Köle pazarından Mısır sultanlığına...
Köle pazarından Mısır sultanlığına uzanan yolculuğunda Memlûk Sultanı Baybars, toplam 40 bin kilometre yol kat etmiş; Moğollarla 9, Ermenilerle 5, Haçlı kalıntılarıyla 21 savaş yapmıştır. Baybars, bu savaşların birçoğuna bizzat katılmış ve en ön safta mücadele etmiştir. Geride teşkilatlanmış bir Memluk devleti bırakan Sultan Baybars, savaşlarda sergilediği kahramanlıkların yanında birçok savaş mültecisine kapılarını açan bir devlet adamıdır. Sultan Baybars, dağılan İslâm dünyasını yeniden toparlamış, Haçlı ve Moğol belalarını bertaraf etmiştir. Bunalan İslâm dünyası onunla derin bir nefes almıştır. “Çöl panteri” olarak bilinen Baybars’ın ismi üzerine nice efsaneler ve destanlar yayılmıştır. Belki bugün bile Kahire’nin ara sokaklarında onun cömertliğinden, halkına olan sevgisinden, samimi dindarlığından bahseden ve fetihlerin babası oluşunu anlatan hikâyeciler hâlâ geziniyordur...
Kahire sokakları, İslâm dünyasını darmadağın eden Moğol ordularına, Ayn Calut’ta ilk büyük yenilgilerini tattıran Memlûk Sultanı Kutuz’u karşılamak için süslenmişti. 20 bin kişilik Moğol ordusunu kılıçtan geçiren sultanın şerefine her türlü hazırlık yapılmış, zaferin büyüklüğüne ve önemine yakışır ziyafetler, şenlikler tertiplenmişti. Ama ordudan gelen haberler Kahire halkını hem şaşırtacak hem de endişelendirecek türdendi. Söylentiye göre, Mısır’ın girişinde bulunan El-Kusayr’a mevkiinde avlanmak için otağından ayrılan Sultan Kutuz, önemli Memluk komutanlarından; birçok başarılı işe imza atmış Baybars tarafından düzenlenen bir suikastla öldürülmüştü. Devletin ileri gelenleri ve ordu, Memlûk geleneğine göre sultanı öldüren sultan olacağı için Baybars’a itaat etmişlerdi. 26 Ekim 1260 gece yarısı Baybars’ın maiyeti ile beraber, sultan olarak Kahire’ye girmesi tüm söylentileri doğru çıkardı. Ancak yeni sultanın aldığı yerinde tedbirler ve isabetli kararlar, Kahire halkına endişelerinde haksız olduklarını çok kısa bir sürede gösterecekti…
Baybars 1223-1228 yılları arasındaki bir tarihte, Deşt-i Kıpçak’ta, Kıpçak Türkü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Deşt-i Kıpçak kavramı; eski tarihi kaynaklarda Karadeniz’in kuzeyinde bulunan Kıpçak-Kuman Türklerinin yaşadığı Orta Avrupa sınırlarından, Türkistan içlerine kadar geniş bir coğrafyayı adlandırmada kullanılıyordu ve “Kıpçak Çölü” anlamına geliyordu.
Baybars ilk çocukluk dönemini, bu geniş coğrafyanın Karadeniz’e yakın kısmı olan, sonradan “Eski Kırım” ismiyle bilinecek aşağı tarafında geçirdi. O, ömrünün ilerleyen yıllarında, Memlûk tahtına oturduğunda, Altın-Orda Devleti ile gelişen ilişkiler çerçevesinde ana vatanına vefa göstergesi olarak bu bölgede bir cami inşa ettirecekti. Tarihçilere, Baybars’ın doğum yerinin netleştirilmesinde, kendi ismiyle anılan bu caminin çok faydası olmuştu.
Baybars’ın doğduğu yıllarda, İslâm dünyasında kuvvetli “Memlûk” rüzgârları esiyordu. Hükümdarlar, beyler, çeşitli kademelerde bulunan devlet adamları farklı coğrafyalardan, özellikle de Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerden, kendilerine özel “Memlûk” isminde muhafız birlikleri topluyorlardı. Memlûk; sözlük anlamı olarak, her ne kadar “buyruk altında köle” demek ise de İslâm devletlerinde özel bir statüye işaret ediyordu.
- Abbâsîlerden itibaren kaçırma, satın alma veya savaşta esir etme gibi yöntemlerle ele geçirilen çocuklar, belirli yollarla taşınıyor, ardından köle pazarlarında sergileniyor, oradan bir devlet yetkilisi tarafından satın alınarak “Memlûk” olarak yetiştiriliyordu. Bu işlemlerin her bir aşaması çok titiz biçimde yerine getiriliyor, “Memlûk” adayları köle pazarında çok hassas bir seçimden geçiriliyordu. Böylece yola köle olarak çıkan birisi, bir süre sonra geçirdiği eğitimin ardından devletin en üst kademelerine kadar yükselebiliyor, hatta sultan dahi olabiliyordu.
Yine Ortadoğu’da bu Memlûklerin kurduğu devletler dahi vardı. Mısır’da kurulan Tolunoğulları ve Ihşîdîler devletleri Türk Memlûkler tarafından kurulmuştu.
Baybars, Deşt-i Kıpçak’ta geçen ilk çocukluğunun ardından, bir çapul-baskın neticesinde ailesinden koparıldı ve köle tüccarlarının eline geçti. Önce Sivas’a Anadolu köle pazarına getirildi. Sonra buradan Halep’e götürüldü. Halep’te Emir Aytekin Bundukdâri tarafından “Memlûk adayı olarak” satın alındı. O, gözündeki bir lekeden dolayı gerçek değerinin çok altında bir fiyata, birkaç dirheme satılmıştı. Aytekin, Eyyûbî Devleti’nin sultanı Necmeddin Salih Eyyûb’a bağlı emirlerden biriydi. Satın aldığı Baybars’ı, Sultan Necmeddin Salih’e bir bağlılık ve saygı göstergesi olarak hediye etti.
Sultan Necmeddin Salih, kendisine ait Memlûkleri Nil Nehri'nde bulunan Ravza Adası'nda özel olarak inşa ettirdiği mekânlarda hususi bir ilgiyle eğitiyordu. Mısır’da Nil Nehri'ne “bahr” yani “deniz” denildiği için, buradaki Memlûkler “Bahrî Memlûkler” ismiyle biliniyordu. Baybars da bu Bahrî Memlukler arasına katıldı.
Bahrî Memlûkler genellikle Baybars gibi paganist Kıpçak Türklerinden seçiliyor, sonra özel bir dinî eğitimden geçirilerek Müslüman olarak yetiştiriliyordu.
İncelikle yetiştirilen bir Bahrî Memlûk, ilerleyen yaşlarında dinine bağlı bir Müslüman ve yetenekli bir savaşçı olarak devletin çeşitli kademelerinde rol alıyordu. Büyük İslâm Tarihçisi İbn Haldun, onlarla alakalı şu değerlendirmeleri yapmaktaydı:
Allah Teâla, düştükleri bu esarete bedel olarak, bunlara; önce Müslümanlığı, sonra da saltanata sahip olmayı nasip etti.
Baybars, Ravza Adası'nda bir Memlûk olarak eğitilirken, talih onun lehine işleyecek, tarih boyunca her zaman olduğu gibi Orta Dünya’da olaylar çok hızlı gelişecekti. Eyyûbî Sultanı Necmeddin Salih, 1244 yılında Harezmlilerin desteği ile, Salahaddîn Eyyûbî’den sonra bir süre Haçlılara bırakılan Kudüs’ü yeniden fethetti.
Bu durum Haçlıları yedinci kez harekete geçirdi. Papa’nın sefer çağrısına koyu Katolik bir Hristiyan olan ve genellikle “San Lui” olarak bilinen Fransa Kralı 9. Louis karşılık verdi. Onun komutasında düzenlenen 7’nci Haçlı Seferi direkt olarak Eyyûbî Sultanlığı'nın kalbi olan Mısır’a yöneldi. 1249 yılında kalabalık bir ordu ile Dimyat’a ulaşan San Lui bir direnişle karşılaşmadan şehri işgal etti. Gelişmelere çok kızan Sultan Necmeddin Salih, hasta ve yaşlı olmasına rağmen, ülkesini müdafaa için ordusunun başına geçerek, başkent Kahire ile Dimyat arasında bulunan Mansûra şehrine doğru harekete geçti.
Sultan, Mansûra’ya vardıktan kısa bir süre sonra hastalığından dolayı vefat etti. Zaten sıkıntılı olan durum, Müslümanlar için sultanın ölümüyle daha nazik bir hal aldı. Askerlerin ve halkın ümitsizliğe düşmesinden korkan sultanın eşi Şeceratu’d-Dûr, onun ölümünü gizleyerek hemen Hasankeyf’te bulunan oğlu Şehzade Turan Şah’a haber gönderdi.
Kimseyi durumdan şüphelendirmek istemeyen Şeceratu’d-Dûr sanki eşi hayattaymış gibi odasına yemekler gönderiyor, fermanları onun imzasını taklit ederek çıkartıyordu. Ne var ki alınan önlemler işe yaramadı ve sultanın ölüm haberi hızla yayıldı.
Ölümden haberdar olan Haçlılar, şiddetli bir taarruzla Mansûra şehrine saldırdı. Kısa bir süre direnen Eyyûbî ordusu bozguna uğradı. Hatta Fransa Kralı, Sultan’ın köşkünün kapısına kadar ulaştı. Bu kırılma noktasında, içlerinde henüz yirmili yaşlarında olan Baybars’ın da bulunduğu Bahrî Memlûkler, çetin bir mücadele vererek savaşın gidişatını değiştirdi. Önce kuvvetli bir savunma, ardından karşı taarruzla savaşı kazanan az sayıdaki Memlûk, birçok esir ele geçirdi. Bu savaş Memlûklerin İslâm dünyasında şöhretinin yayılmasındaki ilk basamaktı. Savaşta gösterdiği kahramanlıklardan dolayı artık Kahire’nin ara sokaklarında kulaktan kulağa Baybars’ın ismi fısıldanıyordu.
Şehzade Turan Şah, babasının vefatından ancak iki ay sonra Mansûra’ya ulaşabildi. Şehre ulaşır ulaşmaz hemen babasına bağlı beylerden biat alan ve sultanlığını ilan eden Turan Şah, zaman kaybetmeden Dimyat’a, Haçlıların üzerine yürüdü. Dimyat yakınlarında bulunan Faraskus’da yapılan savaşta Haçlılar ağır bir yenilgi aldı.
Binlerce Haçlı askerinin kırıldığı savaşta, Fransa Kralı San Lui de Bahrî Memlûklere esir düştü. Fakat zaferi kendine mal eden ve önemli işler yapan Bahrî Memlûkleri görmezden gelen Turan Şah, güçlü bir kadın olan annesiyle de ters düşünce kendi sonunu hazırlamış oldu.
Bahrî Memlûklerle anlaşan Şeceratu’d-Dûr bir suikastla oğlu Turan Şah’ı ortadan kaldırdı.
Turan Şah’ın ölümüyle beraber Mısır’da Eyyûbîler defteri kapandı; artık 2 asır sürecek Memlûkler çağı başlıyordu.
Oğlunun yerine geçerek kısa bir süre tahtta kalan ve dirayetli bir yöneticilik sergileyen Şeceratu’d-Dûr, tüm çabalarına rağmen bir süre sonra tahttan feragat etmek zorunda kaldı. Abbasi Halifesi, Suriye’deki Eyyûbîler ve kendisine bağlı beyler, kadın bir yöneticiyi kabullenemiyordu. Şeceratu’d-Dûr 30 günlük saltanatında; esir bulunan Fransa Kralı’nı büyük bir miktar fidye ve Dimyat’ı boşaltması karşılığında serbest bıraktı. Serbest kalan San Lui yine bir Haçlı seferinde Tunus’ta ölecekti. Sahipsiz kalan tahta, Memlûkler tarafından Şeceratu’d-Dûr ile evlendirilen Bahrî Memluk İzzeddin Aybek geçti. Tarihçiler tarafından ilk Memlûk sultanı kabul edilen Aybek, saltanatı boyunca Suriye’de Mısır’daki değişimi kabul etmeyen Eyyûbîlere sultanlığını kabul ettirme, Kahire’de Eyyûbî hanedanlığına bağlı beyleri sindirme ve Filistin çevresinde Haçlılarla mücadele gibi önemli meselelerle uğraştı. Bu dönemde onun haricinde Bahrî Memlûkler içerisinde üç isim daha siyasette etkili olmaya başladı: Aktay, Baybars ve Kalavun…
Aybek, muhaliflerini susturmak için görünürde bir süre tahtı Eyyûbî hanedanından 6 yaşındaki Musa isminde bir çocuğa bıraksa da, daha sonra Bağdat’a yönelen Moğol tehdidini ileri sürerek, tekrar sultan oldu.
Suriye Eyyûbîleri üzerine ordu gönderip onları yenen Aybek, ardından iç işlerine yöneldi. Aybek’i tahta çıkaran Bahrî Memlûklerin ikinci lideri Aktay, Aybek’i tedirgin ediyordu. Bir Eyyûbî prensesle evlenen Aktay, devlet işlerine müdahalelerde bulunuyor, emrindeki Bahrî Memluklerle beraber Aybek’in otoritesini hiçe sayıyordu. Bundan rahatsız olan Aybek,bir gece onu öldürterek, kellesini kale surları dibinde onun dönüşünü bekleyen Baybars ve Kalavun’un önüne attırdı.
Sıranın kendilerine geldiğini anlayan bu iki isim, diğer Bahrî Memlûklerle beraber Mısır’ı terk ederek Suriye Eyyûbîlerine sığındı. Önce Suriye Eyyûbîlerini Aybek aleyhine kışkırtan Bahrî Memlukler, burada çıkan çarpışmaları kaybederek, Gazze civarına çekildi.
Bağdat’taki Abbasi halifesi, barışmaları için Suriye Eyyûbîleri ve Aybek’in arasına girdi. Çünkü Moğollar Bağdat kapılarına dayanmıştı. Suriye Eyyûbîleri Aybek’i ve onun yeni kurduğu devleti tanımak zorunda kaldı. Yine iç işlerine yönelen Aybek, eşi Şeceratu’d-Dûr güçlü bir kadın ve bir Bahrî Memlûk taraftarı olduğu için ondan da kurtulmak istedi.
Bu sırada eşi Aybek’in başka biri ile nişanlandığını öğrenen Şeceratu’d-Dûr, aleyhine giden süreci iyi kestirerek, elini çabuk tuttu ve bir gece harem görevlilerine hamamda Aybek’i boğdurttu. Bunu öğrenen Aybek’e sıkı sıkıya bağlı Memlûkleri, Aybek’in eski karısından olan oğlu Nureddin Ali’yi sultan ilan etti. Birkaç gün sonra Şeceratu’d-Dûr da bu Memlûkler tarafından öldürülerek, kalenin burçlarından aşağıya atıldı.
Yeni Sultan Nureddin Ali, 16 yaşında ve tecrübesiz olduğu için devlet işlerini asıl onun geri plandaki atabeyi Kutuz yürütüyordu. O, Aybek’in kendine has Memlûklerinden maharetli bir savaşçıydı. Harzemşah Sultanı Celaleddin’in yeğeni olan Kutuz, Moğollar tarafından çocukken esir edilmiş ve bir memlûk adayı olarak Aybek’e satılmıştı. Yeni sultan Nureddin Ali ve atabeyi Kutuz, iki yıl boyunca sınır dışında buldukları çeşitli müttefiklerle Mısır’a saldıran Bahrî Memlûklerle uğraşmak zorunda kaldılar. Girdikleri birçok savaş ve mücadelede çok çeşitli başarılar elde eden Bahrî Memlûkler, bu sürede isimlerini her tarafta duyurmuşlardı. Tam o günlerde Kahire’ye, İran Moğol Devleti olan İlhanlılar’ın Bağdat’ı yerle bir ettiği haberi geldi.
- Ayrıntılar dehşet vericiydi: İlhanlı Hükümdarı Hülâgû, Bağdat’ta tam bir kıyım yapmış, Abbasi halifesini feci şekilde idam etmiş, sayısı milyonlara varan insanı öldürmüş ve şehri askerlerine yağmalatmıştı. Moğol ordusu daha sonra Suriye ve Mısır’ı istila etmek için batıya yönelmişti.
Kutuz durumun kritik olduğunu ve devletin aklı başında ciddi bir sultana ihtiyaç duyduğunu söyleyerek, 12 Kasım 1259 tarihinde tahta geçti. Moğollara karşı sonuna kadar cihat yapacağını söyleyen bu yetenekli adam, korku içindeki Mısır halkının son umuduydu. Kutuz, tahta geçer geçmez Baybars’la anlaştı ve Bahrî Memlûklerini Moğollara karşı oluşan kritik durum karşısında eski düşmanlıkları bir tarafa bırakarak yeniden Kahire’ye kabul etti.
Hülâgû, Bağdat’tan sonra Diyarbakır, Mardin ve Halep’i de yerle bir etti. Şam, yöneticileri tarafından barış yoluyla ona teslim edildi. Son Suriye Eyyûbî hükümdarı, fazla bir direniş gösteremeden Hülâgû’ya tabi oldu. Bu sırada Mısır’da Kutuz seferberlik ilan etmişti. Asker toplanıyor, vergiler artırılıyor, dört bir yana cihat daveti iletiliyordu. Hülâgû bir süre sonra Mısır’ın kapısı sayılan Gazze’ye ulaştı ve Memlûk Sultanı Kutuz’a teslim olması için elçiler gönderdi.
Sultan Kutuz, Baybars’ın teklifi ile bu elçileri öldürttü, cesetlerini de ikiye böldürerek, kellelerini mızraklara taktırıp şehrin kapılarına astırdı. Yine Baybars’ın ısrarı ile bir meydan savaşı yapmak düşüncesiyle yola çıktı. Bahtın yeli, yönünü Moğollar aleyhine değiştirmişti. Büyük Moğol Devleti hükümdarı Möngke Kaan öldüğü için Hülâgû, taht mücadelesine katılma düşüncesiyle Orta Asya’ya dönmek zorunda kaldı.
Geride 10 bin kişilik bir orduyla meşhur komutanı Ketboğa’yı bıraktı. Hülâgû aslında Budist olmasına rağmen sevdiği eşlerinden biri Hristiyan olduğu için Hristiyanlarla iyi ilişkiler kuruyor, hatta zaman zaman onları destekliyordu. Kendi de Nastûrî bir Hristiyan olan Ketboğa, bölgedeki Ermeni ve Haçlılardan aldığı destekle ordusunun mevcudunu 20 bin kişiye kadar çıkardı. Bu sırada Kutuz tesir eden konuşmaları ile beylerini topluyor, halka cesaret veriyor, cihattan kaçanların sopayla dövülmesini emrediyordu.
Memlûk ordusu 26 Temmuz 1260’da hazırlıklarını tamamlayarak Kahire’den ayrıldı. Orduda öncü birliklerin başında Baybars bulunuyordu. O mavi gözlü, esmer tenli, kalıplı ve çevik bir komutandı. Hem göze hoş gelen yapısı hem de daha önce elde ettiği başarıları ile askerler tarafından seviliyordu. Baybars keşif için öncüleriyle beraber ordudan ayrıldıktan sonra ani bir taarruzla civarda bulunan Moğol öncü birliklerini bozdu ve Gazze şehrini aldı.
Bu ilk zafer Memlûk ordusunda tekbirlerle karşılandı, ordunun morali yükselmişti. Daha sonra Kutuz ve Baybars, yaygın inanışa göre Talut ve Hz. Davud’un Calut’u yendiği yer olarak bilinen Ayn Calut’ta birleşti. Savaş öncesi komutanlarını toparlayan Kutuz onlara etkileyici bir konuşma yaptı. Askerlerine Müslümanların Moğollar eliyle neler çektiklerini anlattı. Onlara İslâm’ın ve kendilerinin namuslarını korumak zorunda olduklarını söyledi. Kutuz’un konuşmasından etkilenen askerler sonuna kadar onun yanında savaşmaya söz verdiler. Baybars idaresindeki öncü birlikleri, savaş meydanında bir kez daha Moğol öncülerini mağlup etti.
3 Eylül 1260 günü iki ordu asıl savaş için bir araya geldi. Bu tarih aynı zamanda ramazan ayının 25’inci günüydü. Savaşın gerçekleştiği vadinin yamaçlarını dolduran civar beldelerinin sakinleri, İslâm ordusunun zaferi için dualar ediyordu. O gün, İslâm’ın genel tarihi akışı içerisinde en hassas günlerden biri yaşanıyordu. Hemen hemen aynı sayıda askere sahip olan iki ordu, güneşin doğmasıyla beraber çetin bir mücadeleye başladı. Moğolların şiddetli saldırısı karşısında, Memlûk ordusunun sol kanadı bozuldu.
O tarafa yardım gönderen Kutuz, miğferini yere fırlatarak askerlerini İslâm’ı kurtarmaya çağırdı. Onun bu tutumunun heyecanıyla galeyana gelen askerler şiddetli bir hücuma geçti. Komutan Baybars’ın Türklerin kadim taktiği olan hilal, sahte geri çekilmeyle, bu taktiği aslında çok iyi bilen Moğolları tuzağa düşürmesi, Moğol ordusunun sonunu getirdi. Memlûk askerlerinin ortasında kalan Moğol ordusu imha edildi. Bu zaferde; savaş esnasında Memlûk askerlerinin kullandığı “humbara” denilen el bombaları da önemli bir rol oynadı. Komutan Ketboğa savaş meydanında öldürüldü. Baybars savaş meydanından kaçan Moğolları Fırat Nehri'ne kadar takip etti. Yakalananlar kılıçtan geçirildi.
Moğolların bir meydan savaşında aldığı ilk yenilgi olan Ayn Calut, İslâm dünyasında Memlûklere büyük bir saygınlık kazandırdı. Eyyûbî hanedanı ve onların İslâm dünyasındaki etkisi kayboldu. Moğol istilası bu yenilgi ile beraber sona erdi ve Kuzey Afrika Moğol talanından kurtuldu. Yine tüm dünyada, dünya hâkimiyetine koşan Moğolların yenilemeyeceğine dair genel inanç yıkıldı. Savaşın kaybedilmesi ile beraber Moğollar, Filistin ve Suriye’den çekildi. Sultan Kutuz, zaferinin ardından büyük bir karşılamayla, savaştan birkaç gün sonra ramazan bayramının ikinci günü sabahı Şam’a girdi. Zafer haberi Şam’a, Kadir Gecesi ulaşmıştı.
Savaştan önce kendisine Halep valiliği sözü verilen Baybars, Şam’da bu söz yerine getirilmeyerek gücendirildi. Yine Moğol tehlikesinin ortadan kalkmasıyla eski kinler yeniden alevlendi. Aybek taraftarı Kutuz ile Aktay taraftarı Baybars’ın arasına yeniden soğukluk girdi. Kutuz yaşanan gelişmeler neticesinde aslında niyeti Halep’e gitmekken Kahire’ye yöneldi. Ordu Kahire’ye yakın, Sâlihiyye’de konaklamak için durdu. Sultan Kutuz’u karşılamak için Kahire’de çok büyük bir merasim hazırlanmıştı. Kutuz, tavşan avlamak için sahraya açıldığı bir zamanda onu gözetleyen Baybars ve iki arkadaşı tarafından öldürüldü.
Ardından Baybars sultanın otağına giderek kendisi için biat aldı. Taht için girişilen bu tarz siyasî suikastlara alışkın olan emirler, bu oldu-bittiyi kabul etmek zorunda kaldı. Zaten bir devlette, aynı zaman diliminde böylesi iki önemli adamın olmasının, ikisinden birinin diğerini sindirmesiyle sonuçlanacağı az çok kestiriliyordu. Kutuz’un cesedi, kabri halkın ziyaretgâh edinmemesi için, Baybars tarafından bilinmeyen bir yere defnettirildi. Çünkü o halkı tarafından çok sevilen, dindar, dirayetli bir sultandı ve ölümünün halkta büyük bir travma oluşturacağı ortadaydı.
Baybars, 27 Ekim 1260 gecesi Kahire’ye girdi. Burada eşraftan ve devletin savaşa iştirak etmeyen ileri gelenlerinden biat aldı. Kendisi için belirlediği “el-Meliku’l-Kâhir” unvanını, çevresindekilerin bu unvanın uğursuz olduğunu söylemesi üzerine “el-Meliku’z-Zâhir” olarak değiştirdi.
- İlk iş olarak Bahrî Memlûklerin olası zorbalıklarından çekinen halka güvence verdi ve savaş nedeniyle konulan ağır vergileri kaldırdı. Devletin kritik konumlarına güvendiği adamlarını atadı. Suriye ve Mısır’da Eyyûbî hanedanından yeniden sultanlığa oynaması muhtemel isimleri sindirdi.
O, Memlûk-Eyyûbî çatışmasıyla Suriye-Mısır ayrılığını engellemek istiyordu. Ardından karışık siyasî ortam nedeniyle ihmal edilen imar faaliyetlerine girişti. Kudüs ve civarındaki İslâm eserlerinde önemli tadilatlar yaptırdı. Mescid-i Aksa ziyaretçileri ve yolcular için buraya büyük bir han inşa ettirdi. Önceki yıllarda yanan Hz. Peygamber'in Medine’deki haremini ihya etti. Bütün ülkeyi muntazam bir yol şebekesi ile Kahire’ye bağlamak için kolları sıvadı ve ömrünün ilerleyen yıllarında bunu yerine getirdi. Devlete ait tersaneleri geliştirdi. Bunun yanında Kahire’ye haftada iki gün ülkenin dört bir yanından haber getiren sürat postalarını kurdu. Önceden beri yaptıklarıyla halkın gözünde kendine önemli bir yer edinen Baybars, bu konumunu iyice sağlamlaştırdı ve hakkındaki şüpheleri bertaraf etti.
İslâm âlemi, Bağdat’ta son Abbasî Halifesi Musta’sım-billâh’ın Moğollar eliyle öldürülmesi yüzünden, 6 asırlık hilafet kurumundan mahrum kalmıştı. Baybars, Bağdat’taki kıyımdan kurtularak Şam’da saklanan son Abbasi Halifesinin kardeşi Ahmed’le irtibat kurdu ve onu Kahire’ye davet etti. Onu karşılamak için Kahire’de büyük bir tören düzenledi. Daha sonra bir toplantı tertip edilerek, ilmi bir heyet önünde, şahitlerin tanıklığı ile Ahmed’in Abbasi hanedanından olduğu tespit edildi ve ona “Mustansır” unvanı verildi. Bunun üzerine yeni halife için büyük bir biat töreni düzenlendi. İlk biat eden Sultan Baybars oldu.
Halife Ahmed, Sultan Baybars’ı İslâm dünyasının yegâne hükümdarı olarak ilan etti, ona hil’at giydirdi. Yeni halifenin herhangi bir askerî veya siyasî işlevi yoktu. O daha çok ruhani ve sembolik bir anlam taşıyordu. Sultan Baybars, yeni halifeyle beraber İslâm dünyasındaki yerini sağlamlaştırmak istemişti. Yine aynı dönemde, bölgedeki istikrarsızlık ve çatışmalar nedeniyle kesintiye uğramış olan Kâbe’ye örtü gönderme geleneği yeni halife Mustansır eliyle yeniden başladı.
Bu sıralarda Moğolların Halep, Hama ve Humus’u Ayn Calut’un intikamı olarak işgal ettiği haberi; Kahire’ye ulaştı. Baybars, Halife Ahmed ile beraber sefere çıktı. Şam’a ulaştıklarında, dedelerinin tahtını kurtarması için Halife Mustansır’ı 10 bin süvari ile beraber Bağdat üzerine gönderdi. Moğollar Baybars’ın geldiğini duyunca Halep ve civarını süratle boşaltmışlardı. Yolda başka bir Moğol ordusu ile karşılaşan talihsiz Halife, ordusunun büyük bir bölümünü kaybederek şehit düştü. Durumdan haberdar olan Baybars, yine Abbasi hanedanından Ahmed isminde birini “Hâkim” unvanıyla halife olarak ilan etti. Bundan sonra hilafet, Yavuz Sultan Selim’e kadar, o makamda oturan Hâkim ve torunlarında kaldı.
9 ay boyunca kendi imkânlarıyla direnen Musul’un Moğollarca işgali, İslâm dünyasında yine derin bir istila endişesi yaratmıştı. İnsanlar Baybars’ın yanında güvende olacaklarını düşünerek akın akın Kahire’ye iltica etmeye başladılar. Sultan Baybars, Musul-Halep arasındaki tüm ekinlerin yakılmasını emrederek, Moğol ordusunun buralardan yararlanmasını engelledi. Bir süre sonra Müslümanların yüreğini ferahlatan bir zafer haberi önce Anadolu’ya, sonra Şam’a, en son da Kahire’ye ulaştı.
İlk Müslüman Moğol hükümdarı olan Altın Orda Kağanı Berke, amcaoğlu Hülâgû’yu Kafkaslarda büyük bir hezimete uğratmıştı. Bu yenilgi üzerine Moğollar, uzun bir süre Memlûk topraklarına saldıramadılar.
O dönemde, orta dünyada ortak düşmanlıklar çevresinde iki doğal ittifak oluşmuştu: Moğol, Ermeni ve Haçlılara karşı Altın Orda-Memlûkler…
Baybars önce bölgedeki Haçlı kalıntısı devletçiklere yöneldi. Silah üretimine hız verdirerek hazırlıklarını tamamladı. Kahire’de büyük bir cami yapılmasını emretti. Haçlıların elinden Filistin’de bulunan Yafa ve civarını aldı. Yafa kalesinden elde ettiği taş ve keresteleri bir zafer nişanesi olarak yaptırdığı bu camiye gönderdi. 1266 yılında tamamlanan bu camiye Zâhiri Camii ismi verildi. Daha sonra bu isim, halk arasında Baybars Camii’ne dönüştü. Uzun bir süre Moğollarla ilişkiler kovalamaca şeklinde devam etti. Moğollar kuzey Suriye’yi işgal ediyor veyahut kuşatıyor, Baybars üzerlerine geldiğinde ise geri kaçıyorlardı.
İlhanlı hükümdarı Hülâgû, Ocak 1265’te öldü. Yerine oğlu Abaka geçti. Nastûrî bir Hristiyan olan Abaka, Bizans İmparatorunun kızıyla evlenerek, Bizans’la da ittifak kurdu. Altın Orda devleti üzerine giden Abaka büyük bir yenilgi aldı. Baybars o zamanlarda Moğollara bağlı olan Ermeni krallığı ile uğraşmaktaydı. O, Ermeni krallığının üzerine yakın arkadaşı Kalavun’u gönderdi. Kalavun, Ermeni Krallığına ağır bir darbe vurarak başkentleri Sis’e (bugünkü Adana’nın Kozan ilçesi) kadar girdi. Birkaç sene sonra Baybars, bizzat bir sefere çıkarak Ermeni krallığını büyük ölçüde fethetti.
Müteakiben Antakya üzerine yürüyen Baybars, burayı çetin bir mücadeleden sonra ele geçirdi. O, çok büyük ganimet elde ettiği bu fetihle aynı zamanda bölgedeki en büyük Haçlı varlığına da son vermişti. Kuzey Afrika üzerine sefere çıkan sultan, bölgedeki Bâtınî İsmâilî varlığını ortadan kaldırdı.
- Moğol Hakanı Abaka, zaman zaman Baybars’a tahkir edici mektuplar gönderiyor ve ona aslında bir köle olduğunu hatırlatıyordu. Baybars bu mektuplara misliyle mukabele ediyor, nihai hesaplaşma için gün saydığını belirtiyordu.
Baybars, daha o günlerde çok büyük bir şöhrete mazhar olmuştu. İslâm dünyasında isminin etrafında efsaneler dönüyor, beyler ve emirler kendi rızalarıyla gelip ona tabi oluyordu. Mekke Emiri Ebu Numeyy de Baybars’a bağlılığını bildirdi ve onu hacca davet etti. Baybars, çevresine ava çıktığını ilan ederek gizlice hacca gitti. 1269 hac mevsiminde görevini ifa eden Sultan, bizzat omuzunda gül suyu taşıyarak Kâbe’nin yıkanmasında görev aldı. Ardından başkent Kahire’ye geri döndü. Hac yolcularına sık sık zarar veren Kıbrıs Adası üzerine bir donanma gönderse de, bu donanma şiddetli bir fırtınadan dolayı başarısız oldu.
Kuzey Suriye’yi her fırsatta taciz eden Moğollardan sıkılan Baybars kesin bir zafer kazanmak istese de, Moğol orduları onun karşısına çıkmak istemiyordu. Sultan, birkaç defa Moğol üzerine sefere çıkmış olmasına rağmen, karşısında kimseyi bulamadı. En son seferinden sonra Kahire’de onun için büyük bir karşılama töreni yapıldı. Tarihçi İbni Şeddad’ın ifadesiyle bu tören o güne kadar Baybars’tan başka hiçbir İslâm hükümdarına nasip olmamıştı.
Törende Yemen, Alman, Altın Orda, Bizans ve Cenova elçileri, Baybars’ın huzurunda yer öptü.
Kuzey Sudan’a ordu gönderen Baybars buraları fethetti ve Dongola gibi birçok önemli şehri ele geçirdi. Bu bölgeler ilk defa İslâm hâkimiyetiyle tanışıyordu. Anadolu’dan uzun zamandan beridir gelen yardım taleplerine kayıtsız kalamayan Sultan, bir sefere çıkmaya karar verdi. O hem mazlum Müslümanlara yardım etmek istiyor hem de Moğollara nihai bir darbe indirmeyi amaçlıyordu. Anadolu Moğollara tabi Anadolu Selçukluları tarafından yönetiliyordu. Halk Moğol zulmünden bıkmıştı. Baybars son ümit olarak görünüyordu. Anadolu Selçuklularının yönetimi Memlûkler ile Moğollar arasında ikili oynayan vezir Muînuddîn Pervane’deydi. Pervane zeki ve ihtiraslı bir devlet adamıydı. Sultanları dahi sindirmiş, yönetimde ipleri elinde toplamıştı.
Birkaç kez ertelenen Baybars’ın Anadolu seferi nihayetinde 1277 yılında gerçekleşti. Memlûk kuvvetleri 12 bin kişi kadardı. Moğollar, onları destekleyen Gürcü, Ermeni ve Selçuklu kuvvetleri ile 18 bin kişiye kadar ulaşmışlardı. Moğol ordusuna Abaka’nın kardeşleri ve Muînuddîn Pervane komutanlık ediyordu. İki ordu bugünkü Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde karşı karşıya geldi. Memlûk öncü kuvvetleri Moğol öncü kuvvetleriyle yapılan ilk savaşı kazandı. Ordunun motivasyonu artmıştı.
15 Nisan 1277 Cuma günü başlayan şiddetli savaş sonucunda Memlûk ordusu çok parlak bir zafer kazandı. Savaş esnasında Selçuklu kuvvetleri ya Memlûklere katılmış ya da gönüllü olarak esir olmuşlardı. İki Moğol komutanı ölmüş, Muînuddîn Pervane ise Tokat’a çekilmişti. Bugün Kalfa Çayırı olarak bilinen savaş meydanı binlerce Moğol cesediyle dolmuştu. Savaş bitince Sultan Anadolu Selçuklularının iki başkentinden biri olan Kayseri’ye hareket etti. Burada kendisine çok büyük bir karşılama töreni hazırlandı. Çünkü Kayseri halkı onu beklenen kurtarıcı olarak görüyordu. Burada Sultan Baybars, adına hutbe okutarak Anadolu Selçuklu tahtına oturdu.
Baybars, Muînuddîn Pervane ve onun güdümündeki Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyâseddin Keyhüsrev’i tahtlarına oturmaları için Kayseri’ye davet etti. Fakat Pervane olası bir Moğol intikamından çekinerek bu davete yanaşmadı. O hem Baybars’a hem de İlhanlı hakanı Abaka’ya iyi görünmeye çalışıyordu. Pervaneyi kararsız gören Sultan, ordunun merkezden uzak olunduğu için düşen motivasyonu ve yiyecek sıkıntısını da hesaba katarak, 15 gün kaldıktan sonra Kayseri’den ayrıldı. Pervane’nin kararsızlığı yüzünden bu tarihi hamle boşa çıktı.
Tekrar Elbistan’a uğrayan Baybars, burada bir müddet kalarak savaş meydanındaki Moğol cesetlerini seyretti. Sonra Şam’a doğru hareket etti. Sultan Şam’a ulaştığında Abaka’nın Elbistan’a geldiği haberi ona iletildi. Bunun üzerine o son ve kesin bir zafer için yine savaşa niyetlendi. Fakat Abaka’nın savaşa niyetli olmadığı ve nihayetinde kaçacağı düşünülerek bundan vazgeçildi. Savaş meydanını inceleyen Abaka, alanda hiç Selçuklu ölüsü görmeyince öfkelendi. Baybars’ın karşısına çıkmayı göze alamayarak öfkesini Anadolu halkından ve vezir Pervane’den çıkardı. Kayseri ve Sivas gibi birçok büyük şehir yakıldı, yerle bir edildi.
Şam’da dinlenen Sultan Baybars -bazı tarihçiler onun içtiği kımızdan zehirlendiğini aktarsa da- aslında 14 gün süren bir dizanteri rahatsızlığının ardından 1 Temmuz 1277’de [alternatif olarak 17 Haziran ve 20 Haziran tarihleri de zikredilmektedir] hayata gözlerini yumdu. Naaşı önce Şam Kalesi’ne, ardından da türbeye dönüştürülen Salahaddîn Eyyûbî’nin babasının sarayına defnedildi. Ölümü üzerine devletin başına 17 yaşındaki oğlu Melik Said geçti.
Şam’a özel ilgi gösteren ve burada sık sık zaman geçiren Baybars, buraya bir saray inşa ettirmişti. Bu saraya mermerlerinin renkliliğinden dolayı alaca manasında “Ablak” deniliyordu. Yine Şam’a Zâhiriyye isminde büyük bir medrese yaptırmıştı. Bu medresede Hanefî ve Şâfiî fıkhı beraber okutuluyordu. Kendi ilmi dünyası zayıf olan Baybars, ilim adamlarına çok önem vermiş, onlara çok iyi davranmıştı.
Büyük hadis âlimi Nevevî ile sık sık mektuplaşmış, mutasavvıflara özel ihtiramda bulunmuştu. Kendisi de “Hızır” isminde bir şeyhe bağlanmıştı. Mısır’da dört mezhepte kadı tayini uygulamasını o başlatmıştı. İçkiyi ve fuhşu yasaklamıştı. O, Müslümanlığında samimi ve sefahatten uzak bir hayat yaşamıştı. Polo oyununu çok seven Baybars, her fırsatta bu oyunu oynamıştı. Hatta bu oyun için Kahire dışına bir meydan dahi yaptırmıştı.
Seferlerinde toplam 40 bin kilometre yol kat etmiş; Moğollarla 9, Ermenilerle 5, Haçlı kalıntılarıyla 21 savaş yapmıştı.
Bu savaşların birçoğuna bizzat katılmış ve en ön safta savaşmıştı. Sultan Baybars, öldüğünde arkasında artık oturmuş bir Memlûk devleti bırakmıştı. O birçok savaş mültecisine sığınak olmuştu. Dağılan İslâm dünyasını yeniden toparlamış, Haçlı ve Moğol belalarını bertaraf etmişti. Bunalan İslâm dünyası onunla derin bir nefes almıştı. “Çöl panteri” olarak bilinen Baybars’ın ismi üzerine nice efsaneler ve destanlar yayılmıştı. Belki bugün bile Kahire’nin ara sokaklarında onun cömertliğinden, halkına olan sevgisinden, samimi dindarlığından bahseden ve fetihlerin babası oluşunu anlatan hikâyeciler hâlâ
geziniyordur...