Mısır…
Asırlar boyu halkı yabancı iktidarlar tarafından yönetildi.
Bir zamanlar Şiî ekolünün merkeziyken, Çerkesler iktidarında İslâm halifesinin himaye edildiği bir coğrafyaya dönüşecekti.
“Gazi” ünvanına sahip Türkler, Bizans ile mücadelesini tamamlayıp Batıya doğru genişlerken, İslâm âleminin en saygın konumuna sahip stratejik coğrafyası hâlâ Mısır’dı.
Mısır’ı elinde bulunduran Memlûkler (Çerkesler), geçmişte Moğollara karşı Türkleri ve aynı yıkımdan Abbâsî halifesini korumuş olmaları nedeniyle Osmanlıları siyaseten kendilerine rakip olarak dahi görmüyorlardı.
Binaenaleyh, “Ümmü’l-Dünya” yani bereketin diyarı olarak tanımlanan Mısır, kutsal emanetlerin Çerkeslerce buraya taşınmış olmasından ötürü İslâm âleminin manevi ülkesi konumundaydı.
Bu haklı gurur, Mısırlı yöneticilerinin/elitlerinin tavır ve davranışlarına da sirayet etmişti. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde naklettiği bir hikâyecik vaziyeti izhar etmekteydi:
“ – Ey birader ne diyardansın?
Arif herif-i zarif, ‘Mısırlıyam’ demiş.
– Mısır’ın hangi mahallesindensin?
Herif, ‘Bağdat mahallesindenim’ demiş.
– Ey zarif herif, Bağdat ile Mısır’ın mabeyni çölden üç aylık yoldur. Bu ne cevap veriştir.
– Mısır dediğin dünyadır. Belki Mısır, Ümmü’l-Dünyadır.”
Osmanlı aydınlarının hâkimiyetten önce Mısır hakkında sayısız risale, vakayiname ve sözlük yazarak Mısır tarihine alaka göstermeleri, esasen bu coğrafyaya duydukları saygınlığı ortaya koymaktaydı; ama bu ilgi Osmanlı hâkimiyetinde bıçak gibi kesilecekti.
- Osmanlı hâkimiyetinde Mısır’da üç önemli aktör söz konusuydu: Türkler, Çerkesler ve yerel unsurlar olarak kabul edeceğimiz Araplar.
Çerkesler, kendi iktidar döneminde yönetim ve orduyu ellerinde bulundurmuş; ama ilmî sahayı ve ticarî hayatı Araplara bırakmıştı. Ayrıca coğrafyadaki varlıklarını meşru bir zemine oturtmak için başta dinî günler (Mevlitler, bayramlar vs.) olmak üzere birçok tarihte şatafatlı şenlikler ve eğlenceler tertip ediyorlardı. Bu yolla bir propaganda izliyor, fakir Arap halkının öfkesini üzerlerine çekmemeye çalışıyorlardı.
Osmanlı hâkimiyetinin ilk zamanlarında, yerel halkın çoğu zaman Çerkeslerle birlikte hareket ettiği gerçeği dikkate alındığında, Memlûklerin bu tarz-ı siyasette başarı olduklarını söylemek mümkündür.
Öte yandan halkın bilhassa dindar kesimi, Osmanlı Devleti Batı’da Haçlılarla cihat ederken Çerkeslerin İslâm’ı dinî şenliklere indirgemesinden son derece rahatsızdı.
“Türk Sultanı gaza ediyor, oysa Çerkes Sultanı Gavri Mısır’da varlığını korumak için şenlik tertipliyor” anlayışı Türk propagandasının güçlü bir şekilde yayılmasına neden olacaktı.
Üç aktörün birbirlerine karşı izledikleri siyaset de son derece önemliydi.
- Çerkesler (Memlûkler), yerel Araplar ile çoğu zaman “Efendi-köle” ilişkisine dayanan bir hiyerarşi düzeni kurmuştu. Oysa Osmanlılar ile beraber bu düzen değişecekti.
Çerkesler başlarda Osmanlıyı kendilerine rakip gördükleri için Türklerin, Araplarla Çerkesleri eşit gören siyasî anlayışından son derece rahatsız olmuşlardı.
Memlûkler hayranı meşhur tarihçi Ibn İyas bu durumdan rahatsız olanlardı ve Çerkesleri Araplardan ayırmak için “Evlâdü’n Nâs” tanımını kullanıyordu.
Osmanlılar ise bu noktada yerel Arapların ezilmesinin önüne geçmek için “Mısırlı” kimliğini inşa edecekti.
- “Mısırlı” kazanılan bir ünvandı. Eğer ki yerel halktan birisi okur ve devlet bürokrasisinde ilerlerse bu payeye nail oluyordu. Hatta Türkçe öğrenenlerin içinde İstanbul, Anadolu ve Rumeli’de önemli görevlere getirilenlerin de olması Arap elitlerin bu uygulamayı bir ‘fırsat eşitliği’ olarak görmesine neden oldu.
Top icat oldu mertlik bozuldu
Çerkesler, Osmanlı’ya olan öfkelerini uzun süre üzerlerinden atamadı.
Onlara göre, evvela Türkler mertçe savaşmamıştı. Müslüman bir halka gâvurun silah ve topları ile saldırarak namertçe savaşmıştı.
Ayrıca Türklerin özel günlere karşı lakayt tavrı; israfa karşı tedbir değil, Türklerin kişiliklerindeki renksiz tavırlarından kaynaklandığına inanıyorlardı. Evliya Çelebi ise Çerkeslerin bu tavrına şedit bir itiraz yükseltir. Arap halkı sefalet içinde yaşarken bir avuç yöneticinin bu debdebeye tevessül etmesini şu veciz sözlerle eleştirir:
“– Amma garabet odur ki Mısır’ın kevakibi (halden bilmez) Zühre’ye mensubudur; halkı sürur şadumana (eğlenceye şenliğe) bahane isterler.”
Osmanlılar bu sistemi israf görür ve başını Yahudilerin çektiği maliye memurlarını bölge ekonomisini düzeltmekle görevlendirir. Vergiler artırılır ve ekonominin üzerine inşa edildiği şenlikler bütünüyle yasaklanır. Bu durum hem Çerkeslerin hem de Arapların tepkisine neden olur. Evliya Çelebi de bu arızaların merkezinde habis niyetli davranışları olan Yahudilerin suçlu olduğuna inanır:
“(Osmanlı) birer Yahudi sarraf verip vilayetlerinde hizmet ederler amma cem’i zamanda Yahudiler muhil-i şeytanda bahtek melundurlar.”
- Osmanlı, bölgede Çerkeslerin kıyafetlerini, isimlerini ve âdetlerini yasakladı ve Arapların önünü açtı. Çerkesler, Arapların hızla yükselişini geç de olsa fark etti ve mücadeleyi bir kenara bırakıp bilhassa ordu içerisinde yer edinmeye gayret etti.
Çerkesler her ne kadar gururları kırık ve mağlubiyetin verdiği öfke ile dolu olsalar da Osmanlılar, “Mısırlılar”dan beklediği cevheri bulamamışlardı.
Türkler ile Çerkesleri karşı karşıya getiren başka bir unsur daha söz konusuydu. Türkler Hanefî, Çerkesler ise Şâfiî ekolüne mensuptu. Basit bir ayrıntı gibi dursa da Hanefî ekolünün “Halife Kureyşli olmalı” yargısını reddetmesi, gerilimi artıran bir hadiseydi.
Sahada yeni bir aktör: Napolyon Bonapart
1799 yılına gelindiğinde Mısır’da denklemi bozacak yeni bir oyuncu oyuna dâhil oldu: Napolyon Bonapart.
Napolyon kısa sürede Türk – Çerkes – Mısırlı gerilimini iyi okuyarak Çerkesleri şeytanlaştırdı ve bölgede kendisine meşruiyet alanı açmaya çalıştı.
Memlûklerin (Çerkeslerin) Mısır’ı çiftliklerine çevirdiğini iddia eden Napolyon, İstanbul’da bulunan Padişahın dostu olduğunu iddia edecekti: “Maksadımız Padişaha asi olan Memlûkleri ezmektir.”
Avcının güvercini avlamak için serpiştirdiği ekmek taneleri merhametinden değildi. Nitekim bahsi geçen unsurların hiçbirisi bu siyasete iltifat etmeyecekti. Napolyon’u bölgeden söküp atacak ittifak kısa sürede kurulacaktı.
Yafa ve Gazze bölgesine kadar ilerleyen Napolyon, Akka kalesinden sökülüp atılınca Mısır çöllerine kadar çekilecek ve burada adeta mahkûm olacaktı.
Eski bir Arap sözü Napolyon karşısında Türk- Çerkes ve Arap ittifakı karşısında mücessem şekilde ete kemiğe bürünmüştü:
“Ben (Araplar) kardeşime (Türkler) karşı,
Ben (Araplar) ve kardeşim (Türkler) ise kuzenime (Çerkesler) karşı,
Ben (Araplar), kardeşim (Türkler) ve kuzenim (Çerkesler)
Tüm düşmana (Napolyon) karşı.”
Mısır halkı mütemadiyen Arap dışı unsurlarla yönetildi. Bir Arap şairinin ifadesiyle “Nil’in suyundan içip Firavunlaştılar”ama Mısır halkı iktidarını yavaş yavaş tahkim etmeye başladığında Arap saraylarında hassa orduları Çerkeslerden kuruldu ve Arap ulusallaşmasına kadar önemli komutanlıklara Çerkesler getirildi.
Bu uygulama kimi Arap tarihçileri tarafından bir İngiliz siyaseti olarak değerlendirilse de kendine meşruiyet alanı sağlamak isteyen Mısırlı ilk Arap krallar, bunu tarihe karşı bir hürmetkârlık örneği olarak değerlendirecekti.
Çerkes liderler
Çerkesler, Mısır’a esasen Salahaddîn Eyyûbî ile yerleşmeye başlamışlardı.
Salahaddîn’in ordusundaki generallerden Emir Fahreddîn, zaferlerde önemli bir paya sahipti.
- Çerkesler, Salahaddîn Eyyûbî’nin vefatına kadar Eyyûbîlere sadık kaldılar. Kudüs Fatih’i sahneden çekilince bir başka Çerkes olan Emir Çerkes; Kahire ve Şam’ın en güçlü ismine dönüştü.
Eyyûbîler ilerleyen süreçte zayıflayınca, Çerkesler, Kürtlerle yolunu ayırıp Emir Aybey’in idaresinde toplandı.
Haçlıları, Ortadoğu’dan tamamen silip atan 1291 itibarıyla Çerkesler oldu.
Nil’in yeni efendileri, Sultan Kutuz iktidarında ise tüm İslâm âlemini yerle yeksan eden Moğollara ağır bir bedel ödetmişti. O, Moğolların önce Filistin’e ardından da Mekke’ye girip talan etme planına engel oldu.
Cengiz Han’ın torunlarından Mengu Timur’un bölgeyi yakıp yıkan ordusunu yine bir Çerkes komutanı Seyfüddîn Kalâvûn el-Elfî el-Mansûr tarafından durdurulacaktı.
1303 yılında Kazan Han’ın ordusunu bir İslâm beldesi olan Şam’dan söküp atan Çerkesler olacaktı.
Melikü'z-Zâhir Seyfüddîn el-Osmânî el-Yelboğavî Berkuk iktidara geldiğinde, Mısır iktidarını tamamen Çerkeslere vererek Türk ve Kürtleri idareden uzaklaştırdı. Oysa bu hata, Türkmenler ve Kürtleri Osmanlıya yakınlaştıracak ve Memlûklerin de bir noktada sonu olacaktı.
Yine de 15. yüzyılda Çerkesler, İslâm dünyasının en güçlü devleti idi.
Bilhassa Emir İnal döneminde Kıbrıs’ın fethi gibi parlak zaferler elde edilecekti.
Çerkesler, Cemal Abdünnasır darbesine kadar Mısır iktidarında her daim yer aldı. Hatta Kral Faruk, Prensesi Osmanlı’nın kudretli Çerkes paşalarından Deli Fuat Paşa’nın oğlu Hulusi Tugay Fuad ile evlendirmişti.
Hulusi Tugay Fuad, Nasır’ın gözünün içine bakarak “Mısır’ı Mahvettin!” diyerek Türkiye – Mısır arasında diplomatik krize neden olan kişiydi. Nasır, iktidarı döneminde Türkiye’den resmî bir özür gelmediği için yıllarca temas dahi kurmayacaktı.
Yine Kral Fuad da bir başka Çerkes olan Çerkes Ethem’i Mısır Sarayı’nın baş muhafızıyapmak istemişti; çünkü Mısır Sarayı’nda neredeyse Kral hariç herkes Çerkes’ti.
Oysa Çerkes Ethem, Mısır yönetiminin iplerinin İngilizlerde olduğunu hatıratlarında kaleme alarak, Çerkesleri İngilizlerin oyuncağı yapmayacağını belirterek belki de Mısır’ın ordusunun başına geçme fırsatını reddederek Ürdün’e göçecekti.
Velhasıl, Kudüs’ün muhafazası başta olmak üzere Şam’dan Anadolu’ya kadar uzanan bir coğrafyada ayağına taş değen her Müslüman toplumun imdadına yetişmeye çalışan Nil’in efendileri Çerkesler, ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamadan sessizce tarih sahnesinden çekildiler...