Sevimli hayalet Postmodernizm’in zombi olarak dönüşü
Postmodernizm hem müphem tanımları hem de tekniklerinin aşırı derecede dolaşıma girmesi ve avantgard özelliğini yitirmesi nedeniyle ölse de bu tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Gerçeklik kavramının arka plana itilip, herkesin kendi doğrusunu yarattığı günümüz dünyasında postmodern teknikler kullanılmaya devam ediyor.
Postmodernizm öldü mü sorusuna dair yazılmış bu yazıda peşinen vereceğim cevap “evet, öldü,” olacaktır. Ancak Post Öykünün 28. ve 29. sayılarındaki cevaplara da bakılırsa postmodernizm öldü mü, öldüyse nasıl öldü ya da öldüyse şimdi yerine ne geldi sorusuna verilen cevaplar belirsizliğin devam ettiğini gösteriyor.
Önceki dosyalarda verilen cevaplara kısaca bakacak olursak, Abdullah Kasay’a göre “modernizmin oluşturduğu gerilim hattının uçlarında yer alan eski ve yeni, yaşanan toplumsal sorunlar karşısında zıt kutuplarda konumlandırılarak, birbiri ile çatışır hale dönüştürülmüştür,” ve postmodernizm bu noktada “sibop [supap]” görevini görmüştür. Zannediyorum postmodernizm yeni ve eski arasındaki akışkanlığı ya da geçişi yumuşatmıştır gibi bir anlamı var. Ama metnin bir kısmında tezat oluşturacak şöyle bir ibare var: “‘gelenek’ ile ‘modernliğin’ yol ayrımında her ne kadar birbirleri ile çatışır yanları olsa da her iki olgunun keskin hatlarla ayrışmış bir şekilde konumlandırılmadığı görülür.” O zaman zaten postmodernizmin sibopluk yapmasına gerek yok. Ölmüş müdür, yazıda bir cevap bulamadım.
- Ama anladığım, “ölmesi için modern dünyanın bunalımını” beslemeyi bırakıp kendi kavramlarımızı üretmemiz gerektiğini nasihat ediyor. Cemal Şakar’a göre postmodernizm kavramı müphem olduğu için tutulur bir yanı yoktur. Postmodern, kavramları silikleştirir ve hakikati öldürür. Bu açıdan postmodernizmin bir el çabukluğundan ibaret olmasından benim anladığım, bir illüzyonun varoluşunu ya da ölümünü sorgulamak gereksizdir.
29. sayıdaki bir sonraki yazısında da modernizmin ikilik üzerine kurulduğunu bunun da Greklerden miras kaldığını söyledikten sonra, postmodern durumun bu ikilikleri yıkıp belirsizlikler içinde yüzdüğünü ve kendini Batılı olmayan toplumlara dayattığını belirtiyor. Buraya kadar kavramın müphemliğine tekrar vurgu var ve bana postmodernizmi illüzyon olarak düşündüren yazının devamında postmodernizmin emperyalizmin kurguladığı siyasi bir strateji olduğu ilan ediliyor.
Bu minvalde, postmodernizmin ölüm haberlerinin de siyasi bir hamle olduğunu ve ölümüyle bile dünyayı cebren düzenlemeye çalıştığını öğreniyoruz. Yazının ikinci kısmında, kaçınılmaz olan ikiliğin anlaşılması için eşliklerin olması gerektiğini ifade ederken, bu eşlikler ikiliğin aksine uyumludur (ruh-beden, gece-gündüz, dünya-ahiret) ve geleneksel metinlerde yer bulur.
Sanıyorum bu eşliklerden ve ikiliklerden bahsederek, postmodernizm dayatmasını aşmak adına sorulan “ne yapmalı” sorusu için bir çıkışı işaret ediyor. Çünkü sanat ve siyaset “eşyaya biçim verme anlarında kesişir” ve bu kesişme sanatçının karar verme anıdır, fakat en nihayetinde “ne yapmalı sorusu alabildiğine siyasi içerimleri olan bir sorudur.”
Özkan Gözel’e göre, postmodern dediğimiz şey modernizmin bir uzantısıdır, bu anlamda modernizm günümüzde hâlâ ağır aksak yaşamaya devam etmektedir. Şakar’ın dediğini tasdik eden yazı, sadece yeni müphem kavramların üretildiğini ifade ediyor. Kasay’ın tavsiyesini de destekleyerek “bize” yönelmemiz gerektiğini öğütlüyor. Yine, Furkan Pişgin yazısında postmodernizmin ölüp ölmediği konusunda bir karar veremiyor fakat “kendi içimizde” bir pratik oluşturmamızı salık veriyor. 1950’lerin öyküsünü anlatırken birdenbire 2010’ların öykücülüğüne atlaması aslında postmodernizmi ıskalayan bir durum.
Nuray Yüksel’in yorumlamasına göre postmodernizm, “düzene karşı çıkan, kabullenişlerin hepsini yeniden sorgulamayı savunan, gerçeği değil nasıl bir gerçeğin olduğunu yorumlayan bir tepki.” Olaya dijital çağ minvalinden bakan Yüksel, artık değişen üretim araçlarıyla bir sanattan bahsetmenin zor olduğuna, sadece sanatçıdan bahsedildiğine değiniyor. Dijitallik nesneyi ya da somut eseri ortadan kaldırıyor. Yüksel’e göre postmodernizm ölmüş olsa bile değişime meyyal yapısıyla yeni şekillerde vücut buluyor.
Secaattin Tural postmodernizme ve roman türüne negatif bir tavır takınarak tartışmayı öykü ve şiir üzerinden değerlendiriyor. Tural’a göre, öykü postmodern teknikleri kullanıyor olsa da bu sınıflandırmaya giremez çünkü öykü türü şiire yakındır ve postmodern şiirden de bahsedemeyiz. Bu tartışmalı argümanı da yazar ve okuyucunun öyküye yaklaşımına bakarak öne sürüyor. Ama burada öyküye has addettiği vasıflar ve öykünün tanımında soru işaretleri var. Öyküde olay ve kahramanlar konusunda kısıtlı bilgi verildiği için bir eksiklik hissi olduğunu ve bu hissin hayal gücünü tetiklediğini söylüyor. Fakat romanda da eksik anlatılan ya da bütün detaylarıyla anlatılsa da hayal gücünü tetikleyen bir yön var. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Hayri İrdal en ince detaylarıyla inşa edeceği enstitü binasını betimlese de hayal gücünü çalıştırmak iktiza ediyor. Ursula Le Guin’in betimlediği dünyalar da hayal gücü istiyor. Öyküde kronolojik bir yapı varmış gibi görünse de bir ânı tasvir ettiği ve bu anın iç zamana dönüştüğü iddiasında Tural.
Bu iç zamandan kasıt nedir tam olarak bilemiyorum ama Salinger’ın kamerayla anbean kaydetmiş gibi yazdığı diyalog üzerinden giden öyküleri var ya da Hemingway’in bir gazeteci titizliğiyle anlattığı öykülerde her şey bir fotoğraf gibi sunuluyor. Karakterlerin iç zamanı hakkında tamamen kapalı, kurmaca içinde geçen zamanla gerçek zaman arasında koşutluk gösteren öyküler de bulmak mümkün. Bunun Tural’ın ifade ettiği gibi imgesel olma zorunluluğu yok. Kaldı ki kronolojik giden sayısız öykü de var. İhsan Oktay Anar’ın Efrasiyab’ın Hikayeleri (1998) buna örnek verilebilir. Tural “ister olay, ister durum özelliklerini taşısın, öykü şiirin imkânlarını kullanmaktadır,” diyor, evet ama bunu roman için de diyebiliriz. Hatta Juan Goytisolo’nun Yalnız Kuşun Erdemleri şiir-roman olarak anılıyor. Bunu yazarın kendisi de diyor: “Romanda da çoğu söz ve eylem sembolik değer taşıyabilir. Bu itiraza da roman zaten bu özelliğini şiirden almıştır diyebiliriz.”
Demek öykü de roman da şiirden bir şeyleri ödünç alıyor. Yazarın öyküyü postmodern dışı görme sebebi, postmodernizmin aydınlanmaya, mantığa ve bu değerleri taşıyan modernizme karşı çıkması, fakat öykünün bunu en başından beri yapıyor olması. Ancak bütün öykülerin, düşten, fantastikten ve sembolizmden ibaret olduğunu söyleyemeyiz. Her ne kadar Poe öyküde tek etkiyi savunsa da novellaya yaklaşan ebatlarda ya da günce formatında yazdığı öyküler de var. Borges’in gerçeklik anlayışını düşün ta kendisi kabul etsek dahi, Borges’in öykülerinin aydınlanma çağından, modernizmden, ülkesine giren sömürgecilerden, sömürge tarihinden ve Batı entelektüelizmden izole bir şekilde, bunların etkisine hiç maruz kalmamış gibi yazıldığını iddia edemeyiz. Belki de Borges’in mite ve düşe imanı tam da bu sebepten ortaya çıktı. Batılı olmayan edebiyat ürünleri ya koloniceleri benimser ya da karşı duruş sergiler. Her iki koşulda da “Batı” paradigmaya dâhildir. Marquez Batılıların dikta ettiği tarihi kabullenmektense, Batı mantığının kabul edemeyeceği, kendi bildiği kültürden hareketle kurmaca ve fantastik bir tarih oluşturmuştur.
Romanda da çoğu söz ve eylem sembolik değer taşıyabilir. Bu itiraza da roman zaten bu özelliğini şiirden almıştır diyebiliriz.
Cevaplar arasından bana en tatmin edici gelen Ali Berkay’ın yazısı “postmodern ölmüştür, en azından geri çekilmiştir,” diyor. Yazının başında, postmodernizmin tanımına farklı yorumlarla katkıda bulunmuş Linda Hutcheon’ın, Frederic Jameson’ın ve Brian McHale’in düşüncelerine kısaca yer verilmiş. İsmi geçen eleştirmenlere ek olarak John Barth, Jean-François Lyotard ve İhab Hassan’ın tanımlarına da bakarak günümüz edebiyatının bu terimlere uygun olup olmadığına bakabiliriz.
Hutcheon postmodernizmin öldüğünü söylemiş, fakat Hutcheon’ın tanımlamasına göre postmodernizm tarihyazımcı üstkurmacaya denktir. Parodi ve üstkurmacayla yazılan, tarih yazımı ve kurmaca arasındaki sınırı silikleştiren, bunu yaparken de yazım sürecini ön plana (sel-reflexive/özdüşünümsel) çıkaran kurmacalar postmoderndir. Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları (1981), İ. Oktay Anar’ın Kitab’ül Hiyel’i (1996), Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sı (1998), Colson Whitehead’in John Henry Günleri (2001), İzzeddin Çalışlar’ın Büyük Roman: Son Cariye, İlk Sultaniçe’si (2011) bu tanımlamaya girer. Jameson postmodern romanı ucuz ve sığ parodiler olarak eleştirir. McHale’e göre bir roman Vonnegut’un Mezbaha No. 5’i (1969), John Fowles’ın Mantissa’sı (1982), ya da Richard Morgan’ın Değiştirilmiş Karbon’u (2002) gibi ontolojik sorular yöneltiyorsa postmoderndir. Lyotard “üst anlatılara olan inanmamazlık durumu” olarak tanımlar postmoderni.
Tarih, din ve ideolojiye alternatifler üreten bütün kurmacalar postmodern oluverir bu tanımla. Ihab Hassan’a göre postmodernizm problemli bir terimdir. Yine de onu modernizmden ayıran özellikleri bir liste halinde vererek (amaç/oyun, eğretileme/ad aktarıması, hiyerarşi/anarşi vb.) listedeki maddeleri barındıran kurmacaların postmodern olacağını ima etmiştir. Kültürel alanı belirleyen postmodern özellikler zincirinde müphemlik, fragmanlar, kanon-dışılık, kendiliksizlik, derinliksizlik, söylenemeyen, temsil edilemeyen, ironi, hibritleşme, karnaval, performans ve dâhil olma, inşacılık ve içkinlik gibi maddeleri sıralar. Ancak sayılan elementler yine somut bir tanım bırakmaz. Ayrıca bu maddeleri modernizmde de görmek mümkün. Verilen bütün tanımlamalar karanlıkta el yordamıyla bir fili betimlemeye çalışan insanların çabasına benzer.
- 1994 yılında Raymond Federman yirmi yazar/eleştirmen arkadaşına postmodernizm öldü mü? Öldüyse ne öldürdü diye sorar. Verilen cevapların geneline bakarak postmodernizmin öldüğü kanısına varır.
Federman cevapların ardından, bir yandan ekonomi tarafından yutulup sindirildiği ve gübre olarak kültüre yayılıp karıştığı için, bir yandan da akademinin ağzında sakız olup beyhude bir çekişmeye döndüğü için postmodernizmin aslında ölü olduğunu belirtir. Bu tükenmiş durumdan John Barth’ın 1967’de yazdığı makalesine geçiş yapacak olursak, Barth’ın iddiasına göre kurmaca yapılar ve teknikler kullanıla kullanıla edebiyatta bir yorulma hasıl oldu. Bu yorgunluğu ve klişe formları aşan yazarlar yeni bir oluşumun da ayak seslerini duyurdu. Borges, Nabakov ve Beckett gibi isimlerden örnek verirken Borges’i hepsinde üstün tutarak “Pierre Menard” öyküsünü anlata anlata bitiremez. Bu öykü Tural’ın iddia ettiğinin aksine mitlerden ve anonimlikten bahsetmez.
Beethoven 6. Senfoni’sini günümüzde besteleseydi çok kötü bir eser olarak değerlendirilebilirdi, ancak böyle bir eserin varlığının farkında olan bir besteci, günümüzün ve içinde bulunduğu ortamın da bilincinde olarak biraz ironiyle bir ‘sanat eseri’ çıkarabilir
Öykü ilk modern roman örneği kabul edilen Don Kişot’u tekrar yazmaya çalışan bir adamın hikâyesidir ve tam da metinleraraslığa ve üstkurmacaya örnektir. Barth öykünün üzerine verdiği anolojide, “Beethoven 6. Senfoni’sini günümüzde besteleseydi çok kötü bir eser olarak değerlendirilebilirdi, ancak böyle bir eserin varlığının farkında olan bir besteci, günümüzün ve içinde bulunduğu ortamın da bilincinde olarak biraz ironiyle bir ‘sanat eseri’ çıkarabilir” der. Aslında edebiyatçıların “roman öldü mü, ıssız ajun kaldı mı” tarzı endişeleri ufak çaplı bir mazoşizm gibi geliyor bana. 940 yılında dünyaya gelen Firdevsi bile Şehname’nin başında “artık yeni söz söyleme imkânı kalmamıştır, yine de söyleyeceğiz bir şeyler,” diye başlıyor anlatmaya. Aslında sürekli ölüp sürekli tenasüh ediyor akımlar.
- Postmodernizm de zaten doğarken ölmüştür. Çünkü avangart olarak doğan bir akımın yaşaması beklenemez. Doğasına aykırıdır. Postmodernizm kanonla anılmaya başlandığı an işlevini yitirir. Başka bir şey olur. Postmodern teknikler günümüzde o kadar çok ana akım haline geldi ki, raftan rastgele bir kitap seçsem illa bir iki postmodern element bulabilirim. Bu da Barth’ın modernizm için söylediği yıpranmışlığın, günümüzde postmodernizmin başına geldiğine işaret ediyor.
Peki bundan sonra ne olacak? Yeni oluşum nedir sorusuna geldiğimizde buna net ve kesin bir cevap vermek zor. Benim ilk aklıma gelen, artık “akım” olgusunun o kadar da kâle alınmadığı bir dönemde olduğumuz. Yeni eleştiri, formalizm, postyapısalcılık gibi ekollerin yerini günümüzde dolduracak bir eleştiri yönteminden haberdar değilim. İkinci cevaba kapı açan ve dosyadaki sair yazılarda değinilen “post-truth”, içinde bulunduğumuz dönemi en iyi izah eden kelimelerden biri. Post-truth “nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu” olarak tanımlanmış. Brexit ve Trump’ın zaferi bu olguya örnek olarak veriliyor. Eldeki veriler, doğrular, gerçekler bir anlam ifade etmiyor. İnsanlar duygularının peşinden giderek kendi doğrularını yaratıyor ve doğruya değil, doğru olduğunu düşündüğü fikirlere inanıyor.
Bunun edebiyata etkisini düşünecek olursak, kurmacadaki kırılma noktalarının genellikle gerçeklik üzerinden yaşandığını görebiliriz. Modernistler gerçeklikten kopmamışlar, ona yaklaşırken az kullanılmış alanlara yönelmişlerdi. Mesela, “bilinç akışı” gerçekliği olduğu gibi yansıtmasa da gerçekliğin nasıl algılandığını gösteren bir yöntem. Modernistler kötümser olsalar da hayata dair soyut bir anlam arayışını devam ettirdiler. En önemli modernist eserlerden biri olarak gösterilen Eliot’un Çorak Ülke’sinde insanlığın yaşadığı buhran ve kriz anlatılırken bir güzelliğin ve anlamın da olduğu göz ardı edilmez. Ahlak değerleri çökmüş, kimlik parçalanmıştır ama insanlığın arayışı mitik, epik ve ilahi göndermelerle devam eder, ruhsal ve psikolojik bir yeniden dirilişe arzu vardır. Postmodernistler bu soyut anlam arayışını bıraktılar.
Einstein’ın görecelik kuramıyla birlikte gerçekliğin parçalanmasını kutlamaya başladılar. Ama ısrarla bu gerçekliğin yok olduğu üzerine durdular. Post-truth döneminde ise artık “gerçekliğe ilgisizlik” başladı. Gerçeklik var mıymış yok muymuş, göreceli miymiş değil miymiş noktasında umursamaz bir tavır takınıldı. Gerçekle kurmaca işin içinden çıkılamaz şekilde iç içe geçti. Örneğin Dave Eggers’in biyografik kitap olarak yazdığı Zeitoun bu sınırın bozulduğunu iyi bir şekilde gösteriyor. Gerçeklik Açlığı adlı kitap da bu durumdan bahsediyor. Ya da anlattığı şeylerin sürekli yalan olduğunu söyleyerek bir otobiyografi yazan Lauren Slauter kitabının kapağına “metaforik biyografi” ibaresini koydu.
Gerçekliğe ilgisizliğin had safhaya çıktığı post-truth döneminde, kurmaca da bu alakasızlığı fantastik elementleri bünyesine katarak devam ettiriyor diyebilirim. Irmtraud Huber “Postmodernism Sonrası Edebiyat: Rekonstrüktif Fanteziler” başlıklı doktora tezinde ele aldığı romanlarda böyle bir yönelimin olduğunu savunuyor. Nasıl ki postmodernizm, modernizmle arasında kesin bir sınır koymaktansa onun yöntemlerinden faydalandıysa, postmodernizm sonrası edebiyatta da postmodernist elementler kullanılmaya devam ediyor.
Yine üst anlatı, ironi, metinlerarasılık gibi anlatı teknikleri güncel edebiyat eserlerinde mevcut. Postmodernizm ölmüş olsa da bir hayalet gibi laneti devam ediyor. Huber, 2000’lerin başlarında yazılmış olan Yapraklar Evi, Her Şey Aydınlandı, Kavalier ve Clay’in Akıl Almaz Maceraları ve 9. Rüya romanlarında gerçekçi bir hikâyenin kurmaca içinde kurmaca şeklinde kurgulanırken fantastik anlatılar içerdiğini ifade ediyor.
Bu anlatılarda epistemolojik ve ontolojik sorular bir kenara bırakılıp, yazarın “pragmatic considerations” diye adlandırdığı kurmacanın anlamlar ve dünyalar yaratmasıyla ilgi bir fonksiyon merkeze geliyor. Aslında kitapları okumuş olanlar onları “fantastik” kategorisine yerleştirmekte güçlük çekebilir çünkü Huber’in fantastiği klasik tanımlamanın dışına çıkıyor. Huber metnin genelde ya semantik ya da sözdizimsel açıdan ele alındığını, yani nasıl çalıştığına ya da ne anlama geldiğine dair sorular sorulduğunu söylüyor. Bu iki kategorinin dışında metnin “etkisini” pragmatic considerations olarak tasnif ediyor. Bu etki üzerinden yazarın iletişim kurma durumuna odaklanıyor. Buradaki önemli nokta, postmodernizmin deconstructive (yapısökümcü)moddan reconstructive (yeniden inşa edici) işlevine geçmiş olması. Kullanılan teknikler bakımından benzer, amaç bakımından farklı bir yapı çıkıyor karşımıza. Fantastik öğelerin ya da metinlerarasılığın gerçeklik algımızı sorgulamaktan ziyade kurmacanın yaratıcı potansiyelini keşfetmek için kullanılmaya başlandığını ifade ediyor.
Nasıl ki Barth, modernizmin tükenmişliğine alternatif olarak Borges’in tahkiyesine kilit gözüyle bakıyorsa, Postmodernist yöntemler de aşırı kullanılmaktan yıprandığı için fantastiği bir yenilenme olarak kullanıyor denebilir. Tıpkı Warhol’un çorba kutuları gibi. Warhol sanat olmayan bir nesneyi düzenleyerek sanat bünyesine katıp, sanatta bir kırılma noktası yaratmıştı. İkinci sınıf edebiyat ya da plaj kitabı olarak nitelendirilen, burun kıvrılan fantastik, bilimkurgu romanları da postmodern dokunuşlarla “edebi eser” klasmanına neden girmesin? Hele hele bu türleri basmakalıp karakterlerden arındırıp, üzerine kafa yorulması gereken sorular sorduruyor, daha da önemlisi bu türlerde de dilin imkânlarını genişletiyorsa.
Fantastik öğeleri bünyesine katmış kitapların yükselen değer olduğunu nereden bileceğiz? İdeolojik ve piyasa boyutunu bir kenara bırakırsak bu konudaki somut veriyi ödüllere bakarak bulabiliriz.
- Günter Leypoldt’un 2018 yılında yayımladığı “Social Dimensions of the Turn to Genre: Junot Díaz’s Oscar Wao and Kazuo Ishiguro’s The Buried Giant” adlı makalesinde, Leypoldt ödül kazanan romanların janr’a (genre) sıkı bir dönüş yapanlar arasından olduğunu ifade ediyor.
Diaz’ın ve İshiguro’nun romanlarına eğilerek, edebiyatın fantastik ve bilimkurgu türlerinden faydalanan yeni romanların estetik değeri olabileceğini, “yüksek” edebiyatı tercih eden okurlarda bir karşılık bulabileceğini belirtiyor. Ödüllü romanlar illa ki “edebi değeri” yüksek romanlar anlamına gelmeyeceği gibi “edebi değer”in nereden geldiği, olup olmadığı da tartışmalı bir mesele.
Genel bir edebi dalga ya da temayül var mı diye yokladığımız için, ödüllü romanların reklam, satış, tanınırlık gibi yönleriyle edebiyatın gidişatına öyle ya da böyle etki etmesi söz konusu.
- Kazuo İshiguro’dan Gömülü Dev, Margret Atwood’dan Damızlık Kızın Öyküsü, Junot Diaz’dan Oscar Wao, David Mitchell’den Bulut Atlası, Gary Shteyngart’dan Süper Acıklı bir Aşk Hikayesi, Michael Chabon’dan Telgraf Bulvarı, Michael Cunningham’dan Saatler, Colson Whitehead’den Bölge Bir gibi kitaplar ödüllü romanların janr edebiyatına göz kırptığını gösteriyor.
Şöyle sorayım; eğlence için okunan, okurun hislerine hitap edip onun eleştiri mekanizmasını bir yönüyle paralize eden ejderhalı bir kurmacanın ejderhasını alıp onu sosyal, kültürel ve politik açıdan estetize eden, okurun aklı, endişeleri ve değerleriyle dilin imkânları üzerinden etkileşime geçebilen bir kurmaca neden edebi değer taşımasın? İçinde zombilerin, vampirlerin, cadıların, kıyamet sonrası dünyaların bol miktarda bulunduğu bir edebiyata yelken açtık belki de.
Toparlarsak, postmodernizm hem müphem tanımları hem de tekniklerinin aşırı derecede dolaşıma girmesi ve avantgard özelliğini yitirmesi nedeniyle ölse de bu tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Gerçeklik kavramının arka plana itilip, herkesin kendi doğrusunu yarattığı günümüz dünyasında postmodern teknikler kullanılmaya devam ediyor ve aşırı yıpranmışlık hali, popüler kültürün, üretim ve iletişim araçlarının da etkisiyle fantezi ve bilimkurgu gibi janr edebiyatından beslenerek aşılmaya çalışılıyor. “Çalışılıyor” demek yanlış oldu. Hiçbir yazar “yeni bir akım başlatacağım bunun için canla başla çalışıyorum, toparlanın edebiyatı şekillendiriyoruz” gibi sözler sarf etmez. Edebiyatı laboratuvar ortamında gerçekleşen bir deney gibi göremeyiz. Toplumun gidişatı, ekonomik, siyasi, ideolojik ve kültürel durumu edebi eserlere kendiliğinden yön verir. Kısaca çok da şey yapmamak lazım.