Soruşturma: Postmodernizm öldü mü?
Postmodernizmin edebiyat metinlerindeki tezahürlerini gözümüzün önüne getirdiğimiz zaman, bugün bu tezahürlere bir şekilde “selam” göndermeyen kalem neredeyse yok gibi. Bu durum ise yazarların bilinçli bir tercihi olmaktan ziyade, edebiyat dünyasında ortaya çıkan genel manzaradan etkilenme biçiminde gerçekleşiyor.
Abdullah Harmancı:
Şunu demeye çalışıyorum: Kendini Müslüman olarak tanımlayan bir sanatçı, aynı zamanda postmodern olarak tanımlayamaz
Postmodernizm,Türkiye’de, edebiyat alanında, dünyayla oranlandığında 20-30 sene kadar geç isbat-ı vücut etti. Modernleşme tarihimize baktığımızda, bu “geriden izleme” gerçeğinin bizde bir alışkanlık olduğu malumdur. Geç de gelse, sonuçta bir biçimde edebi metinlerimizin gözeneklerine kadar sirayet etti. Postmodernizmin edebiyat metinlerindeki tezahürlerini gözümüzün önüne getirdiğimiz zaman, bugün bu tezahürlere bir şekilde “selam” göndermeyen kalem neredeyse yok gibi. Bu durum ise yazarların bilinçli bir tercihi olmaktan ziyade, edebiyat dünyasında ortaya çıkan genel manzaradan etkilenme biçiminde gerçekleşiyor. Şunu demeye çalışıyorum: Kendini Müslüman olarak tanımlayan bir sanatçı, aynı zamanda postmodern olarak tanımlayamaz. Zira her Müslüman bir hakikate, bir öze, mutlak olana inanır. Bir mutlak anlatıya inanır. Postmodern durum ise bunun tersine bir iddiadır. Nitekim burada isimlerini veremeyeceğim birçok Müslüman sanatçı, kendilerinin postmodern olamayacaklarını söyleyerek zaman zaman bilinçli veya bilinçsizce ama mutlak surette ilginç bir tavır gösteriyorlar.
İlginç; çünkü metinlerinin özelliklerine bakıldığında bal gibi postmodernler. Peki neden rahatsızlar bu durumdan? Birçok sebebi var. İlki, her sanatçının kendisini “özel” bir şekilde konumlandırma çabası. Postmodern dediğinizde büyü bozulmuş oluyor. İkincisi, postmodern durumun hakikatsizliğine, özsüzlüğüne, mutlak olanla mesafesine karşı bir bilgi veya sezgiye sahipler. Üçüncüsü, postmodern edebiyatın pratiklerine uygun olarak ürettikleri edebi metinleri, edebiyat ortamının genel manzarası içinde süzerek öğrenmişler. Yani doğrudan bir bilgilenme değil. Uyguladıkları yöntemlerin referanslarından çok da haberdar değiller. Sonuç: En azından ülkemizdeki pratiklerine bakıldığında, postmodern edebiyatın yükselişte olduğunu görmekteyiz. Bitiyor olması için, sanırım yeni bir rüzgâr, yeni bir sürükleyici harekete ihtiyaç olacaktır.
Ahmet Sarı:
İnsanlık tarihinin seyrine ve hızına soluk dayanmıyor. Eskiler zamanı akan sulara, akan kumlara, akan ne varsa onlara benzetmişler. Dünyaya inişimizden milenyuma varışımız arası Kur’an’i söylemle dillendirecek olursak “Bir gün ya da bir günden daha az bir zaman”dan daha az bir zamanla sınırlıdır. Biz zira Kur’an ehlinin yeniden diriltildikten sonra Allah’ın “Dünyada ne kadar kaldınız?” diye sorduğu soruya bu “Bir gün ya da bir günden daha az” ibaresini insanlığın evrensel tarihi için kullanacağı zaman birimi olarak görüyoruz. İnsan değişir. Dünya değişir. Zaman her şeyi oluruna vardırır. Bu bağlamda Hz. Adem’in “bütün isimleri bildiği bilgisiyle” dünyaya inişi sürecinde isimlerin dünyevi nesnelere verilen kavramlar olduğu düşünülecek olursa dili bildiğimiz ve diğer canlılardan da bu bilgiyle ve aklımızla ayrıldığımız söylenebilir. Bu dünya denilen yerde dilimiz ile diyaloğu sağlayacak, onunla anlaşacak, medeniyet tanzim edecek, hayat tarzımızı, ideolojilerimizi, ihtiyaçlarımızı bu minvalde sağlayacağız. Her çağın kendi gereksinimi ve kavramları olduğu doğrudur. Bu insanın nesneye, yeni nesnelere, keşfettiği yeni şeylere, ihtiyaçlarına bağlı olarak gelişir durur.
Romantik dönemde moda olan “düello” kavramı, o dönemin ikliminde bir anlama sahipken “beton” ya da “asfalt”, “gökdelen”, “i phone”, “android” gibi sözcükler de çağın hızıyla şimdilerde bulunan sözcüklerdir. Bu işin gündelik hayatta akan seyriyse, aynı şey entelektüel düzeyde de bir tarihi seyir gerektirir. Kalem erbapları ilk zamanlardan günümüze dek yazma, düşünme eylemlerini sürdürmüş ve toplumsal her olay, durum, insanlık durumları için de kavram geliştirmişlerdir. Felsefe disiplini, edebiyat disiplini sosyal bilimler olarak nasıl kendi kavramlarını üretmiş ve öyle bir kültür tarihi inşa etmişse, fen bilimleri dalında da fizik, kimya, biyoloji, tıp zamanla kavramlarını şekillendire şekillendire günümüze kadar bir kavram yekûnu oluşturmuştur.
Modern dönemden sonra postmodernizmin de kendine ait bir kavram portföyü olacaktır elbette. Neden modernizme karşı çıkıldığı, modernizmden sonra nasıl bir zihniyete doğru her alanda evirildiğini gösterecek bir kavram düzeyi postmodernizm için gerekliydi. Bu bir anlamda kuruluş ve ortaya çıkış manifestosu olarak gerekliydi.
Klasik kolajlardan, pastişlerden, parodilere kadar kendi kavram düzeyini oluşturacak ve edebiyattan arkeolojiye, mimariye ve sinemaya kadar bu kavramları canlı tutacaktır. Batıda daha erken dönemlerde bizde 80’lerde başlayan bu akımın kırk sene sonra artık hükmünü tamamladığı ve yerini post yapısalcılığa bıraktığı, post yapısalcılığın da nerdeyse hükmünü tamamladığı dönemlere gelmiş bulunuyoruz.
Batı post yapısalcılığı bile tam anlamıyla tüketmiş görünmektedir. Çağın hızlı dönüşümü karşısında hiçbir şey dayanmamaktadır. Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel olaylar öyle hızlı bir seyir halinde ki alternatif akımlar yerden mantar gibi bitiveriyor. Sizlerin de soruda bahsini ettiğiniz gibi ekonomipolitik seyirler, dünyanın her anlamda değişimi kurumları, durumları, şartları hızlı bir şekilde değiştirmekte, o kurumlarla, durumlarla, şartlarla oluşmuş kavramlar etkisini kısa zaman sonra yitirmektedir. Gerçi başka bir bellek ve zihin durumuyla dünyada vücut bulmuş ve anlam kazanmış, bir dönem insanların hafızasında yer etmiş hiçbir kavramın silinip gitmeyeceği veya bir su baloncuğu gibi gökte patlayıp yitmeyeceğini söylemek isterdim.
Akademide yeni derslerin açıldığı ve eski derslerin de yer aldığı bir veri tabanında hiçbir eski dersi silme imkânı bulunmazmış. Açılan dersler sonsuza kadar, atıl olsalar, işlenmeseler de orada müheyya beklerlermiş. Sanki kavramlar da atıl olsalar da orada bir yerde müşterisini bekliyormuş gibime geliyor. “Glasnost” ve “prestroika”yı örneğin unutmuştuk. Kimse kullanmıyordu artık. Ama sizin sorunuzla bu iki politik kavramı hafızanın gizli çekmecelerinden çıkarıp yeniden kullandım. Diğer kavramlar da sanki böyleymiş gibime geliyor. Hiçbir akım tam tekmil ölmez diye düşünüyorum. Fukuyama’nın o her şeyin sonu ve sonlar teorisini akımlarda da uygulamamız gerektiğine inanmıyorum.
Ben ki edebiyat tarihi derslerine giriyorum ve en ilkel Alman edebiyatı akımlarından günümüze kadar, hatta artık Berlin duvarının yıkıldığı, artık olmayan Demokratik Almanya ve Federal Almanya edebiyatından söz ediyorum. O döneme ait kavramları bu derslerde canlı tutmak durumundayım bir edebiyat tarihçisi olarak. Bir yönümle Hz. Adem’e verilen isimlerin dirilişe kadar canlılığını koruyacağına inanıyorum. Ölü dillerin kavramları elbette spesifik uzmanlık gerektiriyor. Bugün Hitit ya da Urartu ya da Sümer kompetanları ancak o uygarlığa ait kavramları biliyorlar. Hala köprü var. Biz burada elbette ölü dillerden, ölü uygarlıklardan değil de yakın tarihten ya da biraz daha uzak tarihten konuştuğumuz için bu sözcüklerin, kavramların canlılığı daha şanslıymış gibime geliyor.
Atilla Arıcıoğlu:
Aslında sorunun içerisindeki önerme ile başlamak gerekiyor. Bu önerme yani kavramların ve anlamların kaybolduğu ya da ortadan kalktığı temelde yanlışla başlıyor. Kaybolan ya da ortadan kalkan yok aslında. Kavramlar ve anlamlar orada duruyor, sapasağlam ve dimdik. İnsanların onlara yüklediği anlam ya da yeni kavramlar üzerinden ortaya konulmaya çalışılan değerlendirmeler, tartışmalar varlığı zenginleştiriyor. Unutmamak gerekir ki hala felsefe üzerinden konuşmaya başlanıldığında Sokrates öncesinin ve sonrasının kavramlarını, Epikürcülük üzerinden ahlakı anlamaya ve teoloji üzerinden bir tartışma varsa son peygamberin 1400 yıllık kavramlarını ve anlamlarını tartışıyoruz ki ondan binlerce yıl önce gelenleri unutmadan.
Ahlak, idrak, kozmos, seyahat, masumiyet, milliyetçilik, ırk, arzu, haz, adilik vs. vs. vs. ve hatta vs. bile bunlara dahil. Elinizdeki sözlüğün etimolojik incelemesini yapsanız aslında merakın ve insanın araçsallaşmaya doğru koştuğunu, içeriğini veya için taşımayı kimi zaman unuttuğunu görüyoruz. Kendisini anlatmada yeni kavramlar tabii ki kullanıyor ve iyi de ediyor.
Hasılı, kavramların ve anlamların bir yere gittiği yok sadece insanoğlu gezinirken yenilerini ya da türevlerini ya da yenileme gayreti ile versiyon üretimini gerçekleştiriyor. Şiir hala var ve parmağınızı tarihin hangi noktasına bastırırsanız karşınıza çıkıyor ve yanı başındaki hikayelerle size eşlik ediyor. Evet, roman tartışılır bir mesele lakin bugüne göre yeni değil.
Tam da burada postmodern üzerinde tartışmayı açmak, derinleştirmek ve çoğaltmak isterseniz aslında modernizm ve gelenek üzerinde hatırlama yapmak gerekiyor. Yani postmodernizm diğerleri gibi tam olarak tanımda ittifak sağlanmış bir kavram olmamakla birlikte kabulü ve herkes için bir karşılığı var. Yani ne olduğunu tanımladığınız bir kavramı yaşatmak ve öldürmek üzerine tartışmak lazımsa aslında ölen yok. Sadece hata var. Modernizm baskın ve belirleyici iken gelenek ölmemişti, postmodernizm de modernizmle belki de onun içinde ya da onu içine alarak yaşıyor. Bizim bugünkü aklımız her şeyi hızla tüketme üzerinde çalıştığı için ölümü de tüketme anlayıp/zannedip, öldürmekle yok edeceğimizi zannediyoruz.
Tabii tüm bunları dünyanın tepesinden bakarak tartıştığımızda daha iyi anlama hakkına sahip olabiliyoruz. Yerelliği kutsayalım derken köylü kamanın kıtlığı içerisinde yaşamaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Bu bağlamda postmodern mecra yaşamın içerisinde şiiri, romanı ve diğerlerini gayet iyi besliyor ve modernizmi, geleneği anlamamızı sağlıyor. Yani zamanı anlamamıza, akletmemize ve idrake, tefekküre ve hatta tüm bunların zıttına değer katmamıza, çokluk ve farklılığın ne olduğuyla ya da ne olmadığıyla yüzleşmeye çağırıyor. Bir postmodern kutsama filan değil bu. Bu postmodernizm sadece. Ama siz modern bir kutsama ile bunu postmodernizmi okuyup ondan bir hizaya çekme bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Ya da bunları beceremiyor ve onu öldü swanıyorsanız yine yanılgının diğer kıyısına düşüyorsunuz.
Siz kavramların kendisinde yer buldukça fark edecek, anlamlar üzerinde yenilerini keşfedeceksiniz. Bunun için kafanızın ve kalbinizin neyin “post”unda olduğuna bakmanız lazım.
Bedia Koçakoğlu:
Öznenin uyanışı olarak adlandırılabilecek olan modernizm, otoriteyi hayatın bir parçası olarak benimseme pahasına varlık bulur. Bu, yaratan Tanrı yerine düzenleyen aklın doğaya hâkim olma biçimidir aslında. Bu doğrultuda orada çakılan kıvılcım ile artık insanoğlu, kendini ve doğayı keşfedecek, bilimin imkânları nispetinde sanayi devrimi ve aydınlanma fikriyle siyasi devrimler ortaya çıkacaktır. Bir diğer tanımlamayla bu evre, Tanrı’yı tahtından indirip yerine insanı geçirme sürecidir.
Bu şekliyle modernizm, Rönesans’tan bu yana bireyin aklıyla, etrafında olan her şeyi öğrenebileceği, onu yönetebileceği ve bu yolla sonsuz bir mutluluğa erişeceği düşüncesinden hareket eder. Sistemin bilimsel devrimi ise Newton ile gerçekleşir. Evrensel yerçekimi kanununu keşfeden Newton, aslında iki dünya arasındaki kopuşu netleştirmiştir. Bundan sonra Tanrının dünyasından kendi kurallarını koyup yöneten bir evrene, Tanrının büyük olduğu sonsuz kâinattan yasalar toplamı olarak kurgulanan gök mekaniğine geçilir.
Kavram karmaşası içinde bunalan insan, kendine bir yön ararken karşısına epistemolojik alanlar çıkarılır. Bunun da yegâne yolu önce evrene, insana, doğaya, Tanrıya ve nihayetinde diğer toplumlara, medeniyetlere hâkimiyet kurmaktır. Bu noktadan hareket ederek dünya tarihinin belki de gördüğü en karmaşık “güç” ve “güçlü” ilişkisini kuran modernizm, köleleri ehlileştirme bahanesiyle sömürgeler kurmuştur.
Bir mutluluk vaadi olarak sahneye çıkan modernizm, rasyonel ve seküler değerleri ön plana çıkararak, tek sesli savunusu ile hayal edileni verememiştir. Bireyi bunalıma sürüklerken nihayetinde kendi tepkisini üretecek ve ortaya adeta bir suni teneffüs çabası olarak postmodernizm çıkacaktır. Kendi bünyesinden doğurduğu oğlunun meydan okumalarına zamanı geldiğinde karşı koymaya çalışacak olan modernizm, “bir tesadüf” olan Batı’yı yaşatmak için ortaya atılmış bir sitem olarak kalakalacaktır geride.
Bu art alanda ortaya çıkan postmodernizm, yeni bir dünya vaadi olarak sistematize edilmiş, terimsel olarak modernin bitişi, modernden sonra doğmuş ve onun eksikliklerini giderecek bir devam, modernin bir parçası, anti-modernizm, çok kültürlülük savunucusu, (anything goes) ilkesiyle eklektik bir duruş sergileyen bir yaklaşımdır. Lakin kavram olarak söylemin tanımlamasının yapılması oldukça güç görünmektedir.
Modernden doğan ancak modern sisteme karşı görünen yaklaşım çoğulcu bir yapı, gerçeklik algısındaki yanılsama ve anarşist tavır ile dikkati çeker. Rastlantıya dayalı bir oyun içinde olan postmodernizm, modernizmin amaçlar üzerinden hareket eden yaklaşımına uzaktır. Modernizm her türlü geleneksel forma karşıyken o, bunlarla ilgilenmez. Örneğin modernle karşı karşıya olan din kavramı postmodern sistemin umurunda değildir, sıradan bir vakıadır din.
Dünya savaşlarının ardından bireyin ruhsal bunalımlarını dindirmesi beklenen yaklaşım tam aksine çıkmazı derinleştirir. Yerellikten uzak tavrı, görece tutumu, sistemsizliği sistem edinmesi ile sorun çözücü olamaz. Hatta postmodernizm, bu yok oluşu sistematize etmiştir, bile denilebilir.
II. Dünya Savaşı sonrası kendine ve çevresine yabancılaşan insan, ciddi bir ruh ve hafıza kaybı yaşamıştır. Artık her şey unutulabilir. Hatırlamaya değecek hemen hiçbir şey yoktur. Tek gerçeklik “ne olsa gider” mottosuyla hiçliğe varan bir çizgidir. Artık meta-anlatılar yoktur; var olan tek şey bireyin kendi kurgusudur.
Bundan sonra insanın kendi adına kurguladığı sonsuz ve şeffaf evrende temel mesele kaybolmaktır. Anlam arayışı içerisinde kâinatı anlama ve sorgulama eksenindeki dünyayı boş verip anlamsızlık ve hazlar içinde parçalı bir zamansızlığı yaşayıp gitmek. Bunun belki de en kestirme yollarından biri hedonist bir bakışla haz ekseninde savrulmaktır. İşte toplumlar da gelinen noktada, sistemin umarsız tavrının kapitale yönlendirdiği, tüketime endekslediği bakışlarıyla varlık bulmaktadır.
Bu da maalesef toplumları, cinsellik ve pornografinin, beyin yıkayan eğlence anlayışının, umutsuzluğun, sıradanlığın, kaygısızlığın moda olduğu dağınık bir yaşama sürüklemiştir. Snopluğu, kurmacayı, sahteciliği, mitolojileri, bilmeceleri öne çıkaran bu sistemde gerçeklik ve özgünlük, yerini düzensizliğe ve kurmacaya bırakırken; daha evvel var olan sanat algısı ve ölçütleri de alaşağı edilir.
Modernizmin doğurduğu bir çocuk olarak babasına meydan okumaya çalışan postmodernizm, aslında ondan çok da kopamadan salt görüntü farklılığıyla bir ayağa kaldırma projesi olarak karşımızda durmaktadır. Biten, tükenen modernizmi canlandırma gayreti. Postmodernizmin yapmaya çalıştığı şey, medeniyetlerin ve edebiyatların merkezinde duran ve temel sorunsal olan gerçeklik algısını yok ederek değer bunalımı içinde kalan bireyi tüketime aç hale getirmek ve doyumsuzluğu sürekli güçlendirmektir. Bu da kapitalist sistemlerin devamlılığını sağlayacaktır.
Kanaatimce postmodern evreye karşı tinsel bir gerçekliği barındıran din, insana bu sistemin sunamadığı sükûneti, düzeni, anarşiye karşı huzuru ve barışı dayattığı için bir biçimde ayakta kalabilmektedir.
Şu halde postmodern çağda özünden uzaklaşmadan, herhangi bir deformasyona uğramadan, tüketim kültürüne karşı durarak, kendi sesini postmodernizmden ve onun enstrümanlarından yüksek çıkaran bir din algısı toplumları sükûnete kavuşturacaktır. Zira insanoğlunun kutsalı yok olursa onunla beraber idea, form, madde, özne, iyi, kötü gibi kategorileri de ortadan kalkacaktır. Böyle bir durumda yani âdemoğlu bununla yüzleştiğinde ne yapacaktır? Modernizmle beraber açığa çıkan bir nihilizm varken, bu modern epistemolojinin problemlerini büyütmüşken; postmodernizmin din ile ilgilenmeyen yapısı aynı nihilizmi daha da derinleştirmiş, hiçliğin anlamını da yok etmiştir. Bu da bireyin tam olarak değer yitimine uğramasına sebep olmaktadır.
O halde unutmayı unutturan; yokluk duygusunu da yok eden postmodern sistemin aşılma zamanı gelmiştir artık. Adeta bir zaman sorgulaması yapabilen kutsalımızı; pespaye bir biçimde zamana sorgulatan sistemleri kabullenmek yerine sorgulamak ve değerler dünyasına bakmak zamanı gelmiştir artık.
Ertan Örgen:
Postmodern edebiyatın ölmesi için dijital dönemin sona ermesi gerekir.
Hayatı yansılayan edebiyat sanatı, bugün hafıza, yazı ve hatta imajı terketme derecesine gelip görselin neredeyse emri altına girmiştir. Dolayısıyla görseli yansıtmaktadır. Hızın ve tüketimin egemen yapısında gerçek de hızla değişen, tüketilen bir kavrama dönüşmekte, sürekli başkalaşan görsellerle kendini var etmektedir. Dolayısıyla ana akım diyebileceğimiz edebiyat buradadır. Çünkü neoliberal politikalar üretim tüketim ilişkisini gerçeğin ötesine taşıyıp insanın insanla karşılaşmasını görsel üzerinde kurgulayarak kendi varlığını korumaktadır. İnsanın hikâyesini de bu tüketim endüstrisi belirlemekte. Bu da mevcut olanı fantastiği, bir çeşit gizli bilgilerin uyuşturuculuğu altına almak demektir. Endüstriyel kültür tüketicisini oluştururken okuru da pasif kılmak isteyecektir. Onu sanalın ve simülasyonun içinde tutarken dili daha kışkırtıcı ve ironik hâle dönüştürecek ve yazarı da zorlayacaktır.
Postmodern edebiyatın ölmesi için plastiğin kullanılmaması gerekir.
Çok çabuk ve ucuz, kullanıma hazır naylon bir sunum içinde olduğumuz şimdiki dünyada poşetlerin yaygın bir anlamı var. Her şeyi taşıyabiliriz, sarabiliriz, sunabiliriz. Şeffaf olduğu kadar kendisi olmayan bir sanal duvara benzeyen naylon kültür, benlik duvarları içinde başka, dışarıda başka olabilme ihtimalini artırıyor. Kaygan, her an atılabilen, değeri olmayan bir nesne olarak insan zihninin saklama ve başka bir amaç için kullanma davranışını değiştiriyor. Bu bir düşünce olarak edebiyatı da etkiliyor. Örneğin okuduğumuz kitabı tekrar ele alma isteği azalıyor. Modernliğin dayanıklı tüketim mallarını taşıyan çantaların yerine bu plastiğin gelmesi bir çeşit eklemlenme olduğu kadar şeffaf ve de tek kullanımlığı öne çıkarıyor.
Ana akım olmayan edebiyat bir alternatif olarak yükselecektir.
Roman türünün sayı açısından şaşırtıcı derecede çok yazılıp çok satılması dışında postmodern düşüncenin öyküde az denilebilecek bir şekilde ama şiirde neredeyse yok denecek kadar az görülmesi farklı bir edebiyat alanı olduğunu gösterir. Burada görülmek istenmeyenin yazılması, gerçeğin üstünü örten gizemli tüllerin kullanılmaması söz konusudur. Şiirin tükenmemesi, öykünün postmodernin acısız fantastiğine çok bulaşmaması bir alternatif olarak görünüyor. Türlerin hepsini neredeyse içine çekip soğuran roman, görselliği hızlandıran teknoloji ile yarış edebilmek için anlatıcının aşırı yalancı tarafına çeşitlilik sağlamak adına buna ihtiyaç duymaktadır. Ama kısa türlerde etki alanı azdır ve buradan bir başka gerçeklik doğacaktır.
“Postmodern düşman mı?” sorusunu da atlamayalım.
Fantastiğe bulaştırılmış hafızanın metinlararasılıkla genişlemesi anlamında postmodern bir gerçeklik görünüşüdür de. Yeni bir tarih kurgusudur. Elbette tarihin kendisi kadar gerçek değildir, ama bir o kadar da yaşayan kuşağın şartlarını gösterir.
Hasan Bozdaş:
Bir döngüde yaşıyoruz; bu döngü sosyal, politik, hukuki, bilimsel revizyonları kapsayan; değişimler, yıkımlar ve yapımlarla yönetilen, kestirilemeyen süreçlerin toplamı. Bütün bir kültür mirasının dil hakkında söylediklerini, vasat koşullarda yaşayan bir insanın doğumundan ölümüne kadar yaşadığı macera üzerinden görebiliriz. Bir bebeğin ıngalamasıyla başlayan dil, kavram ve motifler; işaret dili, bu, şu; örneğin bütün tıpkı nesnelerin aynı kavrama sığdırılması; sonrasında büyüme süreci ve spesifik kavramların tanınması ve uygulamaya yerleşmesi, kategorilerin belirginleşmesi, ilgi alanlarına göre terminoloji birikimi; geleneğe hakim olma, moderne uyum sağlama, öğrenilenin kullanılması; yaşlanma sürecinde dili kullanmada takatten düşme, işaret diline ve ıngalamaya dönüş...
Bu evreler, her 100 yılda bir kendini yenileyen kültür gerçekliğimizde de tecrübe ediliyor. Felsefe, bilim, sanat, dönüşüm, ekonomi, teknoloji, küreselleşme, gelenek, sanatsal tecrübe gibi onlarca değişken; anlam ve kavram dünyamızda yap-boz işlevi görüyor. Tanıdığımız tüm varlık ve nesneleri adlandırır, kavramlandırır ve düşünsel bağlamda yaşam hakkı tanırız. Bu bir çeşit süreli ölümsüzlüktür. Fakat kavramlara yüklediğimiz anlamlar, az önce anlattığım maceradan bağışık değil. Ama bir cinayet işlendiğini de görmüş değilim. Kavramlar ölmez, unutulur veya değersizleşir. Biz kavramlara karşı duyarsızlaşır, yerlerini ikame eder; yeni ilgi alanları, yeni yönelimler, yeni kültür öğretileri ile çatı kurmaya devam ederiz. Ama varlıklarından haberdar olduğumuz sürece bir ölümden söz edemeyiz.
Bu açıdan kavramlar ve anlamlar değişebilir, değiştirilebilir, yozlaşabilir ama bir ölümden bahsetmek mümkün olmasa gerektir. Bu sanırım metinlerarasılığın da konusu. Bakhtin, her sözü/sözceyi kendisinden önceki bir başka sözle bağlamlandırır. Kristeva’ya göre yeni bir metin yoktur, Eagleton da bunu tekrar eder, ilk edebi metin; tam bir özgünlük yoktur, der. Bu anlamda gerek nesnel gerek düşünsel bütün kavramlar, bir akrabalığa sahiptir ve postmodernizm de öncüllerinden bağışık değildir, ardıllarından da olmayacaktır.
Postmodernizm, bizde 1990’lı yıllardan itibaren edebiyat ve görsel sanatlarda konuşulmaya, tartışılmaya başladıysa da; postmodernizmin bir üslup mu, bir süreç mi, kültürel bir oluşum mu ya da bir tavır mı olduğu, kavramsallaştığı 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana tatmin edici şekilde yanıtlanabilmiş değil. Hatta Türkiye’de postmodernizm olarak algılanan felsefenin ağırlıkla modernizm olduğunu düşünüyorum. Postmodernizmi eser merkezli mi sanatçı merkezli mi okumak gerektiği noktasında da tatmin edici bir yanıt bulabilmiş değilim. Ben, dönemsel de olsa sanatçı merkezli görüyor; izlerini de buna göre takip ediyorum. Postmodernizm, felsefe olarak anlamlı bir özgürlük alanı tanımakta, sınırları şeffaflaştırmakta, pastiche yorumuyla avangartı da gerçekleştirmektedir.
Bu açıdan bakıldığında postmodernizm vardır, 21. yüzyılda diridir, varlığını sürdürmektedir. Ama postmodernizmi bir süreç olarak algılarsanız tıpkı Dada bittiği gibi bir gün postmodernizm süreci de bitecektir, ben süreç olarak algılamaktan yana değilim, bir tavır veya düşünce tarzı olarak algılıyorum. Bu yüzden çağlararasında da yolculuk yapabilecektir bu tür felsefeler. Bu yüzyılda bir sanatçıyı Dadaist olmaktan alıkoyan şey, 1920’lerin dünyasında yaşamıyor olması mıdır yoksa postmodern olana maruz kalmasından ötürü Dadaist sayılamayacak olması mıdır? Ben, felsefenin olduğu köşedeyim ve soyut olana hangi renk elbise yakıştığını kanunlaştıracak değilim. Bir felsefenin altın çağını yaşaması veya zorlukla nefes alması arasındaki farkı biliyorum, bu da “felsefe öldü” anlamı taşımaz.
Bugün özellikle görsel sanatlarda ve edebiyatta postmodern olanın yoğunluğu yadsınamaz. Fakat postmodernin sınırları şeffaflaştırması, deneysel bakış açısının da yaygınlaşması; postmodern olana özgün bir kimlik tanımıyor. Bu anlamda postmodernizm felsefe olarak varlığını sürdürse de, edebiyatta postmodern olanı ayırt etmek güç. Burada sanatçıların poetikalarının belirsizliğinin, üretmektense denemenin, anlamlandırmak yerine anything goes çekiciliğinin de etkisi büyük. Sınırların kalkması, konu sınırsızlığı, her türlü malzemenin üretimdeki varlığı, dilin sözcükten herhangi bir şeye evrilmesi gibi birçok değişim ve gelişimden bahsedebiliriz.
Dolayısıyla, bir süreç olarak algıladığımız postmodernizme herhangi bir tarihte güle güle diyebiliriz, ama bir düşünce tarzı olarak maruz kaldığımız postmodernizm uzun süre varlığını sürdürebilir.
Peyami Safa Gülay:
Dursun Ali Tökel hocanın sık dillendirdiği bir şey vardır: Radyo icat edildi, gençlik elden gidiyor dediler. Sonra televizyon, sonra internet, sonra akıllı telefon ve daha pek çok şey yüzünden aynı sala okundu. Fakat, biraz dikkatli bakılırsa, “elden gidiyor” diyenler olarak bizler fani varlıklar olmamıza rağmen, elden gittiğini iddia ettiğimiz şeyler oldukları yerde duruyorlar.
Hermesler Hermesi-İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce’de Mahmut Erol Kılıç hoca, Guenon’dan da yararlandığı bir dipnotta, kadim Mısır’da kalbin, bilginin merkezi olarak anlaşıldığını aktarıyor. Daha sonra, çeşitli tarihsel geçiş dönemlerinde, Mısır’dan tevarüs edilen metinler hem tercümeleri hem de anlaşılma biçimleri gibi açılardan farklı alımlamalara muhatap oluyor ve bugüne kadar gelecek şekilde bilginin merkezi artık beyin olarak kabul ediliyor. Bunu aktarmamızın sebebi, tartışmanın herhangi bir tarafında yer almak değil. Fakat kısa bir süreliğine de olsa düşününüz: Hangi tarafta durursanız durun, bilginin merkezinin kalp olarak kabul edilmesiyle beyin olarak kabul edilmesi arasında, bu kabullerden hareketle şekillenecek kültürler açısından ne kadar ciddi farklılıklar olacaktır. Mesela bendeniz, hazreti Ali efendimizin “Akıllı kişinin dili, kalbinin arkasındadır,” ifadelerini ilk okuduğumda, biraz bocalamıştım: Kavramsal tutarlılık açısından düşünüldüğünde, akıllı kişinin dilinin beyninin arkasında olması gerekmez miydi?
Çünkü benim anlamlandırma kabullerime göre düşünmenin merkezi beyindi ve dahası, anlamlandırma kabiliyetimi şekillendiren dönem, akıllı bir iş yapmak için kalbin heyecanlarıyla araya mesafe koymak gerektiğini telkin ediyordu. Bu örnek, herhangi bir kavramın kavradığı alanın tarihin çeşitli dönemlerinde ne denli farklılıklar gösterebileceğinin küçük bir temsili.
Bilmenin kalbî bir şey olmasıyla zihnî bir şey olması arasındaki fark tartışmasının romantik tarafını bir kenara bırakırsak, geriye devasa bir teknik tartışma kalır: Eğer “kavramın etkisini kaybetmesi” dediğimiz şey, kavram içeriğinin çeşitli saiklerle dönüşmesi demekse bu, acaba anlamın sonunu mu gösterir, yoksa sonsuz oyununu mu? Öyle ya, belli bir kavramın bir süre tedavülde dolaşan anlamının dönüşmesi, mevcut anlamın ölümü olarak da ve fakat yeni anlamın doğumu olarak da okunabilir. Demek ki kavramlar, en azından belli bir süre taşıdıkları anlam içerikleri itibariyle, ölebilirler. Fakat anlam her dem yeniden doğar ve onun ölümünden bahsedilemez.
Fakat bu tartışmanın içinden bu kadar yara almadan çıkmak yok: Diyelim ki anlam ölmez, ölse ölse kavram ölür, dedik. İyi ama, ölüm nedir? Postmodernizm, anlam, kavram gibi tartışmaların merkezi figürlerinden biri olan Derrida’nın bir ifadesini, mealen de olsa, hatırlıyorum: “Mezar”, diyor Derrida, “ölümün işareti olarak bedenin hayatıdır.” Bu hafif karmaşık ifadeyi anlamakta güçlük çektiğimizde, Yahya Kemal’in ülke nüfusunu sayarken bu sayıya ölüleri de dahil edişini hatırımıza getirebiliriz. Evet, ölüm bir şeyin biyolojik canlılığının sonu olabilir. İyi ama, biyolojik canlılıkla kültürel etki aynı şey midir? Bir şeyin biyolojik canlılığı sona erdi diye, geride bıraktığı etki de sona erer mi?
Soruşturmaya, örneğimize geri dönerek devam edelim: Bugün artık, büyük bir çoğunluk açısından bilginin merkezi beyin olarak kabul edilmektedir. Fakat yine de, kalbî bilmeye hâlâ inananlar yok mudur? “Bilme” kavramının içeriği dönüşmüş, klasik kullanım -varsayalım ki- ölmüştür. Fakat bu sözde ölüm onun içeriğini sildiği (Kaldı ki silinen şey, üstüne yazılacak olanın altında az çok okunabilir olarak kalmaz mı?) gibi, etkisini de silebilmiş midir? Hatta gelin, biraz Derrida gibi yapalım: Kavramın ölümü, onun sonu mudur? Sonu olsa bile, sonun bir anlamı yok mudur? Sonun dahi bir anlamı varsa, kavram hâlâ bir anlam taşımakta değil midir? Kavram hâlâ bir anlam taşımakta ise, sahiden ölmüş müdür?
İnsanlık tarihinin en klasik arzusu muhtemelen mevcudun hakikat telakki edilmesi arzusudur. Bu arzunun doğal bir sonucu olarak, her dönemde ulaşılan sonuçlar genellikle nihai içerikler olarak kabul edilir. Postmodernizmin ya da daha özelde postyapısalcılığın anlam üzerine yürüttüğü tartışmalardan, meseleye ancak bu son noktaya yaptığı itirazlar zaviyesinden bakarsak istifade edebiliriz. Bu tartışmaları “lafı gereksiz dolandırmak” kabilinden görerek ciddiye almamak elbette tercihlerden biri. Böylelikle mevcudu hakikat telakki etme konforumuzdan da feragat etmemiş oluruz.
Fakat söz konusu tartışmalara rahatımızın kaçması pahasına ve daha ciddi bir dikkatle bakıldığında, hakkını teslim etmek durumunda olduğumuz bir tespitle karşılaşırız: Bir şeyin var olmadığını söylemekle onun tüketilemez olduğunu söylemek, farklı şeylerdir. Zaten anlamın olmadığını iddia etmek, eğer böyle bir iddia varsa, ne kadar ciddiye alınabilir bir iddiadır, bilmiyorum. Demek ki “anlam yoktur” gibi bir önerme, “anlamlar vardır” şeklinde okunmalıdır. Buradaki temel kaygı herhangi bir şeyin anlamını tek bir okuma ya da yoruma irca etmekten kaçınmaya yöneliktir.
Kendisinden önce hiçbir iz bulunmayan, kendisinden sonra da hiçbir izi kalmayacak bir mevcudiyet düşünülemez: Postyapısalcılığın anlam fikri kabaca bu şekilde tarif edilebilir ve bu tarif öncesiz bir doğumu ve mutlak bir ortadan kalkış olarak ölümü imkânsız kılar. Anlam, tıpkı şimdi dediğimiz zaman formunun geçmiş ve gelecekten müteşekkil olması gibi, kendi öncesi ve sonrasından oluşan ve sürekli akan bir zincire kayıtlıdır. Demek ki, bırakın daha önceki içeriğin mutlak olarak ortadan kalkması olarak ölmesini, herhangi bir kavram gelecekteki muhtemel anlam içerikleriyle dahi temas halindedir. Postmodernizmin işe yaradığını ya da yaramadığını, ciddiye almaya değer olduğunu ya da olmadığını düşünebilirsiniz. Fakat onun içimizi rahatlatacak şekilde bir ölümünden bahsedilemez.
Nihayet, bu çeşit bir anlam fikrinin tecrübe edilmesine en müsait alanlardan birini edebiyat sağlar. Kendisiyle yapılan söyleşilerden birinde Borges, “Eğer bir roman karakteri hayatıma tesir ediyorsa neden kurgu olsun, ya da benim için etkisi olmayan bir insan sadece yaşadığı için neden bu karakterden daha gerçek olsun?” mealinde bir soru soruyordu. Postyapısalcı anlam fikri işte bu tarz tartışmaları gündeme taşır: Tıpkı ölüm-yaşam ikili karşıtlığını bozduğu gibi, kurgu-gerçek ikili karşıtlığını da her iki kutbun birbirlerine bulaşmalarını mümkün kılacak şekilde bozar. İşler son derece yolunda giderken, birdenbire sandığımız gibi olmama ihtimaliyle karşılaşırız. Ve biraz daha ilerlersek, sandığımız gibi olmadığı gerçeğiyle.
Galiba postmodenizmin literatüre soktuğu tartışmalara, çıkarımlarına katılıp katılmamak bir yana, bir gerçeği kabul edemediğimiz için bir türlü ısınamıyoruz: Anlamla teşrikimesaimizin sonsuz olduğu gerçeğini. Bir gün anlamla ilişkimizin biteceğini ve nihai anlamı tespit edeceğimizi düşünüyorsak, bir problem yok. Fakat bunun mümkün olmadığını görebilecek kadar gerçekçiysek, klasik fikirlerimizin sarsılmasına ihtiyacımız olacak. Bunun için de posmodernizmin, postyapısalcılık gibi yaklaşımların yakın okumalarına. Nitekim her şeyin açıkça ulaşılabilir ve dolayısıyla tüketilebilir bir anlamı olduğu noktasında ısrarcı olursak, Yunus’un erik dalında üzüm yiyişini lafazanlık olarak değerlendirmemiz gerekir. Yunus’un, Türkçe’nin süt dişlerinin.