Hangi imanın şövalyesi ya da buz gibi bir Kierkegaard
İmanına adanmış bir şövalye olmak, Allah’ın buyruklarına sarsılmaz bir bağla bağlanmak ve dahi uygulamakla mümkündür. Allah’a nasıl inanırız değil, nasıl layık oluruz sorusudur onun daha çok cebelleştiği alan.
- “Kendisini seven kimse kendisinde yüceleşti ve diğerlerini seven kimse kendisini adaması yoluyla yüceldi; ancak Tanrı’yı seven kimse herkesten yüce hale geldi. Hepsi hatırlanacaktır; ancak herkes beklentisi oranında yücelmiştir.”
- Kierkegaard.
“Bu bir rahmet deryasıdır, faydalanmak istersen kenarda dur.”
Kierkegaard hepimizin ruhuna endoskopisini salmış mühim bir isim. İman ediyor olarak kendisiyle tanışanlar, ona karşı kalbinde sairlerine duyduklarına nazaran daha özel bir muhabbet duyar. Zira kendisi hem duymak istediklerimizi söyler hem kaçtıklarımızla yüzleştirir. Bizi hem korkutur, ürpertir hem de tahayyül edilmiş cennet bahçelerinde asılmış bir salıncaktan sallar. Onda ve söylemlerinde cesaretimizi görürüz, onda aslında ne kadar da kırgın olduğumuzu anlarız.
Yaratılan ilk insandan beri içimizde bitmek bilmeyen günah-sevap savaşı içerisinde, Allah’ın varlığı karşısında sonsuz boyun eğişimiz varsayılan olarak bir kenarda dursun, bir güvenin halıyı kemirmesi gibi şüpheyle verdiğimiz savaşta, yanı başımızda duran bir can yoldaşıdır Kierkegaard. Onu diğer filozoflardan ayıran en önemli özellik -şüphesiz- iman ediyor olması ya da iman ediyor olduğunu sürekli imlemesidir. Evet tam da bu anlamda bir vahadır kuşku ilminin çöllerinde. Fakat kendisi üzerine yüklenmiş bu “inanır Filozof” sıfatından daha büyük bir derdin içindedir; o da şudur ki iman etmek yeterli midir? O imanın şövalyesi olmak, o imana seçkin ve üstten ve çıkarsız bir adanmışlıkla hizmet ediyor olmak da gerekmez midir?
İşte fikirlerine mantra edindiği Sokrates ya da Hegel bile onun içinde çırpınan inanma kelebeğine kısa bir ömür biçemez. Bu yüzden kendisine korunaklı bir alan kurar. En derininde bir manastırı vardır ve devamlı oraya gider. Bu Hira’dan beri insanın kendisini ve Rabbini keşfetme metodu değil midir? Orası kendi kalbine ve beynine sarsılmaz temellerle yerleştirdiği bir ibadethanedir. Belki de “Öyleyse Allah’a kaçın” ayetini içselleştirdiği bu ibadethane, içerisine kimseyi dahil etmediği özerk bir alandır. Orada imanı vardır, şüphe yoktur. Korkar ve titrer fakat ileride bekleyen bir müjdesi vardır; farkındadır. Tek hukuk Rabbin buyruğudur, başka hiçbir söylemle uğraşılmaz. Sanki farkındalığın zirvesindedir. Emir Kusturica’nın Arizona Dream’inde de söylendiği gibi “balık düşünmez, çünkü bilir” Iman ettiği Tanrı’ya karşı adanmışlığın alamet-i farikası olan şövalye tavrı, altı boş bir söylem olmamalıdır. Kierkegaard’da iman, aktive edilmediği her an anlamsız bir iddiadan ibarettir.
- İmanına adanmış bir şövalye olmak, Allah’ın buyruklarına sarsılmaz bir bağla bağlanmak ve dahi uygulamakla mümkündür. Allah’a nasıl inanırız değil, nasıl layık oluruz sorusudur onun daha çok cebelleştiği alan.
Bu konu hakkında deistler ya da ateistler ya da septikler onu ne kadar dillerine dolarlarsa dolasın, inanan hem de koyu bir inanan olduğundan daha ötede bir yola varamayacaklardır. Bu model aldığı iman etme modeli Hz. İbrahim’in iman etme örneğidir. Allah’ın buyruğu karşısında tüm evrensel ahlak yasalarını, etiği, kendi babalık güdülerini dahi ayaklar altına almıştır. Allah’ın onu asla mahcup etmeyeceğini bilerek -ki aksi olsaydı da ona her şeyi feda edecek olduğunun farkındalığıyla- yaptığı bir hamle ile oğlunun şah damarına bıçağı dayayan Hz. İbrahim’in örnekliği, hala daha selim kalbin şüpheci aklı boğazlaması, katıksız inancın tereddüdün şah damarını kesmesi, biz kadirşinas torunlar olarak ümmetin atamız olan Halil’e sadakat ifadesidir. Bu uğurda, İsmail’in yerine akıtılan her damla kan, bir yerine koyma edimi olarak, Çağlar boyu kırmızı bir halı misali azabın rahmete dönüşü, hikmet kavramının bir nev’i sırrı olarak önümüze seriliyor.
Evet. Kierkegaard bir iman şövalyesidir. Onu “o, bu, şu dururken neden bu Danimarkalı?” diye düşünerek heba edemeyiz.
Evet. Kierkegaard bir iman şövalyesidir. Onu “o, bu, şu dururken neden bu Danimarkalı?” diye düşünerek heba edemeyiz. Kendi coğrafyasında, kendi alanında, kendi paradigmasında değerlendirdiğimiz zaman, verdiği savaşın aslında nasılda bir sahabe prototipi çizdiğini anlayabiliriz. Dikkat çekelim ki bulunduğu çağda herkes şüphenin, septizmin açık sularında sörf yapıyordu. Kendisi de Hegel’e karşı inanılmaz bir sevgi ve hayranlık besliyordu fakat yine de sorgusunun cazibesine kapılmadığı o Hegel’in bahçesinde dahi başka bir şey ekti toprağa. Ve hala yeşerttiği o alan ve yazdıkları, Tanrının olmadığını iddia eden filozofya göllerinde jöleli Danish saçlarla bir bakış atıyor tüm camiaya. Hepsine bakarak Lale Müldür’den şu dizeleri okuyor; “Sen kaderini uzayda ara; ben karnabaharlara bakacağım” Kierkegaard, inandığı din ne olursa olsun, inanma metodu ve onun adına yaptığı her şey, her karşı duruş, her kitap, arzularına karşı verdiği her savaş bizler için bugünde de birer rol model olabilecek yerdedir. Sadece kavramların isimlerini değiştirmek aradığımızı bulma konusunda büyük destekçi gibi duruyor.
Onun dini Hristiyanlıktı, bizler Müslümanız. O İshak dedi biz İsmail diyoruz. O manastırına çekildi, her birimiz kendi içerimize korunaklı bir mescit inşa etmek zorundayız. Hem aşkın bir yerden inanıyor oluşuyla, koşulsuz bir bağ ile Allah’a bağlanma arefesinde “Korku ve titreme”, Hem insanın en aciz yerlerini, kendi kendisine dahi malik olamadığı, çaresiz ve günahkar yanlarını anlaması için “baştan çıkarıcının günlüğü”, seçimlerimizin kaderimizi belirlediği, kaderimizin de seçimlerimizi belirlediği dilemmasına vurguyla tekrarladığı “ya, ya da”, en çaresiz anlarımızda, tükenmeye ramak kalmışken uzaklardan bir tüm karanlığa reflektör tutan “ölümcül hastalık umutsuzluk”. Tüm bu söylencenin içerisinde ve onların sahibiyken devamlı ve açık yüreklilikle kendisini sorgulayan, engelleyen, kendisiyle boğuşan depresif fakat aydın bir Varoluşçu. Kierkegaard büyük bir derya, kenarında güneşlenmek isteyenlere…
“İnsan yaşamının ne olduğuna dair bazı algılamalara ve bilince sahip olan birçok kimse, büyük olaylarla çağdaş olmayı, yaşamdaki önemli olaylara dâhil olmayı, her zaman içerisinde arzular… oysa bu gibi olaylar ve durumların kişiyi bir şey yapacağını düşünmek hurafedir”