Abdullah Başaran ile postmodern üzerine
Postmodern kavramına dair kafa karışıklığı sadece muhataplara değil bu diskuru oluşturanlara da ait. Karmaşık ve değişken bir durumla karşı karşıyayız. Henüz bir sanat akımı olarak postmodernizm ile felsefi bir kuram olan postmodernliğin ayrımına varmış ya da bunları tanımlayabilmiş bile değiliz.
Okuma pratikleri 2000’li yıllarda başlayanlar olarak, postmodern düşünürlerin yazdıklarına hürmet edilen zamanların hemen ardına denk geldik. Önümüzde dağ gibi bir çeviri emeği ve “karşılaşmalar” literatürü duruyordu çünkü 90’lar boyunca, 80’lerden tevarüs edilen bu yolun izleri sürülmeye devam etmişti. Modernizmin açtığı yaraların pansumanı olarak, bir mehdi gibi çağrılan postmodernin, hesaplaşmamız gereken ilk barikatlardan biri olduğunu fark ettiğimizde bir şeyler bulanıklıktan kurtulmaya başlamıştı. Türkiye’de postmodernin nasıl anlaşıldığına dair ilk yorum denemesini ise Abdullah Başaran yaptı. Dedalus Yayınları tarafından 2018 yılında yayınlanan Postmodern: Felsefe, Edebiyat, Nekahet kitabı etrafında, bu denemeyi ve postmodernin nerelere temas edebileceğini konuştuk. Akışa dayanamayıp Aykut Ertuğrul da sorularıyla konuşmaya dahil oldu, böylece meramını daha net izah eden, açık sözlü bir söyleşi çıkardık ortaya. Abdullah Başaran, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde aldığı lisans eğitimin ardından, yüksek lisansını da yaptığı Stony Brook Üniversitesi’nde doktora eğitimine devam ediyor. Araştırma alanları okuma teorileri, fenomenoloji ve bedensel hermenötik.
M. Fatih Kutan: Postmodern genel olarak yaşadığımız ân üzerinden değerlendirilerek tanımlanan bir kavram oldu, mesela bu yaptığımız söyleşinin Postmodern kitabının ikinci baskısına eklenmesi, postmodern bir şey mi olur? Nedir bu, çizgiyi nereden çekiyoruz?
Bu söyleşiyi imkânlar ve fırsatlar doğrultusunda Google Docs’ta ortak bir dosya üzerinden yapıyoruz; yani, ben bunları yazarken sen de bir taraftan cümlenin gidişatını takip edebiliyorsun. Karşılıklı yapılan söyleşinin yeni bir boyutu bu. Ân’a bu açıdan bakacak olursak, iki farklı mekân ve iki ayrı zaman dilimi, burada ve “şimdi”de, yani elektronik söyleşi ortamında kesişiyor. Bu söyleşinin ikinci baskıya dahil olup olmaması değil belki ama zaman ve mekân algımızın şeffaflaşması bizi postmodern meselesine götürebilir. “Postmodern” kavramını tarihçiler ya da sosyal teoristler gibi dönemsel ya da Lyotard gibi epistemolojik bir çerçevede açıklamıyorum. Daha geniş anlamıyla, toplumsal, siyasi, yani ilişkisel bir durumda alınan bir “tavır” olarak, yani bir eylem olarak görüyorum postmodern durumu. Her eylemin bir tarihi ve hâliyle de sonuçları vardır.
“Şimdi” ya da “ân”ı konuşurken şimdiyi oluşturan geleneksel dinamikleri ve geleceğin getireceği imkânlara açıklığı dahil etmek postmodern bir tavırdır örneğin. “Ânı yaşa” ve “dilediğini yap” etiği değil bu. Bu “ân” seni varoluşsal olarak nasıl bağlıyor, nerede konumlanıyorsun, nereden görüyorsun, nereleri görebiliyorsun, vermen gereken kararlarda yaptığın ayrımlarda ne tür sonuçlar seni bekliyor. Biz hep bir karar ânındayız ve her kararımızın sonuçlarına dair beklenti ve kaygılarımız var. “Şimdi”yi yaşamayı, dilediğini yapma kültürüyle özdeşleştiriyorlar. Hâlbuki şu “ân”, geçmiş ve geleceğin arasında muğlak bir varlığa sahip. İnsan bu muğlaklıkta, bu çizgide, bu sınırda yaşamını sürdürür. Küçük parçalara, cüzlere ayrılmış “şimdi”lerden bir anlama ulaşıp ulaşmama gayreti gösterir. Benim anladığım şekliyle postmodern tavır, insan tecrübesinin sonluluğundan sınırları çizenin biz olmadığımızın farkındalığına kadar uzanan daimi bir sınır tecrübesi.
Postmodern kavramına dair kafa karışıklığı sadece muhataplara değil bu diskuru oluşturanlara da ait. Karmaşık ve değişken bir durumla karşı karşıyayız. Henüz bir sanat akımı olarak postmodernizm ile felsefi bir kuram olan postmodernliğin ayrımına varmış ya da bunları tanımlayabilmiş bile değiliz. Bu yüzdendir ki postmodern durumu “tarif” ediyoruz daha çok; bizi nasıl etkiledi, sanata ne kattı, şu teknokratik hayatta günlük eylemlerimizi nasıl idame ettiriyoruz. Fakat içinde bulunduğumuz bir durumu, dışarıdan bir gözle görüyormuşuz gibi tanımlamaya, akış hâlindeki, değişken ve muğlak tecrübelerimizi dondurarak hâletiruhiyemizi en doğru şekilde bilmeye meylimiz var. Moderniz biz, seviyoruz modernliği. Kopamıyoruz modernlikten, bu sabitlenmiş yapılara hükmetmeyi, verili olanı “bilmeyi” arzuluyoruz. Hâlbuki muğlaklık, bilmeyi değil öncelikle anlamayı teşvik eder.
Postmodernliğin anlaşılması için öncelikle bu muğlaklığa karşı yerimizi bilmemiz, yani bir şey bilmediğimizi, yanılabileceğimizi ve dahası başkasının da haklı olabileceğini anlamamız gerekiyor. Türkiye’de bilhassa akademide ve edebiyat çevrelerinde herkes her şeyi biliyor. Muğlaklığı konuşmak ne haddimize. Post Öykü’deki kışkırtıcı birkaç yazım da bunu konuşmak, tartışmak üzere bir denemeydi. Dergide postmodernlik mefhumuna dair farklı anlayışlar mevcuttu ama bir tartışma ortamı da yoktu. Hatta benim savunduğum “bir tavır olarak postmodern” ile taban tabana zıt olan yazılar da yayınlandı. Hem görüş ayrılıklarının biraradalığının hem de tanımlanamazlığın bir göstergesi işte. Bu durumu fırsata çevirip entelektüel bir tartışmanın fitilini yakmak istedim, biraz tahrik edici sorular sordum. Fakat bu çabama bir yanıt alamadım; iki yıl kadar bir arada bulunduğum bir yayın ortamında sahici bir diyalog kurabileceğim, sorgulamalarıma değinen, verdiğim cevaplara daha çetrefilli sorularla karşılık vererek meselenin derinlerine “birlikte” inmeye teşvik edecek bir muhatap bulamadım.
Bu yüzden, kendi yazı ve yayın tecrübemi de hesaba katarak postmodern duruma dair sağlıklı bir tartışmanın yürütüldüğünü düşünmüyorum. Bir diskuru sağlıklı yapan iyi niyetle de ortak zemin arayışıyla da karşılaşmadım henüz. Söyleyeceklerimizi söyleyip köşemize çekiliyoruz. Burada, “iyi niyet”ten kastım yazarı pohpohlamak değil, karşındakinin ne dediğini anlamayı gerçekten istemek; lakin mahalle içi aşk hikâyeleri ve de mahalle kavgalarından sıra gelmiyor bunlara. Ortak zemin arayışı deyince de tartışmanın nihayetinde aynı fikre sahip olmayı değil konuştuğumuz mevzunun ne olduğu üzerinde durmayı kastediyorum. Aksi hâlde kendi çöplüklerimizden sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Evet, sahici bir tartışmaya girmeyen, girmekten kaçınan her düşünce zırvadır, lakırdıdan ibarettir.
MFK: Girişte bu kitabın bir postmodern tanımı yapmak için yazılmadığını belirtiyorsun ve bunu belirtmenin arkasında, okurun kapakta “postmodern” kelimesini görür görmez bir “kısa postmodern tarihi” beklentisine girmesi var. Bir şeyin kendisi ile tarihi arasındaki farkı belirtmek neden önemli?
Türkçe literatürde okurun aşina olduğu postmodernlik ve postmodernizm üzerine kitaplara borçluyuz bu beklentiyi. Geçmiş geleceğe dair bir vaad taşır. Daha önce okunan ya da en azından bilinen eserlere âşinalık, elin altında bulunan yeni esere dair ilk nazarı oluşturur. Bu yüzden okurun beklentisinin benim kitabımla değil daha önce okuduklarıyla, duyduklarıyla ilgili olduğunu söyleyebilirim. Elbette kavramlar tarihlerini de yüklenirler. Bu yüzden Postmodern her ne kadar postmodernliğin lineer bir tarihini sunmasa da, ilgili kavramların tarihteki uğraklarına ve sanat, felsefe, edebiyat ve teolojideki izdüşümlerine değiniyor. Barthes’ın dediği gibi, ben yazar olarak metne bir misafir olarak dönebiliyorum artık. Bu hâliyle Postmodern’i bir tarih anlatısından ziyade bir diskur açmayı hedefleyen, 90’ları oldukça geride bırakıp yeni dinamiklere sahip postmodern durumun getirilerini ve götürülerini tartışmaya açan bir metin olarak görüyorum.
MFK: Sen Postmodern’de ne yapmayı amaçladın ve ne yaptın peki?
Bu soruya cevabın birden fazla safhası var. Yukarıdaki son iki soruya cevaplarında buna biraz değinmiş oldum. Şöyle devam edebilirim ama: Postmodernlik ekseninde dönen mevcut tartışmaların “ortasından” nasıl konuşurum? Yazarken en çok bunu hedeflemiştim. Bu yüzden bir tarih anlatısından çok tartışmanın tanıklarına, söylemlerine ve sonuçlarına odaklanmayı tercih ettim. Odak noktamda cevaplardan çok sorular vardı ama. Okuru en çok zorlayacak şeylerden biri de burada yatıyor: Hayatın farklı vechelerinde postmodern durumun soru ve sorunlarıyla yüzleşmeye çalıştım kitapta.
Bu yüzden bir arayışın, tereddütlü ilerlemelerin, kararsızlıkların, geri dönüşlerin anlatısını yazmak istedim. Kitabın fragmanlara ayrılmasının bir sebebi de bu, aynı hikâyeyi anlatan 57 fragman. Bunlar arasında sanat ve edebiyat teorileriyle, teoloji ve din felsefesinin önermeleriyle hesaplaştığım fragmanlar var. Çok da alışık olmadığımız ve hiçbir zaman da olmayacağımız tekinsiz, sisli bir tartışma ortamına çekiyorum okuru: Kararsızlıkların, belirsizliklerin, muğlaklığın günlük hayattaki siyasi, ahlaki ve dini sonuçlarını sahici bir şekilde sorgulamaya ve yaşam pratiklerinde verilen cevapları ortaya çıkarmaya çalıştım Postmodern’de.
Her gün, her ân yaşadığımız trajedi, bizi başkasının hikâyesini dinlemeye ikna edebilir.
MFK: Öyküler üzerinden başladığın “hikâye” dine, politik atıflara, filmlere ve sanata uzanıyor. Ve yine öyküde son buluyor. Kitabını disiplinlerarası olarak mı tanımlıyorsun? Eğer bu değilse, yaptığın atıfların bu döngüsü neye işaret ediyor?
Disiplinlerarası bir çalışmadan ziyade, bilimsel ya da değil, her disiplinin ancak ve ancak bir anlatıyla olguları, ulaşılan bilgileri, edinilen fikirleri bir başkasına aktardığına işaret ediyorum. Bilim adamı yaptığı çalışmayı bilimsel retoriğin gücüne dayanarak bilim dünyasına açar. Tıpkı öykü yazarının dili kullanarak başkasının hikâyesini anlatması gibi. Filmler, resimler, klipler, Instagram “story”leri ve hatta oyunlar. Düzenlenen e-spor turnuvalarına on binlerce oyuncu katılıyor ve turnuvada aktif olarak oynayanların dışında kalan çok büyük bir güruh, oturup bu oyunları büyük ekranlarda izlemeye geliyorlar. Çünkü bu üst düzey oyuncuları belki de senelerdir takip ediyor; paylaştığı videoları, yaptığı canlı yayınları izliyor ve belki de etkileşime geçiyor.
Bir oyundan fazlası bu, bir oyuncunun performansı ile başlayan süreç başka bir insanı, içinde bulunduğu ortam ve durumları tanımaya ve anlamaya evriliyor. Netflix’in de başarısının altında bu var. 90’larda Brezilya dizileri izlenirdi, şimdi onlar bizim dizilerimizi izliyor. Biz Kore dizilerine yöneldiğimizde, bir başkası Avrupa sinemasına yöneliyor. Netflix, çok farklı ülke ve kültürden başkalarının hikâyelerini sunuyor izleyiciye. Sadece film sektörüyle sınırlamak da yanlış olur bunu; farklı coğrafya ve kültürlerden müziklerin popülerleşmesini, kitlelerce rağbet görmesini de bu postmodern anlatıya dahil ediyorum. Basitçe kapitalizm kurnazlığı ya da tektipleştirici kültür endüstrisiyle filan açıklanamayacak karmakarışık bir durum bu: Başka hayatlara tanık olmak, farklılık ve benzerlikleri ayırt etmek. Bunlar insanın anlam ufuklarını genişleten şeyler.
AE: İlk üç gün Netflix’i ben de sevdim ama bugünlerde zihnimden atamadığım bir düşünce var. Hikâyelerle beslenen “bir vampir olarak Netflix” imajı. Bütün kültürlerin kendi geleneksel hikâyelerini sürekli çağıran “Üzerime hikâye atın! Daha çok atın!” diye yoksunluk krizleri çeken siyah zemin üzerinde kan kırmızısı bir yaratık! Başkalarının hikâyelerine muhatap olmak fikri güzel ama Netflix’in doğası bu hikâyeleri aslından uzaklaştırıp, bir ucubeye dönüştürüyor olamaz mı? Mesela “Hakan Muhafız”ı izleyen bir Koreli, güzel İstanbul manzaraları ve bir avuç gizemli olaydan başka ne ile karşı karşıya kalmış olacak? Türklük sosuyla mı? Postmodernliğin bütün o çokkültürlülük, otantiklik vurgusu “başka” bir kültürden sadece sos olmasını istiyor gibi geliyor bana. Yani postmodern anlatı, tam da böylelikle hikâyelerimizi alıp bozukluklara dönüştürüyor olamaz mı?
Netflix’in övülecek bir tarafı yok, başkasının hikâyesi diye çerçöp izlemek zorunda da değiliz sonuçta. Burada demek istediğim, postmodern durumdan fayda sağlayan bir altyapı oluşturduklarıydı. Yoksa her yönüyle geç-modernizmin ekrandaki amiral gemisi Netflix. Öte yandan, bir şeyi beğenmediğimizde bunun sebebini postmodern teorilere yüklemek de yanlış olur. Her bir öykü, dizi ya da film, başkalarının hayatlarına aracı olduğu kadar kendisi de bir anlatı kurar. Yani medya (medium), hem (anlatılana) vasıta hem de (anlatılanın) mesajın kendisidir. Bir kültürün “aslında” var olan hikâyesini bir başka kültüre aktaran bir vasıta, bir elçi olarak düşündüğümüzde, Netflix, hakikati bozan, gerçeği eğip büken bir temsil mekanizmasıdır sadece. Hâlbuki hikâye, gerçekliğin temsili ya da bir diğer ifadeyle aslı olanın taklidi değildir. Hikâye, mesajın kendisidir ve bahsettiğin bozukluklar, ucubelikler, göstermelik doğruculuklar, yalnızca “anlatılanın” çarpıklığıyla, kurgusundaki eğri-büğrü unsurlarla açıklanabilir.
MFK: Kitaplardan beklediğimiz bir hakikat vaazın yok, bir yol işaret etmiyorsun, bir reçete yazmıyorsun. Oysa biz postmodernden bahsederken, ondan bahsettiğimiz durumları bile bir mehdi olarak karşılamaya hazırdık 90’larda. Ne oldu da böyle oldu?
90’larda postmodern adı altından ne varsa sahiplendik açıkçası, düşmanımın düşmanı akıllıca şeyler söylüyordu çünkü: Şehirleri ele geçiren modern mimariye karşı çıkan, dine karşı saldırgan olmayan, modern devlet yapılarıyla alay eden, ideolojilerin yerine serbest düşünceyi koyan, önceden belirlenmiş yöntemlere karşı, bilimci olmayan, new age yeniliklere gülümseyen bir postmodern durum. Karikatürize ediyorum belki ama modern olana karşıtlığımızın Batı’daki yansımasını, hatta daha doğru bir dille, haklılandırmasını bulmuştuk. 90’larda gördük ki İnsan Yayınları’ndan onlarca “modernliğin bunalımı” konulu kitap çevrildi; Vattimo’nun meşhur kitabı Modernliğin Sonu’nu İz Yayıncılık çevirmişti örneğin. Bu çeviriler sempozyumlara ve derlemelere de yön verdi; fakat bu dönemdeki tartışmalarda postmodern düşünürlerin çoğu, birer alıntı olarak yer aldı sadece. Postmodern durumla sahici bir yüzleşme gerçekleşmedi çünkü 90’larda sorularla değil acil cevaplarla ilgileniyorduk. Okurun aklında postmodern kavramının 90’lardaki o pejoratif tınısı var hâlâ. Gadamer Hakikat ve Yöntem’inde gelenek, otorite ve önyargı gibi “aydınlanma”nın tedavülden kaldırmak istediği kavramlara rehabilitasyon uygular. Ben de postmodern kavramına bunu uygulamak istedim bu kitapta.
MFK: Bir hakikat vaazın yok, bunun yanında bir sağaltmadan ve kitabın ismine de taşıdığın bir nekahetten bahsediyorsun. İyileşmemiz mi gerekiyor?
Bu bir öneri. Nekahetten anladığım, yaralı bir toplumun yaralarını birlikte sarması, birbirinin yüzüne bakacak muhabbetin oluşması. Bu da ancak, başkasını ve başkasının ne söylediğini dinlemekle olur, başka yolu yok. Bu aynı zamanda retorik bir davet ama. Zira dinlemeyi bilmek, konuşmayı, iki kelam etmeyi bilmek demektir. Yani karşımızdakini bizim söylediklerimizi dinlemeye de ikna etmemiz gerekiyor. Söylediklerimizi başkasının kulağına ve kalbine dokunacak şekilde seçmeyi kastediyorum. Ancak bu ikna imkânı bir konuşma zemini oluşturabilir. İkna olmayacak bir durumda olduğumuzu düşünmüyorum, hepimiz geç-modernliğin çocuklarıyız, hepimizin yaraları var. Katliamlar, darbeler, terör, ırkçılık, kadın düşmanlığı, istismarlar, hukuk komedisi, itibarsızlaştırmalar, canilikler, cinnetler, siyasilerin pişkinliği. Her gün, her ân yaşadığımız trajedi, bizi başkasının hikâyesini dinlemeye ikna edebilir. Fakat bizim bu trajediye mütevazı katkılar sunmaya meylimiz var, derdimizi paylaşmaya değil.
MFK: Bir yandan da derdimiz çok ama?
Ama burada önemli olan, rölativist bir gerçeklik anlayışını benimsemek değil; hakikat iddialarının, yani hakikate dair dertlerimizin çoğulluğunu olumlamak. Başkasını beni dinlemeye ikna etmeye çalışıyorum çünkü benim bir hakikat iddiam var. Bunca çokseslilik arasında derdimizin sahici oluşunu nasıl sağlarız, sesimizin güruhun kaba gürültüsünde kaybolmasını nasıl engelleriz, postmodern durumda asıl kaygımız bundan ibaret.
MFK: Bu anlattıklarından anladığım, dönüşerek hayatımıza sirayet eden ve en kendilerine maruz kalmadığımız yerlerde bile etkilerine maruz kaldığımız üç şey, din, devlet ve politika. Bu kavramlar hayatımıza nasıl geri dönüyor?
TOKİ olarak.
MFK: Başına gelmeyen kalmasın diye soruyorum, bir de kâhinlik yapmış ol: Şimdi ne olacak?
Bir kitap yazdım ve dünya değişecek; azınlıklar, türlü türlü güçlerce ezilenler bir araya gelecek, tüm mekanizmaların, organizmaların yerini sevgi ve barış dolu bir dünya medeniyeti alacak. Kendimizi kandırmayalım. Mabedinin, kutsalının kapısını, “başkasına” “Hoşgeldin kardeşim,” diyerek açan insanların akıl almaz bir soğukkanlılıkla öldürüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Şimdi bir şey olmayacak, hiçbir şey değişmeyecek. Siyasi, ekonomik, fikirsel; yeryüzündeki iktidarlar farklı teknik ve yöntemlerle güçlerine güç katacak, azınlık düşünceleri ise her seferinde cılız ve güçsüz kalacak. Çünkü sesi yükselen her azınlık, başka sesleri susturarak monoton bir dil oluşturur, kendisini homojen bir yapıya kaptırır. Ayrıkotlarını koparan, sızıntılara çimento döken her anlayış, sağlam bir vücut, güçlü bir organizma kurarak yeni haksızlıklar doğurur. Kendimizi kandırırsak, sesi gür eli sopalı iktidarlara döneriz. Bu gücü ele geçirme “rahatlığını” reddediyorum; sürekli durduğumuz yeri, aldığımız yolu sorguladığımız, yanılıyor olabileceğimizi, başkasının da haklı olabileceğini hesaba katacağımız meşakkatli bir uzun yol tecrübesi bu. Huzursuz bir düşünce. İşte bu huzursuzluk bizi zinde kılmalı.