Varken yok, yokken çok: Postyapısalcı anlam fikri -Derridacı bir soruşturma

Bağışlanamaz bir şeyi, sonrasında mutlak bir suretle unutmak kaydıyla bağışlayabiliriz.
Bağışlanamaz bir şeyi, sonrasında mutlak bir suretle unutmak kaydıyla bağışlayabiliriz.

Ve bağışlama sorunu. Aynı mantığı sürdürerek, gerçek bir bağışlamanın ancak bağışlamanın imkânsız olduğu bir durumda mümkün olduğunu söyleyecektir Derrida. Herkes tarafından bağışlanabilir olduğu düşünülen bir şeyi bağışlamak, gerçek bir bağışlamak mıdır? Eğer birini bağışladığımızı hatırlıyorsak, bu hatıra intikama dahil olmaz mı?

[Metin] oyununa vâkıf olduğunu, tüm ipliklerini aynı anda göz önünde bulundurduğunu zanneden ve böylece ona dokunmadan, “nesne’ye” el atmadan metne bakma hevesine kapılan, ağa yeni iplikler ekleme ve parmaklarını kaptırma riskini -ki oyuna girmek için tek şans budur- almayan bir eleştirinin anatomisi veya fizyolojisi için daima bir sürpriz [saklar]

Jacques Derrida, Platon’un Eczanesi

Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigârımın

Geldikçe derdine beter et müptela beni

Fuzulî

Gelişme: Varken Yok

Ortadan başlayalım: Postyapısalcı tartışmalara Derrida’nın getirdiği açılım sinir bozucudur. Postyapısalcılık olarak adlandırılan literatürün geneli için de geçerli olduğu söylenebilecek ve bazı yorumcuların Derrida’nın en merkezi kuramsal genellemesi olarak gördüğü açılım, şu şekildedir: Dil içindeki anlamlar, doğaları gereği muğlaktır. Birinin ya da çok genel bir anlamda bir metnin söylediği bir şeyin anlamından asla emin olunamaz. (1) Bu yaklaşımla anlam ve anlamın tarihi boyunca aranan nihai menzil arasında -uzak değil- aşılamaz bir mesafe olduğu ilan edilmiş olunur.

  • Biraz teknik ifadelerle söyleyelim: Yapısalcılık eleştirilerinden hareket eden postyapısalcı anlam fikri, yapısalcılığa yönelik temel eleştirisini gösteren-gösterilen ilişkisi üzerine kurmuştur. Buna göre belli bir gösteren bizi yapısalcıların iddia ettiği gibi yine belli bir gösterilene değil, sadece başka bir gösterene gönderir.

Bu kabaca şu manaya gelir: Gösterge olarak bir metin, okuduğumuzda ne anlama geldiğini belirleyen kodu çözeceğimiz ve nihai anlamını ortaya çıkaracağımız bir mekanizma değildir. Bir metin, okuduğumuzda kendisini anlamamızı gerektirecek yeni göstergeleri üreten bir mekanizmadır. Bu göstergeler bizi yeni göstergelere, onlar da başka yeni göstergelere gönderecektir.(2) Demek ki anlam, klasik yaklaşımda kurulan hayallerde olduğu gibi bir yerde sonlanacak bir denklemi değil, göstergeler arasında sürekli devinen ve bu devinim sırasında kendisini sürekli yeniden üreten bir süreci ifade etmektedir.

Biraz karmaşık olmuş olabilir. Fakat temelde kastedilen şu: Nihai anlam yoktur. Sadece anlamlar vardır. Herhangi bir şeyi anladığınızda ilk farkında olmanız gereken şey, bu anlamanın eksik bir anlama olduğudur. Daha kestirmeden söylersek: Anlam daima kaçar. Eğer bir metin üstelik birbirini tehdit edecek mahiyette birden fazla anlam üretemiyorsa, eğer tek bir anlam varsa, anlam yoktur.

Sonuç: Yokken Çok

Derrida bir metnin her durumda birden çok okumayı, birden çok anlamayı ve nihayet birden çok anlamı mümkün kılacağına inanır. Onun iddiaları bir yana, bütün literatürü boyunca gerçekleştirdiği okuma performansları bile bu inancın açık dışavurumlarıdır. Bu dışavurumların en meşhurlarından biri Derrida’nın Nietzsche okumalarıdır. Nietzschelerin Şöleni’ni derleyip Türkçeye çevirenlerin kitaba yazdığı sunuş yazısının bir kısmı, Nietzsche özelinde, yukarıya taşıdığımız “anlamların çoğulluğu” meselesine odaklanmaktadır. Daha kitap için tercih edilen başlıkta bile tartışmaya dahil olmuşuzdur: “Nietzschelerin” Şöleni. Nietzsche değil Nietzscheler, çünkü tek bir Nietzsche yoktur. Onun metinleri pek çok farklı okumaya imkân tanır ki, bu imkânların ucu Derrida’ya göre bizzat Nietzsche tarafından açık bırakılmıştır. Dolayısıyla kitapta gördüğümüz tek bir Nietzsche değil, bir Nietzscheler çokluğudur.

Derrida bir metnin her durumda birden çok okumayı, birden çok anlamayı ve nihayet birden çok anlamı mümkün kılacağına inanır.
Derrida bir metnin her durumda birden çok okumayı, birden çok anlamayı ve nihayet birden çok anlamı mümkün kılacağına inanır.

Mezkûr sunuş yazısının bir kısmında çevirmenler, Nietzsche’yi okuyan Derrida’yı okurken, Derrida’nın Nietzsche’de tespit ettiği kadın-hakikat ilişkisini takip ederler. Nietzsche kadına atfettiği karakteristikleri büyük ölçüde hakikate de atfeder.(3) Bu ilişki Nietzsche’nin (tabii Derrida’nın da) üslubuna da yansır ve metinler “tıpkı bir kadın gibi ‘uzaktan el eder’ek, okuru hem küçümsediği hem teşvik ettiği hem reddettiği hem özendirdiği hem bozduğu hem kaydettiği”(4) bir stratejiyle ilerler.

Hakikat-kadın arasındaki benzerliğe yönelik okuma devam eder: Kadın ele geçirilme girişimlerinin tamamını boşa çıkarır. Tıpkı dogmatik filozofun hakikati ele geçirebileceğine inanması gibi, erkek de kadına sahip olabileceğine inanır. Halbuki kadın ve hakikat örter, dissimüle eder (dağıtır/saçar) ve kimsenin kendisine sahip olmasına izin vermez. Yine de onu aramaya karşı çıkmak olanaksızdır.(5) Nietzsche’nin kadın-hakikat söyleminde sıraladığı başka simgeler de Derrida’nın anladığı şekliyle anlam problemiyle yakından ilişkilidir: Ayartan uzaklık, örtülü aşkınlık vaadi, erişilmezlik.(6) Derrida’nın dilinde kadın ve hakikat-anlam arasındaki Nietzscheci ilişki sürdürülür ve daha radikal bir hal alır: O kadar ki, “kadın” adı “nedir” sorusundan kaçan, onun hükmünü ortadan kaldıran adlar arasında sayılır.(7) Buna göre onun “ne” olduğu sorulamaz, tıpkı nihai anlamın “ne” olduğu sorusunun sorulamayacağı gibi. Çünkü her iki sorunun da bilinen anlamıyla bir cevabı yoktur.

  • Derrida’nın çoğul Nietzsche okuması takip edilirse kadının-hakikatin-anlamın ne olduğu sorusunun cevabı -yine Derridacı terminolojiyle- karar verilemez olarak kalır. Nietzsche genellikle anlaşıldığı gibi kadın düşmanı mıdır yoksa onu yüceltir mi? Hakikat olumlanır mı, yoksa aşağılanmakta mıdır?

Uzaktan el etmek, hem teşvik edip hem uzaklaştırmak, hem küçümseyip hem de çağırmak iyi şeyler midir, yoksa kötü şeyler mi? Bütün bu sorular da cevapsız bırakılırlar. Çünkü Derrida’ya göre bu soruların varlık sebepleri kendilerini okumaya açmaktır. Bu sorular pek çok farklı şekilde cevaplanabileceği için tek değil birçok Nietzsche vardır. Bunu sağlayan Nietzsche metninin kendisidir.

Nietzsche’nin kadın-hakikat söyleminde sıraladığı başka simgeler de Derrida’nın anladığı şekliyle anlam problemiyle yakından ilişkilidir
Nietzsche’nin kadın-hakikat söyleminde sıraladığı başka simgeler de Derrida’nın anladığı şekliyle anlam problemiyle yakından ilişkilidir

Postyapısalcı anlam fikrine yoğunlaşan bir metinde böyle bir pasaj neden gerekliydi? Çünkü Derrida’nın Nietzsche okuması ve bu okumada yer alan kadın-hakikat ilişkisi, Derridacı anlam anlayışına ışık tutar mahiyettedir: Derrida’ya göre tıpkı kadına ve hakikate atfedilen karakteristiklerde olduğu gibi anlam da çağırır fakat çağırdığı yerde bulunmaz. Çağırdığı şeyle arasında ayartan bir uzaklık, vaat olarak bulunan bir aşkınlık iması ve nihayet aşılamaz bir mesafe vardır. Anlam, sanki, Fuzulî’de yankısını bulduğu şekliyle uzaklaştıkça güzelliği artan fakat yaklaştıkça da derdi derinleşen bir kategori olarak belirlenir. Fuzulî’de gittikçe hüsnü ziyadeleşen fakat geldikçe de derdine daha beter müptela olunan şeyin nigâr (sevgili) olduğu dikkate alınırsa, bu ifadelerin bizi dünyevi aşk bağlamında kadın problemiyle ve ilahi aşk bağlamında da hakikat problemiyle ilişkilendirdiği fark edilecektir.

  • Böylelikle Derrida’nın Nietzsche okuması, postyapısalcı anlam tartışması ve Fuzulî’nin şiiri kesişir: Anlam, göstergelerin oyunu olarak, her halükârda nihayetsiz bir serüvendir. Tek ya da nihai bir anlam yoktur. Tek bir anlamın olmayışı öncülünden hareketle -sıklıkla yapıldığı gibi- hiçbir anlamın olmadığı sonucuna vardığımızda bir mantık hatası yapmış oluruz.

Tek bir anlamın olmayışı, daha ziyade, birçok farklı anlamın mümkün olduğuna işaret eder. Hatta, Derridacı anlam fikri açısından, anlam için “birçok farklı anlamın mümkün oluşu” gibi tanım olmayan bir tanım getirmek bile mümkün olabilir.

Giriş: Gözleri Kapatmak mı, Açmak mı?

Eğer ortadan devam edersek, postyapısalcılıkla ilgili olarak bu yaklaşımın özellikle eleştirel anlamda da çokça alımlandığını söyleyebiliriz. Anlama yönelik böyle bir yorumlamayla birlikte postyapısalcılığın -postmodernlikle olan karmaşık ve problematik ilişkisi de akılda tutularak- gerçek olanın kıymetine halel getirdiği ve temsili gerçeğin yerine ikame ettiği iddia edilebilir.(8) Bu eleştiriyi kısa bir süreliğine rezervde tutalım.

Eğer böyle bir şey bilinen anlamıyla imkânsızsa, bir şey, ancak kendisini vermemizin imkânsız olduğu bir durumda verdiğimizde armağan olarak gerçekleşebilir. Armağan, imkansızın deneyimidir.
Eğer böyle bir şey bilinen anlamıyla imkânsızsa, bir şey, ancak kendisini vermemizin imkânsız olduğu bir durumda verdiğimizde armağan olarak gerçekleşebilir. Armağan, imkansızın deneyimidir.

Sahiden de postyapısalcı eleştiriyle birlikte anlam son derece kaygan bir hale gelmiş, metin artık merkezsiz bir mahiyete bürünmüş ve hakikat fikri yeni tarz okumalara maruz kalmıştır. Klasik anlatının giriş-gelişme-sonuç doğrultusu akamete uğramıştır. Dahası, Derrida’nın yönteminin “şeylerden ilk anda çıkarmaktan hoşlandığımız anlamlarla ilgili bir muamma yaratmak”(9) olduğu yorumu dikkate alınırsa, ortaya çıkan bu sonuçlarda kasıt aramak da mümkün hale gelir. Peki, Derrida’nın anlamın bahis konusu muğlaklığını, karar verilemezliğini tarif ederken kullandığı bazı örneklere baktığımızda, bunların sahiden önemsiz laf salatalarından ibaret olduklarını iddiasını sürdürebilir miyiz? Sahiden de bunlar zaman zaman dillendirildiği gibi şaklabanlıklardan mı ibarettir? Anlamı bu şekilde gören bir okuma -gerçekten temsili gerçeğin üstünde konumlandırıyorsa- gerçeğe gözlerini kapamakta mıdır? Yoksa, içten içe korktuğumuz gibi, çizilen tablo aslında gerçeğe gözlerin son raddesine kadar açılarak çizildiği bir tablo mudur?

Derrida’nın pek çok örneğinden ikisi, armağan ve bağışlama sorunlarıdır(10). Onun tartışmayı açmak için yaptığı zihin jimnastikleri ilk tahlilde ucuz laf salataları olarak anlaşılmaya müsaittir. Fakat düşünmeye devam etme ciddiyeti gösterildiğinde, tam da Derrida’nın tarif ettiği gibi bir “imkansızın tecrübesi” ile karşı karşıya kalınır: Bir armağan, klasik tanımı gereği, herhangi bir şeyi hiçbir karşılık almadan vermektir. Peki, sadece maddi bir karşılık almadık diye, armağanın karşılığında bir şey almamış olur muyuz? Muhatabımızın mutluluğu, şahsi manevi tatminimiz ya da bu hatıranın hafızaya kaydı da bir karşılık değil midir? Armağan, “karşılığında maddi bir şey alınmayan” şey değil de “karşılığında hiçbir şey alınmayan” şey ise, hafızaya kaydedilen bir verme işlemi armağan olamaz, çünkü karşılığında bir şey alınmış olur. Verdiğimiz bir şeyi hem karşımızdaki ve hem de biz radikal olarak unutacaksak, ancak böyle bir durumda armağan olayı gerçekleşir. Eğer böyle bir şey bilinen anlamıyla imkânsızsa, bir şey, ancak kendisini vermemizin imkânsız olduğu bir durumda verdiğimizde armağan olarak gerçekleşebilir. Armağan, imkansızın deneyimidir.

Ve bağışlama sorunu. Aynı mantığı sürdürerek, gerçek bir bağışlamanın ancak bağışlamanın imkânsız olduğu bir durumda mümkün olduğunu söyleyecektir Derrida(11). Herkes tarafından bağışlanabilir olduğu düşünülen bir şeyi bağışlamak, gerçek bir bağışlamak mıdır? Eğer birini bağışladığımızı hatırlıyorsak, bu hatıra intikama dahil olmaz mı? Demek ki ancak bağışlanamaz bir şeyi, sonrasında mutlak bir suretle unutmak kaydıyla bağışlayabiliriz. Demek ki, bağışlamak da bir çeşit imkansızın deneyimidir.

Sahiden de postyapısalcı eleştiriyle birlikte anlam son derece kaygan bir hale gelmiş, metin artık merkezsiz bir mahiyete bürünmüş ve hakikat fikri yeni tarz okumalara maruz kalmıştır.
Sahiden de postyapısalcı eleştiriyle birlikte anlam son derece kaygan bir hale gelmiş, metin artık merkezsiz bir mahiyete bürünmüş ve hakikat fikri yeni tarz okumalara maruz kalmıştır.

Derrida’nın bütün bir literatürü bu çeşit açmaz örnekleriyle doludur. Bu sinir bozucu soruşturmalar, ne kadar sinir bozucu olursa olsun, Belsey’in ifadesiyle henüz çürütülebilmiş değillerdir.(12) Dahası, en azından Derridacı anlamda postyapısalcılığın temsili gerçekliğin üstünde konumlandırmaktan çok, bu iki kategori arasındaki sınırları silikleştirdiği, bu sınırı geçirgen bir hale getirdiği söylenebilir. Okur, bu metinden hareketle ufak bir alıştırma bile yapabilir: Platon’un Eczanesi metninden bu metnin epigrafına alıntılanan pasajı düşünün. Pasajdaki “metin” kavramının yerine “hayat” kavramını koyduğunuzda, ifadenin anlamı ne kadar değişir? Hayat da anlamına tam olarak vakıf olduğumuzu düşündüğümüz her defasında öngörülemez bir sürprizi karşımıza çıkartmaz mı? Hayat da, tıpkı metin gibi, kendisini oyununa dahil olma riskini almayan bir oyuncunun idrakinden kaçırmaz mı?

Anlam kaçar. Bunu bizatihi tecrübe ederiz. Onu ne seviyede kavrarsak kavrayalım, o, daima bu kavramayı aşacak kadar geniştir. Bize bir şey söylediğini sandığımızda, biraz sonra, başka bir şey söylemekte olduğunu fark ederiz. Ta ki, yine başka bir şey söylediğini fark edene kadar. Postyapısalcılığı rahatlıkla sapla samanı birbirine karıştıran keyfi bir felsefi fantezi olarak anlayabiliriz. Fakat eğer sapla samanı birbirine karıştıran o değilse, eğer sapla saman zaten her zaman iç içe ise, o zaman keyfi olmaktan ziyade meşakkatli, dahası zaruri ve hatta ciddi bir oyunla karşı karşıyayız demektir. Anlamı sonsuz bir farklılaşma, sonsuz bir kaçma, sonsuz bir macera olarak gören yorum pekâlâ gerçeği sulandırmak, gerçeğe gözleri kapatmak gibi görülebilir. Fakat biraz daha bakınca, birden -sadece göz kapaklarını değil- gözleri açmak gibi de görünebilir.

1 Simon Glendinning, Derrida, s. 38-39

2 Taylan Altuğ, Dile Gelen Felsefe, s. 219

3 Jacques Derrida, Nietzschelerin Şöleni, Ali Utku-Mukadder Erkan, s. 45

4 A.g.e., s. 45

5 A.g.e., s. 48-49

6 A.g.e., s. 51

7 Geoffrey Bennington, Jacques Derrida, s. 204

8 Altuğ, s. 238-239

9 Glendinning, s. 48

10 Simon Morgan Wortham, Derrida: Writing Events, s. 123

11 Jacques Derrida, Bağışlamak, s. 33

12 Catherine Belsey, Postyapısalcılık, Dost Kitabevi, s. 103