Türkiye’den Çıkış
Uyanık durmak için her türlü çabayı göstermeme rağmen göz kapaklarımın uyguladığı şiddetli baskıya boyun eğmek zorunda kaldığım derste nöbetçi öğrencinin sınıf kapısına biraz sert biçimde üç defa vurmasıyla tekrar bağlanmıştım. Uykudan yeni kalkmanın verdiği mahmurluk ve sıra üzerine yatmanın baş tarafımda verdiği tatlı acının henüz farkına varırken gelen öğrencinin yaptığı duyuru, bir önceki gün yeteri derecede uyuyamamaktan dolayı kapanmaya meyilli gözlerimi fal taşı gibi açmama neden olacaktı.
- Öğrencisi bulunduğum Beyoğlu Anadolu İmam Hatip Lisesi, isteyen öğrenciler için bir tur acentesiyle anlaşarak Balkan Turu düzenliyordu. Saniyeleri sayarak geçirdiğim ve bana hiç olmadığı kadar uzun gelen dersin geri kalanında aklımda gezi ile alakalı planlar yaparken çalan zille birlikte soluğu detayları öğrenmek için gittiğim geziden sorumlu idareci hocamızın odasında aldım.
Tur, 6 gece 7 gün sürecekti. Bu süre zarfında Kosova, Kuzey Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Bosna-Hersek başta olmak üzere 5 ülke ve 22 şehir gezilecekti.
Gerekli bilgileri edindikten sonra odadan çıkıp sınıfa gittim ve hemen telefona sarıldım. İnternette ilâna çıkan bazı tur şirketlerinin bizim program için belirlediği fiyatların okulun anlaştığı şirketin koyduğu ücretten daha az olduğunu ve yakın arkadaşlarımın gezi konusunda isteksiz bir tutum sergilediğini görünce kendi içimde bir tedirginlik yaşadım.
Ayrıca bölge ile alakalı ciddi okumalarım olmaması ve edindiğim bilgilerin İslâm dünyasının diğer bölgelerine nazaran daha yüzeysel kalması de beni eylemsizliğe iten unsurlardan birkaçıydı.
Bu tedirginlik, ailemle istişare etmeseydim, beni vazgeçirme noktasına getirmişti. Ancak ailemin gezi konusundaki kaygılarımı gidermesi ve Taha Kılınç abinin teşvik edici sözleri sayesinde kayıtlar bitmeden önceki son gün ismimi görevli hocaya yazdırabildim.
İbrahim Bozbeşparmak abinin yaklaşık bir ay önce Balkanlar'a gitmesi ve orada yaşadığı güzel anıları gerek sözlü gerekse yazılı olarak paylaşması da verdiğim kararı teyit eder nitelikteydi. Yakın arkadaşım Muhammed Emin Güldü de uzun süren gelgitlerin sonucunda geziye gelmeyi kabul etti.
Bazı zamanlarda bilmeyen bir gözün, bilen yekdiğerinden daha fazla ve farklı ayrıntılar yakalayabildiğini, tartışmaların bir tarafı olmayacağından daha objektif yorumlarda bulunabileceğini hatırat ve seyahatnamelerle ilgili geçmiş okumalarımdan biliyordum. Bilmek yerine bilmemenin faziletlerine tutunarak niyetlendiğim bu süreç benim için böyle başladı.
14 Mayıs Cumartesi güneşin ilk ışıklarıyla okuldan çıkıp kafilenin geri kalanıyla buluşmak üzere İstanbul Havalimanı’na gittik. Okul dışından gelenlerle birlikte yaklaşık 40 kişiydik. Dışarıdan bakan biri için 20 yaş altı öğrenciler ve 50 yaş üstü amca ve teyzelerin aynı kafilede olması garip bir korelasyon olarak yorumlanabilirdi. Buna rağmen tanışır tanışmaz aramızda samimi bir diyalog tesis edebilmiştik.
Havaalanın geniş ve uzun koridorlarından hızlı bir şekilde ilerleyip pasaport kontrol noktasına gelmemiz, yurt dışına çıkacağımızı bir defa daha anımsatmıştı. Uçağa bineceğimiz kapıya ulaşıp kalkış saati olan 8.40’ı beklemeye koyulduk. Yolculuktan birkaç gün önce hocamızın gezi grubuna paylaştığı mesajda varış saati 9.10 olarak gözüküyordu.
- O anda üzerine gitmediğim ve daha fazla sorgulamadığım için garipsemekle birlikte uçak yolculuğunun yarım saat süreceğini kafama kodlamıştım. Zira Kosova haritadan bakınca epey yakın geliyordu.
Arkadaşlarımdan birinin Kosova’nın ve diğer pek çok Balkan ülkesinde saatin bizden bir geride olduğunu söylemesi üzerine varış zamanının Kosova saatine göre ayarlandığını anladım. Check-in yaparken rastgele seçtiğim koltuğun cam kenarında olmasını seyahat etmenin sonuna kadar inandığım bereketlerinden birine yormuştum. Böylece gezinin benim için güzel geçeceğine dair inancım katlanmıştı. Nitekim şaka yollu da olsa bu ufak olay üzerinden vardığım sonuç beni yedi gün boyunca bir kez olsun yanıltmayacaktı.
Başkente İlk Adım
Saatler 9.30’u gösterdiğinde Priştine Havalimanı’na inmiş, valiz gibi ağır bir şey taşımadığımızdan zaten epey küçük olan havalimanının dar koridorlarından süzülerek terminalin dışına kolayca çıkmıştık.
Bize yedi gün boyunca refakat edecek tur rehberimiz,komünist rejimin demir yumruğuyla yönetilen Yugoslavya günlerinde ordunun envanterindeki savaş uçaklarının konuşlandığı askerî bir üssün sivilleştirilmesi sonucunda bu halini alan havalimanının dışında kafileyi bekliyordu.
- Adını gelmeden önce öğrendiğim rehberimiz Nasır abi, Makedonya’da doğup büyümüş bir Üsküp Türküydü. Ebeveynlerinin Türk olması ve evde konuşmaları sebebiyle Türkçeyi ve okulda eğitim gördüğü dil olması hasebiyle Arnavutçayı ana dil seviyesinde; Boşnakça, Sırpça ve Makedoncayı da iyi düzeyde konuşan gerçek bir bölge uzmanıydı.
Türkiye’de neredeyse çok nadir duyduğum isminin bilhassa Arap dünyasında1953’ten 1970’e kadar Mısır’ı 17 yıl boyunca savaşların ve çeşitli mücadelelerin gölgesinde yönetmiş Arap milliyetçisi ve diktatör Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnâsır'ın hatırasını yaşatmak isteyen ailelerin çocuklarına koyduğu bir isim olduğunu bildiğim için Ortadoğu coğrafyasından kilometrelerce uzak bir bölgede yaşayan bir kişinin bu adı taşıyabileceğini düşünmemiştim.
Bunun üzerine hemen yanına giderek isminin hikayesini ve Mısır’ın darbeci cumhurbaşkanıyla bir ilgisi olup olmadığını sordum. Merakımdan oldukça hoşnut gözüken rehberimiz ricamı kırmayıp anlattı.
Meğerse Nasır, ellili ve altmışlı yıllarda Yugoslavya’ya yaptığı ziyaretler sebebiyle Müslüman ve bilhassa Türk halk tarafından çok sevilen ve saygı duyulan bir figürmüş.
İsrail’e kafa tutan imajı ve şahsi karizması da bu sevgiyi besleyen diğer unsurlardanmış. O tarihlerde yaşayan pek çok aile liderleri Mareşal Tito’nun Mısır’ın Müslüman cumhurbaşkanıyla olan yakın dostluğuna binaen dünyaya gelen erkek çocuklarına bu ismi vermeyi uygun görmüş. Ebeveynleri de diğer pek çok anne baba gibi bu kervana katılmış.
İsminin hikâyesiyle ilgimi epey çeken rehberimizin etrafında buluştuk ve bizi bekleyen otobüse doğru hareket ettik. Aynı anda ilk defa geldiğimiz bu ülkeye dair izlenimlerimizi birbirimizle paylaşmakla meşguldük.
Otobüse doğru yürürken kırdan yükselen taze kokuyu içimize çekerek temaşa ettiğimiz sıra sıra dizilen tepelerin büründüğü yemyeşil manzara, kimi yerlerde belli ton farklılıkları olsa da yedi günlük süre boyunca gözümüzün önünden bir an dahi olsa ayrılmayacaktı. Kafilenin tamamlanmasıyla otobüsümüze bindik ve başkente doğru yol aldık.
- Gezimizin ilk durağı Priştine şehrinin caddelerinden geçerken bize "hoş geldin" diyen, daha önce şehirde görmeye alışkın olmadığımız çok büyük ebatlardaki Bill Clinton ve diğer Amerikan başkanlarının posterinin asılı olduğu blok şeklindeki yerleşim yerleri ve Kosova halkının bağımsızlık mücadelesine katkıda bulunmuş bazı zevatın heykelleri ve resimlerinin yer aldığı Bill Clinton bulvarıydı.
Aynı zamanda bağımsızlığına 17 Şubat 2008’de kavuşan ülkenin başkentini daha bayındır hale geldiğini makine sesleri ile ifade eden rezidans ve toplu konut inşaatları da gözden kaçmıyordu.
Otoyoldan merkeze doğru ilerlerken solumuzda kalan devasa bir kilise inşaatı hepimizin dikkatini çekmişti. Rehbere sorduğumuzda bunun Kosova Hükümeti’nin dünyaya "Sırpların dinî özgürlüğüne hak tanıdığını" göstermek ve uluslararası kamuoyuna Sırplar tarafından servis edilecek çarpıtılmış haberleri engellemek için giriştiği bir iş olduğunu söyledi.
Zira ülkenin çoğunluğu Müslüman Arnavut halktan oluşuyordu ve Sırpların nüfusu buna oranla gerçekten epey azdı. Bu kilise ise Sırpların dinî ihtiyaçlarına cevap vermekten çok daha fazlasıydı.
Komünizm döneminde yapılmış şehrin en eski otelinin bulunduğu yerde inip meydana ve çarşının bulunduğu yere doğru yürüdük. Sağlı sollu dükkanların ve Kosova için önemli fikir, sanat ve devlet adamlarının büstlerinin sıralandığı; biraz ilerleyince meclis ve başbakanlık gibi devlete bağlı üst düzey kurumlara ait binaların yan yana dizildiği uzun bir sokaktan geçerek şehri resmen olmasa da "eski" ve "yeni" şeklinde ayıran caddeye çıktık.
- Vardığımız yerin adı Rahibe Teresa Bulvarı’ydı. Tam arkamızda heykellerin yer aldığı bir meydan vardı. Buranın hemen bitişiğinde ise alışılmadık bir tasarıma sahip bir anıt mevcuttu. Meydanda bulunan bu yapı, Kosova halkını oluşturan Arnavut, Türk ve Sırp halklarını temsilen dikilmiş beyaz renkli üç kalın sütun üzerinde yükseliyordu.
Yanı başında duran bronz renkli, 38 yaşına kadar Osmanlı sancağı gölgesinde mücadele edip gösterdiği üstün cesaret ve yiğitlikten dolayı o zamanın padişahı Fatih Sultan Mehmed tarafından kendisine verilen İskender lakabını öldükten sonra dahi taşıyan Arnavutların milli kahramanı İskender Bey’den başkasına ait değildi. Onun hemen yanında meydana adını veren Rahibe Teresa heykeli bulunuyordu.
Meydanın önünden akan caddeden karşıya geçince gezi süresi boyunca gördüğümüz Osmanlı bakiyesi yapıların ilki olma özelliğini haiz Fatih Camii tüm mütevazılığı ve yalnızlığıyla bizi selamlamıştı.
Öğle namazının vaktinin girmesine daha zaman olduğu için kapısı kilitlenen caminin önündeki çeşme, sabah sıcağında iyice terleyen ve bunalan bizler için can suyu yerine geçti. Şehrin etrafını saran dağlardaki pınarlardan taşınan suyun aktığı bu tarihi çeşme, istisnasız bir biçimde her şehirde göreceklerimizin öncüsü ve habercisi olacaktı.
Gurbet hissini kaldıran şehir
Kosova, Arnavutların çoğunlukta yaşadığı, Türk ve Sırp azınlığa sahip küçük bir ülkeydi. Yugoslavya sınırlarının içinde kalan, 1998-1999 yıllarında tanıklık ettiği kanlı iç savaşta topraklarını işgal eden Sırplardan Türkiye’nin de destek verdiği Birleşmiş Milletler Askeri Gücü’nün yardımıyla kurtulabilmişti.
BM’nin ülkenin idaresini ele almasıyla birlikte önceden burada yaşayan çok sayıda Sırp, düzenlenen hava operasyonları ve uygulanan baskılar neticesinde evlerinden çıkıp başka devletlere sığınmak zorunda kalmıştı.
Her şeye rağmen hatırı sayılır bir Sırp nüfus ise azınlık olarak kalmaya devam etmişti. Dengelerin pamuk ipliğine bağlı olduğu bu ülke, demografik yapısı sebebiyle bilhassa komşu devletler tarafından daima iştahlı gözlerle takip edilmiş, ancak son yirmi yılda bundan kaynaklanan kayda değer büyük bir kriz yaşanmamıştı.
- "Kosova Cumhuriyeti'nin, herhangi bir ülkenin veya ülke kısmının toprak bütünlüğü üzerinde hak iddiası yoktur ve herhangi bir ülke veya ülke kısmı ile birleşmeyi talep etmeyecektir." şeklindeki anayasanın birinci maddesi, ortak etnik ve tarihî bağlara sahip Kosova vatandaşlarıyla diğer Arnavutların birleşerek Büyük Arnavutluk adında bir devlet kurma düşü gören politikacıların emellerine ket vurarak Sırpların olası bir başkaldırısının da önüne geçmişti.
Bu maddenin anayasa kitapçığına alınmasında, nüfusu göz ardı edilemeyen Sırpların tepkisini çekerek ülkeyi yeniden bir kargaşanın kucağına atma tehlikesinin ufukta görünmesi ağır basmıştı.
Ancak gerek sınırdaş olmaları gerekse devlet ricalinin çoğunun Arnavutlardan seçilmesi Kosova’yı ister istemez Arnavutluk devleti için doğal bir çekim merkezi haline getiriyordu. Bu devletin idari merkezi Priştine ise, başkent deyince zihnimizde karşılık bulan formdan farklı bir şehirdi.
Tarihî mahallelerine doğru gittikçe daha da eski mimariye sahip binaları, çarşısı ve insanlarıyla yurtdışında olduğumuzu bir süreliğine unutturabilmişti.
Belli başlı yapıları gezdikten sonra tur rehberinin rahatça dolaşmamız ve karnımızı doyurmamız için verdiği aşağı yukarı bir saatlik serbest vakti, şehrin insanları ve onların sosyokültürel durumu hakkında fikir edinmemiz için harika bir fırsat bilmiş ve bunu hakkıyla değerlendirmiştik.
- Yolda karşılaştığımız insanların Türk olduğumuzu anlayıp 40 yıllık samimi arkadaşlar gibi bizle tereddütsüz muhabbet etme girişimleri ve çok köklü bir maziye sahip kardeşlik bağlarımıza yaptıkları ısrarlı ancak samimi vurgu ilk başta farkına vardığımız gurbet hissini yok eden unsurlardandı.
Priştine sokaklarına daldığımda ilgimi çeken ilk husus, meydanlara ve büyük caddelere kadar yansıyan Amerika hayranlığının halkta ne kadar büyük iz bıraktığıydı. Bu, günlük hayatlarında kullandıkları ürünlerden, dükkanlarında satılan mallardan ve kendileri ile konuştuğumuzda verdikleri cevaplardan zorluk çekmeden anlaşılıyordu.
- 1998 yılında ABD öncülüğündeki NATO kuvvetlerinin Çetnik adıyla da bilinen Sırp çetelerini bombalaması, halkın gözünde özgürlüklerinin ve bağımsızlıklarının yegâne teminatı olmuştu.
Bu operasyonlar sayesinde ülkenin çoğunluğunu teşkil eden Arnavutlar rahat bir nefes almıştı. Caddelerde gördüğümüz ve içlerinde neredeyse tek bir eski modele rastlamadığımız arabaların, raflardaki ürünlerin, halkın kullandığı eşyaların çoğunlukla Batı menşeli olması Avrupa devletlerinin ülkenin iç pazarı ve halkın tüketim kalemleri üzerinde ne kadar etkili olduklarını göstermesi bakımından dikkat çekiciydi.
Ayrıca on beş yaşlık ömrüyle henüz emekleme aşamasındaki bu ülkenin Avrupa Birliği üyesi olması ve dünyadaki en büyük Amerikan büyükelçilik binalarından birinin burada bulunması kimlerin dümen suyuna girdiğini sessizce haykırıyordu.
Sultan Murad’ın Huzurunda
Serbest vaktin dolması üzerine Priştine- Mitroviça yolunun altıncı kilometresinde bulunan Mazgit köyündeki Sultan Murad Türbesi istikametinde yol aldık. Burası, Balkanlar'ın Müslümanlaşması yolunda öncü rol oynayan Hüdavendigar Sultan Birinci Murad’ın, 1389’daki Birinci Kosova Savaşı’nın bitiminde Miloş Obiliç isimli bir Sırp askeri tarafından hançerlenerek şehit edildiği noktaydı.
Sultan’ın iç organları, oğlu Yıldırım Bâyezid’in kararıyla bugünkü türbenin olduğu yere gömülmüştü. (Asıl türbe o günün payitahtı Bursa’da bulunan Sultan Murad camiinin haziresi dahilindedir.)
- Meşhed-i Hüdavendigar ya da Hüdavendigar Meşhedi ismiyle de anılan türbe; kabir, bölgenin önde gelenlerinin sırlandığı mezarlık, müze, 600 yıldan fazla bir tarihe sahip olan dut ağacı ve türbedar ailenin evini ihtiva eden peyzajı düzgün tasarlanmış geniş bir araziye yayılmıştı.
Türbenin etrafından Osmanlı Devleti’nin Balkanlar'daki hâkimiyetini tüm Avrupa’ya kabul ettirdiği savaşlara ismini veren Kosova ovası doyasıya seyredilebiliyordu. Ayrıca Makedonya ve Arnavutluk eyaletlerinde patlak veren ve tüm Balkanlar'ı bir sıtma gibi yakalayan milliyetçi isyanları yatıştırmak ve isyancıların elebaşlarından bazılarını kapsayan af yasasını ilân etmek amacıyla 1911 yılında bölgeyi ziyarete gelen Sultan Mehmed Reşad burada cuma namazını kılmıştı.
Namaza, o günkü Balkan Eyaletlerinde yaşayan binlerce Türk ve Arnavut katılmış, yüzyıllardan beri ilk kez topraklarına gelen hükümdarlarını görmek için en son Kosova Savaşı’nda bu kadar kalabalığa tanıklık eden Kosova Ovası’nı lebaleb doldurmuşlardı.
Arşivlerden elde edilen kayıtlara göre coğrafyanın farklı yerlerinden gelen 100 bin Müslüman, belki de son kez yan yana saf tutup sultanla beraber Rahman’ın divanında el bağlamıştı. Ancak çabalar fayda vermemiş, Balkan halklarını bir arada tutan imamenin kopup tesbihin dört bir yana dağılmasına hiç kimse engel olamamıştı.
Türbe alanına yeni girmişken ansızın bastıran yağmurla toprağın kavuşmasından etrafa yayılan o müthiş koku, Kosova Savaşı’nın hemen öncesinde savaş meydanını göle çeviren ve askerleri ye’se düşüren o yağmuru çağrıştırarak beni sanki asırlar öncesine götürmüştü.
Zaten sayıca düşmanlarından az olan askerler, Kosova Ovası’nın adeta bataklığa döndüğünü görünce iyice umutlarını yitirmişti. Askerlerini bu hâlde gören Sultan Murad, tam o anda ellerini semaya çevirmiş, şehit olmak pahasına da olsa muharebeyi kazanmak için rabbine niyazda bulunmuştu.
Nitekim duası rabbi katında kabul görmüş, kazanılan ezici zaferden hemen sonra emaneti sahibine teslim etmişti. Zihnimin bir köşesinde o tarihî günü anımsamaya çalışırken kafama doğru hücum eden damlaların uyarısıyla düşünce bulutlarını süratle dağıtarak daha fazla ıslanmamak için kendimi müzeye attım.
- Müze, Sultan Reşat’ın Rumeli ziyaretinde çekilen siyah-beyaz fotoğrafları ve bu seyahat hakkında mühim bilgilerin derlendiği panoları sergileyen iki katlı hoş bir binaydı. Türbeyi ziyaret etmek için uzak yerlerden gelen misafirlerin dinlenme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere Sultan İkinci Abdülhamid’in fermanıyla "selamlık" olarak yapılan bu bina, geçtiğimiz yıllarda TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) tarafından restore edilmiş ve Osmanlı kültürünün canlı bir şekilde yaşatıldığı bir müzeye dönüşmüştü.
Sultanın Bekçileri
Müzeden çıkıp sağa doğru devam edince karşımıza müstakil bahçeli, iki katlı, şirin bir beyaz ev çıkmıştı. Gözlerimizle evi detaylı bir şekilde süzüp mekanla bağıntısını kurmaya çalışırken kapı gıcırtılı bir ses çıkararak yavaş yavaş aralandı.
Gelen, 80 yaşını devirdiği hafif aksak yürüyüşünden belli, bembeyaz tenli bir kadındı. Sorma ihtiyacı bile hissetmeden nereden geldiğimizi anlayan kadının yüzüne adeta uzun zamandır görmediği yakın bir dostuyla mülaki olmaktan kaynaklanan bir tebessüm yerleşmişti.
Bizi bu bölgede konuşulan ve İstanbul Türkçesinden cümledeki ögelerin sıralanışı itibariyle farklılaşan tatlı bir Türkçeyle selamlayarak türbeyi gezdirmeye başladı.
Söylediğine göre türbenin etrafındaki yeşil alan zamanında mezarlık olarak kullanılmıştı. Gözümün takıldığı bir mezar taşında türbedar yazdığını gördüm. Biraz ilerleyince bu yazının diğerlerinde de aynı şekilde mevcut olduğunu fark ettim. İlk başta türbenin bakımı ile ilgilenen aile mensuplarının mesleğini belli etmek için adlarının sonuna getirilen bir yakıştırma sandığım bu ismin aileye verilen soyadı olduğunu öğrenince ufak bir şaşkınlık yaşamıştım.
- Hikâyeyi bizatihi hâlihazırdaki türbedar Saniye Hanım’dan duyunca zihnimde eksik kalan taşlar yerine oturmuştu: Aşağı yukarı 150 yıl önce Sultan Abdülmecid tarafından türbedarlık makamına getirilen Özbek asıllı Buharalı Hacı Ali Efendi’nin soyundan gelen aile, bölgenin geçirdiği büyük dönüşümlere ve tanık olduğu hadiselere rağmen en ufak bir ihmal göstermeden bugüne kadar türbenin bekçiliği vazifesini itinayla sürdürmüş, aile fertlerinin neredeyse tamamı bu vazife başında emaneti teslim etmişti.
Bahçede gördüğüm mütevazı mezarlar da merhum sultanın geçmiş bekçilerine aitti. Saniye Teyze atalarından tevarüs ettiği bu görevi tüm yorgunluğuna ve ilerlemiş yaşına rağmen sürdürüyordu. Kendisinden önceki türbedar olan kocası bu görev esnasında Hakk’a yürüdüğü için bayrağı bizzat teslim almış, "ahirette beraber haşrolmak için dua ettiğini" söylediği Sultan Murat’ın türbesini ziyaret edeceklerin her türlü ihtiyacına koşmuştu.
- Kubbeli yapısı ve kesme taştan dokusuyla tipik Osmanlı mimarisinin tipik bir emsalini teşkil eden türbede Fatiha okuduktan sonra Saniye Teyze’nin hayır duasını alarak yola tekrardan revan olduk. Varacağımız yer, geçen onlarca yılın aksine tarihi ve kültürel dokusunu büyük ölçüde muhafaza edebilmiş, Balkanlar'ın en Türk şehri olan Prizren’di.
Osmanlı’nın kültürel hazinesi
Coğrafyamızdan esen rüzgâr, peşinde sürüklediği Anadolu’nun irfan ve kültür tohumlarını Balkanlar'a saçmış, kısa süre içerisinde filiz veren bu tohumlar Türk ve Balkan kültürünün harmanlandığı muazzam bir terkip oluşturmuştu.
Diyar-ı Rum’un yeni hâkimleri, fethettikleri bu bölgeyi Diyar-ı Rum’u her iki kültüre ait motifleri yoğun biçimde kullanarak adeta bir kanaviçe gibi dokumuş, ortaya üzerinden asırlar geçse dahi özü bozulmamış dinî, kültürel ve mimarî yapılar manzumesi çıkmıştı.
Geçtiğimiz yıllarda elim bir trafik kazası neticesinde kaybettiğimiz Prof. Dr. Haluk Dursun’a göre ise mücevherlerle, altınlarla ve değerli madenlerle dolu Osmanlı’nın kültürel hazinesi en güzel ve saf şekliyle Prizren’de saklıydı.
Bir ikindi vakti giriş yaptığımız Prizren, Kosova’nın kültürel ve turistik başkentiydi. Özellikle 19’uncu yüzyılın başından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü ve Balkanlar'daki egemenliğini tehdit eden Arnavut milliyetçiliğinin merkez üssü haline gelen şehrin nüfusunun büyük kısmını Arnavutlar oluştururken, son Osmanlı askerinin bölgeden ayrıldığı 23 Ekim 1912 tarihinden sonra topraklarında kalan Türkler de çoğunlukla burada yaşıyordu.
- Yolun kenarına dizilmiş Türkçe dükkân tabelaları ve bazı evlere asılmış Türk bayrakları Türklerin güçlü varlığını açıklamaya yetiyordu. Şehrin İslâmî mayası, araçla süratli bir şekilde gitmemize rağmen görüş alanımızdan hiç eksilmeyen ve biri geride kaldıkça yerine yenisi gelen Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyan kubbe ve minarelerle varlığını enikonu hissettirmeye başlamıştı.
Etrafımızı seyretmekle meşgulken şoförün sesiyle merkeze geldiğimizi anladık ve kalacağımız otele gitmek üzere araçtan indik. Odalarımıza yerleştikten sonra hafta sonunu değerlendirmek için dışarıya çıkmış insanların gürültüsü ve sokakları dolduran kalabalığı eşliğinde turumuza başladık.
Neresi olduğu önem arz etmeksizin, bir şehri zihinde oturtmak için en güzel, keyifli ve kestirme yol, ona yukarıdan idrak gözlüğüyle detaylıca bakmaktır. Böyle bir şeye niyet ettiğinizde başvurabileceğimiz en elverişli seçenek, kaleye yahut merkezdeki camilerden birinin minaresine çıkmaktır.
Bu, yüzyıllar süren akış içerisinde oluşan şehrin ruhuna ve mekanlar arasındaki ilişkinin fiziki mantığına nüfuz edebilmek için muazzam bir fırsat sunar. Dolayısıyla sokaklara inip gezmeye başlayınca kafamızda bir harita canlanacağı için o şehrin kendisine has hikayesini büsbütün yakalamaya daha çok yaklaşırız. Buradan hareketle Prizren’deki ilk rotamız da kendiliğinden ortaya çıktı: Prizren Kalesi.
Şehre hâkim ve müstahkem: Prizren Kalesi
Otelin arkasından dolanan sokaktan dolaşarak Sinan Paşa Camii’ini solda bırakan yokuştan yukarı istikamette yürümeye başladık. Bizle beraber çok sayıda insan kaleye çıkmak için yukarı tırmanıyordu. Yürümek istemeyenler ise kiraladıkları küçük arazi arabalarıyla yanımızdan geçiyorlardı.
Asfaltın sunduğu konfordan hayli uzak olan Arnavut kaldırımlarının bir mozaikmişçesine tamamladığı bu çok dik yoldan nefes nefese, ancak yeni yağan bahar yağmurunun topraktan yükselttiği taze kokunun şehir havasına alışmış ciğerlerimizi açtığını ve damarlarımızda gezindiğini hissederek kaleye çıkmayı başardık.
Doğu Roma İmparatoru Justinianus (482-565) döneminde inşası tamamlanan ve Osmanlı zamanında yeni eklentilerle gelişen kale, büyük ve uzun sayılabilecek surlarla ihtişamlı bir görünüme sahipti. Arabaların rahat çıkabilmesi için yapılmış zikzaklı yolun sonuna geldiğimizde ana kalenin önüne varmıştık.
En fazla iki adam yüksekliğindeki bu kapıdan geçtikten sonra geniş bir düzlüğe çıktık. Kalenin her bir yanı yıllardan beri ne kadar bakımsız ve âtıl kaldığını sessizce haykırıyordu adeta. Zira 31 Ekim 1912 tarihinde son Osmanlı askeri Prizren’den ayrıldıktan sonra şehri ele geçiren Sırplar tarafından havaya uçurulmaya çalışılmış, pek çok tarafı zarar görmüştü.
Komünizm yıllarında da metruk vaziyetini koruyan kale, Kosova İç Savaşı’nın devam ettiği yıllarda NATO kuvvetlerine bağlı Alman birliklerince kışla olarak kullanılmıştı.
Hafif nemli toprak yoldan sola dönerek şehri tepeden seyre dalmak için burçlardan birine çıktık ilkin. Şehre en hâkim tepesinin üzerine kondurulmuş bu kaleden Prizren, Şar Dağlarının eteklerine sırtını hafifçe yaslayarak Bistrica Nehri boyunca ayağını uzatmış görüntüsü veriyordu.
- Manzaraya ilk baktığımda Bursa veya Amasya’da olabileceğim aklıma geldi. Şehri ikiye ayıran nehir, Osmanlı mimarisini yansıtan evler, tek minareli camiler, kale ve Taşköprü…
Hikâyeyi oluşturan bütün unsurlar buradaydı, yerli yerindeydi. (Nitekim Balkanlar'dan ayrıldıktan iki hafta sonra okul gezisi kapsamında ziyaret ettiğim Amasya’yı görünce iki şehrin birbirine ne kadar benzediğini daha iyi idrak edecektim.) Bitmesini o an için hiç istemediğim bu rüyadan, kafileye doğru yaklaşan ve Arnavutça mı yoksa Sırpça mı konuştuklarını çıkaramadığım bir grubun sesleri sayesinde uyandım. Gelenler, bizle tanışmak isteyen ve sayıları neredeyse 10’u bulan Arnavut gençlerdi.
Arnavutça verdikleri selama gelmeden önce öğrendiğim birkaç kelimeden biri ile cevap vermem epey hoşlarına gitmişti. Ancak Arnavutça seviyemin bundan öteye geçmediğini söyleyince içlerinden bilenlerle dilimizin döndüğü kadar İngilizce konuşmaya başladık.
İlk başta ortak dil açmazı yüzünden güçlükle ilerleyen sohbet dilimiz açıldıkça ve Türkiye’den geldiğimizi söyleyince koyulaşmaya başlamıştı. Onlarla ilgili ilk şoku yaşlarını öğrenince yaşamıştım. Zira dış görünüşleri itibariyle epey büyük duran bu gençler, ortalama 15 yaşındaydılar.
Ancak gelen bir soru üzerine muhabbetin yönü siyasete kaymaya başladı. ‘’Sırplardan nefret ediyoruz, hatta hepsini öldürmek istiyoruz. Siz de bizimle aynı duyguları paylaşıyor musunuz?’’ minvalindeki hiç beklemediğim yerden gelen bir soru beni epey tedirgin etmişti. Zira bilmediğim bir ülkede, daha önceden tanışmadığım çocukların yanındaydım. Ağzımdan çıkabilecek en ufak ters söz, yanlış anlaşılmaya sebebiyet verip sıkıntıya yol açabilirdi.
- Meğerse hepsinin babaları neredeyse yirmi yıl önce patlak veren iç savaşta Sırp çetelerine karşı savaşmış profesyonel askermiş. Bu bilgiden sonra zihin haritalarını daha iyi kavrayabildim. Ancak bu, çocukların yetiştikleri ortam ile okulda ve evde kendilerine aşılanan fikirler dolayısıyla yelpazenin uç taraflarına düşmüş olmalarını engellemiyordu.
Onlara böyle düşünmelerinin ileride daha büyük ve kötü neticelere yol açabileceğini söyledikten sonra sohbetin yönünü ülkelerinin durumu ile başka bir konuya kaydırdık. Lise düzeyinde eğitim gören gençlerin neredeyse tamamı, daha önce Türkiye’yi ziyaret etme fırsatı bulmuşlardı. Buna karşın daha önceden hiçbiri Prizren’e gelmemişlerdi. Biraz daha konuştuktan sonra vaktin ilerlemesi ve gün batmadan önce kaleyi dolaşmak isteğimiz nedeniyle vedalaştık.
Aralarından biri ayrılmadan hemen önce hatıra kalması için fotoğraf çekilme ricasında bulundu. Kameraya doğru gülümserken birden iki ellerinin tamamını açıp baş parmaklarını birleştirmek suretiyle bir hareket yaptılar. İlk başta mana veremediğim bu hareketin milli sembolleri haline gelmiş Arnavut kartalı olduğunu öğrenince biz de aynısından yaparak fotoğrafımızı çektirdik.
Kısa sürede epey samimi olduğumuz gençlerle ayrıldıktan sonra griye çalan ufuk, gürültüyle çağıldayan ve yağmurdan dolayı rengi kahverengiye dönen nehrin sesi ve akşam için ziyaretçilerine canlı bir ortam sunmaya hazırlanan Prizren şehrinin manzarasıyla baş başa kaldık.
- Şehre doyasıya bakıp gezmek için bir rota belirledikten sonra gün ışığını daha fazla kaçırmamak maksadıyla geldiğimiz yoldan şehre geri döndük. Kafamızda bir Prizren haritası oluştuğu için artık gerçek anlamıyla şehir turuna başlayabilirdik.
Ecdad yadigârlarının peşinde
İlk adresimiz şehrin en merkezi yerinde bulunan Sinan Paşa Camii’ydi. Bosna Beylerbeyi Sinan Paşa’nın emriyle 1615 yılında yaptırılan bu caminin yanında bir de çeşme bulunuyordu. Gezi boyunca içtiğim en tatlı suyun aktığı bu çeşmeden kaç defa su içtiğimi bilmiyorum. Diğer insanlar da herhalde bizim gibi beğenmişti ki ne zaman gitsem önünde hatırı sayılır bir kalabalığı sıra beklerken görüyordum.
Suyumuzu içtikten sonra merdivenden çıkarak caminin avlusuna ulaştık. Abdest almak için caminin arkasındaki şadırvana gittik. Bu alan, eğimli bir arazi olmasına rağmen çok bakımlı ve büyüktü. İlaveten belli yerlere konmuş banklar sayesinde yorulan veya sohbet etmek isteyen ziyaretçilere oturup soluklanma fırsatı sunulmuştu.
En yukarı kısmında da gençlerin eğlenceli vakit geçirmesi için birkaç oyun makinesi getirilmişti. Şadırvanın hemen dibinde biri el, biri yüz olmak üzere yan yana duran iki adet temiz havlu kutusu vardı. Havlular, cami görevlisi tarafından birkaç saatte bir yıkanıyordu. Gezi kapsamında gideceğimiz her cami ve türbede karşılaşacağımız bu adet hepimizin belleklerinde hoş bir yer edinecekti.
Akşam namazı vaktinin daralmasıyla ön avluya geçtik. Caminin mermerden yapılmış dört revak üzerinde yükselen üç küçük kubbeli son cemaat yeri, sıcak günlerde gölgeye sığınıp bir nebze olsun rahatlamak isteyenler için hayli cazipti.
İçerisi ise Türkiye’de alışmadığımız şekilde cami tasvirleri ve renkli motiflerle çok canlı gözüküyordu. Namazımızı kıldıktan sonra dışarıya çıkıp çarşıya doğru yol aldık. Tabii ki çeşmeden bir kez daha su içmeyi ihmal etmedik.
- Çarşı, Safranbolu evlerine benzeyen, altı dükkân olarak kullanılan iki katlı şirin beyaz evlerden müteşekkil küçük bir alana yayılmıştı. Gelmeden önceki araştırmalarımda Balkanlar’da Türkçenin en fazla Prizren bölgesinde konuşulduğunu öğrenmiştim. Priştine’de karşılaştığımız bazı kişilerin sözleri de bu doğrultudaydı. Ben de söylenenlerin gerçekliğini bizzat tecrübe etmek için meydandaki dükkânları birer birer gezmeye başladım. İçeriye müşteri gibi giriyor, Türkçe ürünlerin fiyatlarını soruyordum. Gözlemlediğim sonuç, önceden duyduklarımı tasdik eder nitelikteydi. Dükkân sahiplerinin çoğu Arnavut olmasına rağmen anadilleri gibi Türkçe konuşabilmekteydi.
Bunun yanında Türkiye’den geldiğimizi duyunca çok samimi bir şekilde bizimle ilgileniyorlardı. Biz de ayıp olmasın diye arkadaşım Muhammed Emin ile dükkânın birinden bir şemsiye satın alarak çarşının ortasındaki meydana doğru ilerledik.
Bir iki saatliğine duran yağmurun tekrar bastırmasıyla yaptığımız bu tercihin ne kadar doğru olduğunu anlamıştık. Yürürken bir yandan ıslanmamak için şemsiyeyi tam ortamızda tutmaya çalışıyorduk. Tam ortalayamadığı için hafifçe yüklendiğim arkadaşımın hadi bir de sen dene şeklindeki tatlı çıkışından sonra şemsiyeyi ben tutmaya başladım. Ancak dengeyi sağlamanın o kadar da kolay olmadığını anlamam Muhammed’in epey ıslanmasıyla mümkün olmuştu. Bunun üzerine hemen geri dönüp bir tane daha aldık ve yolumuza devam ettik.
Meydanın tam çıkışında dört adet musluğa sahip sekizgen şeklinde bir çeşme duruyordu. Şadırvan Çeşmesi adıyla anılan bu yapıdan su içenin Prizren’e geri döneceğine dair bir inanışın halk arasında yaygın biçimde kabul gördüğünü öğrendik. Bu tür tarihi dedikodular hoşuma gittiği için akan sudan biz de nasiplendik.
Az ileride ise şehrin belki de en önemli yapısı Taşköprü bizi selamlıyordu. Yüzyıllar boyunca nice hikâyenin şahidi olarak farklı yerlerdeki insanları birbirine bağlayan ve kültürleri yaklaştıran bu köprü, her şeye rağmen sapasağlam bir şekilde vazifesini devam ettiriyordu.
18’inci yüzyılda yapıldığına dair kayıtlar bulunan köprü, 1979 yılına gelince o zamana kadar görülmemiş bir sel baskını neticesinde yıkılmış ancak daha sonra aslına uygun biçimde restore edilmiş. Köprünün biri büyük olmak üzere üç gözü vardı. Ayrıca merdivenlerden suyun gözüne çok rahat inilebiliyordu.
Son yüzyılda nüfusun epey artması neticesinde de her biri farklı vazife gören yeni köprülerin yapılmasına ihtiyaç duyulmuştu. Ortasından aktığı şehri iki yakaya ayıran Bistrica nehrinin taştan korkuluklarının yanına atılmış masalarda oturan insanlar ise köprüyü seyrederek aşağıdan dinginlik veren bir tınıyla akıp giden nehrin sesini dinlemekten oldukça keyifli görünüyorlardı.
Biz de bu keyfe birazcık ortak olduktan sonra diğer önemli yerleri gezmek için şehrin diğer yakasına geçtik. Yaklaşık 200 metre ileride bir başka önemli yapı mevcuttu: Emin Paşa Camii.
Türkçe Konuşan Çocuklar
İlk defa Sinan Paşa Camii’nde tesadüf ettiğimiz cami içi tasvirleri burada da bizi karşılıyordu. Turkuaza çalan halıları ve duvar üstündeki motifleri harika bir ahenk yaratmıştı. Avluya çıktığımızda burada dört beş çocuğun kendi aralarında futbol oynamalarını izledik. İlginç olan içlerinden üçünün Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray formaları giymesiydi.
- Bunun yanında birbirlerine oyun esnasında komut verirken Türkçeyi kullanıyorlardı. Maçları bittikten sonra yanlarına gidip sohbet etmeye başladık. Aralarından biri hariç – babası Kosova Türküydü – grubun tamamı Arnavut'tu.
Yaşları 8 ila 9 arasında değişen çocukların Türkçeyi bu denli hızlı, akıcı ve anlaşılır konuşması beni hayrete düşürmüştü. Zira ülkemde yaşayan bu yaştaki çocukların çoğunlukla ne gibi uğraşlarla meşgul olduğunu bildiğim için onların bir yabacı dili bu düzeyde bilmesine pek ihtimal vermemiştim doğrusu. Ancak işin aslı burada farklıydı. Arnavut çocukların meğer küçüklüklerinden itibaren Türk dizi ve şarkılarına kulak aşinalıkları varmış. Buna okulda aldıkları eğitim ve ailelerinin de Türkçe bilmesi eklenince dillerini epey geliştirme şansı bulmuşlar.
Çoğunun Türkiye’ye önceden en az bir defa gelmiş olması dikkatimi çekmişti. İçlerinden adını tam olarak hatırlayamadığım biri – en azından Beşiktaş forması giydiğini biliyorum- bizim dilimizin onlara daha kolay geldiğini, bu yüzden kendi aralarında Türkçe konuştuklarını söyledi. Lakin onların konuştuğu dil İstanbul ağzından belli nüanslar nedeniyle ayrılan Kosova lehçesiydi.
Hepsi her ikisi arasında kusursuz geçiş yapabiliyordu. Fenerbahçe forması giyenin ‘’Abi ben Türk halkına bayılıyorum ya’’ şeklindeki sözüyle yüzümüzde gülücükler açarak onlara veda ettik.
Yolda devamlı bu çocukların doğal süreç içerisinde detaylara boğulmadan, hatta neredeyse hiç gramer öğrenmeden dili sökmelerini kendi içimde tartışıp durdum. Zira ülkemizde dil öğrenimi/öğretimi için muazzam yatırımlar yapılıyor, ancak nedense bir türlü hak ettiğimiz yere gelemiyorduk.
Kendim de bu süreçlerden geçtiğim için az çok nerelerde yanlış yapıldığını tecrübe etmiştim. Ancak çocuklarla diyaloğum, dil meselesini ne kadar karmaşık hale getirdiğimizi ve bu işi bizim nasıl zorlaştırdığımızı bir kez daha anlamak için iyi bir fırsat olmuştu. Kafamda bu tür düşüncelerle boğuşurken kendimi Halvetî Tekkesi’nin önünde buldum.
Prizren’de tasavvuf kültürünün çok güçlü bir şekilde yaşadığını daha önceden biliyordum. Bu konu hakkında Haluk Dursun Hoca’nın ciddi araştırmaları alanla ilgili kıymetli bilgiler içeriyordu.
Ancak şehri gezerken bir yandan bu kültürün günümüzdeki yansımalarını taşıyan yapıları arıyordum. Burayı görerek dilediğime ulaşmıştım. Kahverengi panjurların süslediği sarı renkli ve iki katlı bir bina olan tekkenin giriş kapısı geç saate rağmen ardına kadar açıktı.
Kapıdan girip avluya çıktık. Tam ortasında iki musluklu bir çeşme vardı. Mini bir külliyeyi andıran bu yapının etrafında farklı amaçlarla kullanılan küçük odalar vardı. Dışarısına halı serilen ve duvarının hemen önüne sedir konulan sofada iki amca oturup Türkçe sohbet ediyordu.
Ancak saatin ilerlemesi sebebiyle odalar ve mescit kapalıydı. Tekkeyi tam anlamıyla gezememiş olmanın içimde bıraktığı ukdenin beni ileride yeniden buraya getirmesi umuduyla meydana doğru dönmeye başladım.
Yolda gördüğüm bir şey çok dikkatimi çekmişti: Duvarlara üzerinde bir kişinin fotoğrafının ve altında Arnavutça büyük harflerle yazılmış bir metnin bulunduğu yeşil çerçeveli kâğıtlar yapıştırılmıştı.
Biraz daha ilerleyince aynı şekilde siyah çerçeveli kâğıtların da olduğunu gördüm. Hemen rehberimiz Nasır Abi’nin yanına koşarak bunun hangi manaya geldiğini sordum. Kosova ve Müslümanların yaşadığı çoğu Balkan şehrinde vefat eden birinin ölümü bu şekilde duyuruluyormuş.
- Yeşil; ölen kişinin Müslüman, siyah ise Hristiyan olduğunun göstergesiymiş. Rehberimiz, hafifçe gülerek kırmızı çerçevenin neye delalet ettiğini bilmece şeklinde sordu. Kimse doğruyu bilemeyince espri yollu bunun Komünizm alameti olduğunu söyledi.
Nasır Abi bunları anlatırken gelmeden önce okuduğum ve Balkanlar hakkında yazılmış eserlerin başında gelen Nobel ödüllü Drina Köprüsü’nden bir pasajı anımsadım.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Ferdinand çıktığı Saraybosna gezisinde Sırp milliyetçisi bir militanın düzenlediği suikasta kurban gidince romanın geçtiği Drina Köprüsü’nün taşlarına veliahdın öldürüldüğünü bildiren siyah çerçeveli bir ilân asılmıştı.
Duvarlarda gördüğüm bu kâğıtların bir tarihi altyapısının olabileceğini düşünerek yola devam ettim. Köprüye tam adım atacağım sırada korkuluklara yaslanıp oturan bir kişinin Türkçe seslenmesiyle önce bir irkildim, daha sonra da yüzümü adama çevirdim. Önünde incik boncukların olduğu bir halı sermiş, müşterilerin gelip almasını bekliyordu.
Kısa bir selamdan sonra nereden geldiğini ve burada ne yaptığını sordum. Türkiye’den gelen bir seyyahmış. Balkan ülkelerini dolaşarak pasaportunu dolu göstermeye çalışıyormuş. Bundan gayesi, Avrupa Birliği ülkelerini dolaşabilmesini sağlayan Schengen vizesini alabilmekmiş. Hiçbir ek geliri olmayan bu şahıs, ihtiyaç duyduğu parayı kolye, bileklik tarzı şeyler satarak elde ediyormuş. Beni en çok şaşırtan, bu tarifeyi uygulayarak yurtdışından başkalarının da gelip ülkeleri dolaşabilmesiydi. ‘’Allah bereketini artırsın’’ diyerek kendisinin yanından ayrıldım ve son kez köprünün üstünden geçerek şehrin diğer ve bence asıl yakasına geçtim.
Hava epey kararmıştı. Uzun süredir hareket ettiğimiz için de acıkmıştık üstelik. Bunun üzerine sorumlu hocamız Mehmet Özkaraman’ın daha önceden ayarladığı restorana gittik. Menümüzde Kosova köftesi vardı.
Türkiye’dekilerle küçük farklar dışında bir hayli benzerlik taşıyan bu köfteler adı gibi çok güzeldi. Bundan sonra gideceğimiz yerlerin köfte ve diğer et yemekleriyle öne çıktığını görecektik.
- Bu, genel itibarıyla Balkan şehirlerinin etrafındaki dağ köylerinde özellikle küçükbaş hayvancılığın yaygın ve gelişmiş olmasıyla yakından ilgiliydi. Bu yüzden etleri ucuz ve lezzetliydi. Ayrıca domuz eti konusunda son derece hassas olmaları da bizi epey rahatlatmıştı.
Restoranda Türk bir abinin elinde sazla türkü söyleyerek memleketimizin havasını buradaki müşterilere taşıması da belleklerde kalacak yine hoş bir hatıralardandı. Yemek bittikten sonra geceyi geçireceğimiz otele geçtik. Sabah uyandığımızda hızlıca toparlanıp yola çıkacaktık. Yeni gün, yeni bir ülke ve yeni maceralar anlamına gelerek pek çok sürprizin kapısını aralayacaktı…