"Kırlardaki zambakları kim sağaltır?"
Dora, gözleri yaşlı koşar. Elinde bir zambak demetiyle çıkar gelir. Eğilirler, Kafka’nın burnuna zambağı dokundururlar. Kokuyu alan Kafka’nın kapalı gözlerinden biri açılır. Diğerini açmaya mecali kalmamıştır. “Pollack,” der Kafka, “Kırlardaki zambakları kim sağaltır”.
Kafka’nın büyük bir açlık sanatçısı olduğunu biliyoruz. Açlığa büyük bir disiplinle yaklaştığını da. Baba sofrada ne kadar yemek adabından bahsetse, ne kadar kibar olmaktan da, çatalların ve bıçakların olmaları gerektiği yerlerden söz etse de, et yemeği önüne geldiğinde yine odur barbar gibi eti yiyen. Eti kemiren. Ağzını şapırdatan. Nezaket kurallarını ansızın unutan. Sofra adabını bilmeyen. Kaba olan ama kibarlıktan söz eden yine odur.
Kafka bilinçli et yemezliğinin ayrımında günden güne erirken, ufacık bedenine avukatlık mesleğinin ağır yükünü bindirirken, gece yarılarını kuşluk vaktine dek uzatırken, kendini yazmaya aşırı kaptırırken, “insomnia” hastalığına yakalanıp akciğerleri sönerken, akciğerlerinden kan tükürürken lavaboya, sanatoryum dönemleri de başlar böylelikle. Çok yakın zamanda yayınlandı kartpostalları. Kafka’nın hastalığına çare bulayım diye yattığı sanatoryum, yuvaya, Prag’a çok uzak olduğundan yalvarmalar barındırır içinde. “Bana et gönderin” der Kafka anne babasına, “Bedenim güçlensin”. “Bana yumurta gönderin.” “Gönderdiğiniz yumurtalar kırık çıktılar.”
Derler ki Kafka son dönemlerinde Kierkegaard okurdu. Metafizik zaten vardı Kafka’da.
Sanatoryumda yanında Dora Diamant, Doktor Oskar Pollack, bir yazar arkadaş Çaresiz Kafka’nın sönüp giden bedenine bakmaktadırlar. Kafka’nın el yazısı aslında kıskanılacak kadar güzel. Max Brod’la, Goethe evini ziyaretinde görmüş ya el yazısını Goethe’nin. Karar vermiş bundan sonra grafolojiye değer verilecek. Düzeltme yapılmayacak güzelim el yazılarında. Mürekkep kaçıkları, silgiler, silmeler olmayacak. Yazılar Kafka’nın ruhunu yansıtacak böylelikle. Nasıl Goethe’nin ruhunu yansıtmışsa bir zamanlar. Dolmakalemle dimdik yazılırlar ve karizma sahibidirler. Harp düzeni almışlardır sağlıklı demlerinde. Sanatoryumda ise gördüm, biçili ekinler gibiydiler. Yana yatmışlar. Harflerin bacaklarında derman yok belli. Ellerini, birazcık dinleneyim diye bir taş bulmuşlar, yaslanmışlar bir taşa. Sanki de yorgun taşın üstüne öylece oturuvermişler. Derler ki Kafka son dönemlerinde Kierkegaard okurdu. Metafizik zaten vardı Kafka’da. “Tanrı Tutulması” “Sen ve Ben” ve Martin Buber okumaları. Janoach, Kafka’yla konuşmalarında hangi kitabı getirmişse Kafka onu çoktan okumuştur. Dinler tarihi, felsefe, kültür tarihleri, edebiyat tarihi, Çin ve Japon edebiyatı dahil her türden okumalar. Ama bir dönem Goethe’ye eğildiği gibi son dönemlerinde Kierkegard’a eğilmiştir. Ölüme yaklaştığında, ölüm döşeğinde ondan artık umut kesildiğinde, gözleri kapanmaya durduğunda, iki gözü de yorgun bedeni gibi ağır ağır bu dünyadan göçe hazırlandığında, akciğer tüberkülozu gırtlağa vurduğunda, gırtlaktaki tüberküloz ancak iğnelerle durdurulduğunda…
Her gün acılı enjeksiyonlarla gırtlağa iğneler yapıldığında… Su bile içemez duruma geldiğinde Kafka. Oskar Pollack, doktor yazar arkadaşı, yanında hemşireler, Kafka’nın son sevgilisi Dora’ya: “Git de şu yakındaki çiçekçiden bir zambak al da getir” der. “Ölmeden bir koklasın Kafka.” “Genzine çeksin.” Dora, gözleri yaşlı koşar. Elinde bir zambak demetiyle çıkar gelir. Eğilirler, Kafka’nın burnuna zambağı dokundururlar. Kokuyu alan Kafka’nın kapalı gözlerinden biri açılır. Diğerini açmaya mecali kalmamıştır.
“Pollack,” der Kafka, “Kırlardaki zambakları kim sağaltır”. “Kırlardaki zambakları kim sağaltır?”
Kafka’nın son sözü budur ve ey okur, burada gözden kaçmaması gereken soru belki de şudur: Nazenin tenine kanıp, güzelim renklerine, kopartıp doğadan eve getirdiğimiz, saksıya koyduğumuz, baktığımız, suyunu verdiğimiz, toprağını eşelediğimiz çiçek neden solar, solar da sonsuz ve sınırsız uzaklarda bir dağda gâh yağmur yemiş gâh yememiş, gâh rüzgâr tenine bir şeyler fısıldamış gâh fısıldamamış bir zambak kıpkırmızı açar? Bir gelincik dağların ve dağların ve dağların ötesinde incecik narin bedeniyle son bir kahkaha olarak nasıl kıpkırmızı açar?
Bir köpek, bir kedi tüm canlılığıyla işte dışarda sapasağlam aşısız, kontrolsüz, veterinere muhtaç olmadan dolaşır da, neden eve girdiğinde karnelerle, kontrol ve muayene dönemlerine girerler. Göğe bakınca sayısız sığırcıklar, kargalar, martılar hepsinin bedeninde sayısız kursak gökyüzüne kimin yardımıyla hangi askıyla o boşlukta asılırlar? Kanaryalar, muhabbet kuşları, zebra ispinozu ya da Hint bülbülü doğada sınırsız şakırlar da neden evcilleştirdiklerinde sınırsız hastalıklar içinde olurlar. Sahipliğini üstlendiğinde insanoğlu, kayrasını geniş halkadan daracık halkaya indirdiğinde metaı silikleşmeye başlar.
- Koruyuculuk tanrıdan insana geçerse eşya silikleşir. Solmaya başlar. Canlılar da. Güneş gibi her şeyi ışıtan bir kayradan ve rahmetten bir mum ışığına dönülür. Mum ışığının ne hükmü vardır güneş ışığı karşısında?
Asırlardır teknolojideki gelişmeler muvacehesinde geldiğimiz sağaltma aparatlarında hastalıklar aynen yerinde saymaktadır. İlaç sektörü işi paraya döktüğünden hastalıklar çoğalmış, sermaye döndüğünden hastaneler çoğalmaya başlamıştır.
Sağalmak için, göğüsteki akciğeri iyileştirmek, gırtlaktaki tüberkülozu dindirmek için koşmadık, başvurmadık yer bırakmayan Kafka hayatı boyunca vermediği tavizleri de vermiştir. Et bile yemiştir. Bunca beyaz önlüklüler, devasa aparat-aygıtlar karşısında hastalığına bir çare bulamıyorsa başı kaldırıp kırlardaki zambakları kimin sağalttığına bakılmalıdır. Sahiden, kırlardaki zambakları kim sağaltır?