seçimler yapılarak parlamento oluşturulsa ve sahnenin önünde cumhurbaşkanı ve kabine bulunsa da, ipler tamamen dinî liderin elindeydi. Sonuç, Şah’ın demir yumruğundan kurtulabilmek için Humeynî’ye destek veren İran toplumunun çok farklı türden mensupları için, gerçek bir hayal kırıklığıydı. Humeynî, “dereyi geçene kadar” onlarla yürümüş, ardından gücünü topladıktan ve egemenliğini tesis ettikten sonra, kendisine karşı çıkanları tamamen devreden çıkarmıştı.
23 Ocak 1980’de geçirdiği kalp rahatsızlığı sonucu, Tahran’ın kuzeyindeki Cemerân semtinde sade bir eve yerleşen Humeynî, ölümüne kadar buradan neredeyse hiç ayrılmasa da, devletin bütün işleyişini bizzat kontrol etmeyi sürdürdü. Bu süreçte yaşanan özellikle iki gelişme, Ayetullah Humeynî’nin siyaset anlayışını ve devlet aygıtını yönlendirme mantığını ortaya koyuyordu:
Hâfız Esed’in 1970’ten itibaren tesis ettiği Baas diktasıyla yönetilen Suriye’de, Nusayrî rejim ile Sünnî muhalefet arasındaki gerilim, 1980’lerin başında doğruya çıkmıştı. Nihayet 1982’nin Şubat ayında Hama şehrini kuşatan rejim birlikleri, yaklaşık bir ay boyunca abluka ve bombardıman uyguladı. En az 30 bin kişinin hayatını kaybettiği katliam sırasında, İran yönetiminden Suriye’ye yönelik herhangi bir eleştiri veya engelleme gelmediği gibi, Suriye’nin İran-Irak Savaşı’nda İran’a destek olmasına karşılık, İran da Suriye rejiminin Sünnî muhalefeti ezerek yok etmesine göz yumdu.
Lübnan’da yayımlanan eş-Şîrâ gazetesinin 3 Kasım 1986 günkü nüshasında yer alan manşet, ABD Başkanı Ronald Reagan’la İran yönetimi arasındaki gizli silah alışverişini ifşa ediyordu. Tarihe “Contra-Gate” veya “İran-gate” adıyla geçen skandal, sözlü olarak ifade edilen onca tepki ve öfkeye rağmen, Humeynî yönetiminin Amerikan yönetimiyle el altından ciddi bir yardımlaşma sürecini yürüttüğünü ortaya koymuştu. Irak’la savaşın devam ettiği o yıllarda, İran sadece ABD ile değil İsrail’le de yakın bir ticarî münasebet kurmuş, bu ülkenin sağladığı füze ve silahlarla savaşı sürdürmüştü.
Bu olaylar, Ayetullah Humeynî’nin, yeri geldiğinde kendi ilkelerini nasıl esnetebileceğinin ve günün şartlarına göre faydacı bir siyaset izleyebileceğinin iki ilginç örneğini oluşturuyordu. Hem İslâm dünyasındaki çeşitli hareketliliklerde hem de ABD ile ilişkilerde İran’ın menfaatini birinci sırada tutan İran devlet aklı, bugün de Ayetullah Humeynî’nin açtığı bu pragmatist yolda ilerlemektedir.
Ölümünden kısa bir süre önce, Ayetullah Humeynî’nin yeniden dünya basınının manşetlerine tırmanmasına yol açan hadise, 14 Şubat 1989’da Hint asıllı İngiliz yazar Selman Rüşdi hakkında verdiği ölüm fetvasıydı. Kaleme aldığı “Şeytan Ayetleri” isimli kitapla İslâm dünyasını ve Müslümanları kızdıran Rüşdî, Humeynî’nin de hedefi olmuştu. İlk zamanlar tüm dünyada büyük yankı uyandıran söz konusu fetva, daha sonra zaman içinde gündemden düşmüş, geçerliliğini de yitirmiştir.
1980’de geçirdiği kalp krizinin ardından sürekli doktor müşahedesi altında tutulan Ayetullah Humeynî, 1989’un mayıs ayında ciddi bir rahatsızlığa yakalanarak hastaneye kaldırıldı. 18 Mayıs günü, doktorların ayrıntılı tetkiklerinden sonra, Humeynî’nin mide kanseri olduğu tespit edildi. Kanser, son aşamaya gelmişti ve ameliyat da şarttı. 23 Mayıs’ta ameliyat olan Humeynî, yoğun bakımda uyanması beklenirken 10 gün içinde arka arkaya beş kalp krizi geçirdi. Sonrasında başlayan iç kanama ise durdurulamadı. Nihayet, 3 Haziran 1989 günü, Ayetullah Humeynî’nin hayatını kaybettiği kamuoyuna resmen duyuruldu.
Yerine, Ebu’l-Hasen Benî Sadr’ın azledilmesinden sonra cumhurbaşkanlığı makamına getirdiği Ayetullah Ali Hamaney’i bırakan Humeynî’nin cenazesi, 10 milyondan fazla insanın katıldığı dev bir törenle defnedildi. Halkın kendisine yönelik izdihamı öylesine yoğundu ki, cenazesi, defnedileceği alana ancak helikopterle taşınabildi. Defin sırasında kefeninin parçalanıp cesedinin yarı çıplak kaldığı sahneler ise, Humeynî’ye gösterilen sevginin ilginç bir tezahürü olarak akıllarda kaldı.