Bir zamanlar Bosna'da
Oldukça rahat bir yolculuğun son dakikaları artık, nasipse birazdan Saraybosna'ya ayak basacağız. Uçağın camında belirip kaybolan bulutlara, Mazhar ve Fuat’tan “Adımız miskindir bizim” eşlik ediyor. Nicedir böylesi heyecanlanmamıştım sanırım. Hakkı verilerek yurt edinilmiş bu güzel topraklara mahcup olmamak ümidiyle...
Saraybosna semalarında süzülmekte olan uçağın penceresinden heyecanla aşağılara bakarken, aklımdan geçenleri telefonuma bu cümlelerle not almışım. Şehri boylu boyunca geçip de son bir “u dönüşü” manevrasıyla pisti hizalayan kanatlımız; pilotun, şehrin dağlık yapısı sebebiyle sarsıntılı bir iniş olabileceği ikazının aksine, usulca teker koyuyor asfalta. Birkaç dakika sonra da nasibim üzere Saraybosna Havalimanı’ndaki formaliteleri tamamlıyor ve nihayet uzundur aralanmasını beklediğim kapıdan geçiyorum; işte Saraybosna, öylece uzayıp gidiyor önümde.
Havalimanından şehir merkezine geçmek için, birkaç farklı seçenek var; iki nokta arasında sefer düzenleyen otobüsler, taksiler ve on dakika yürüme mesafesinden geçen troleybüsler. Benim tercihim, troleybüsten yana; daha ilk andan kendimi şehirdeki hayatın olağan akışına bırakmak istiyorum zira. Terminali arkama alıp, birkaç yüz metre yürüyorum. Biraz sonra Mimar Sinan Bulvarı üzerindeki otobüs duraklarından birindeyim. Beş dakikada bir buradan geçen 103 numaralı troleybüs, Başçarşı’nın hemen arkasına düşen Latin Köprüsü’nün oraya kadar gidiyor. Aracı kullanmak için, duraklara bitişik büfelerden 1,60 KM (Bosna markı) ya da araç içinde şoförden 1,80 KM karşılığında bilet alma imkânı var. Bu durum, şehirdeki her türlü toplu taşıma aracı için de geçerli. Kısa bir bekleyişin ardından, kendimi troleybüse atıyor ve Saraybosna’nın epeyce sakin dış mahallelerinden merkeze doğru ilerliyorum. Her durakta biraz daha artan kalabalık, şehri boylu boyunca geçen Milyaçka’ya kavuştuğumuz dakikalarda zirveye ulaşıyor. Meraklı gözlerle insanları, caddeleri, binaları, arabaları seyre dalıyorum yol boyunca; hemen her şey biraz “nostaljik” geliyor gözüme. Eski diyemiyorum; çünkü bir vakitler yaşayıp da zaman içinde unuttuğum türden manzaralar bunlar.
Troleybüsün artık boşalmaya başlamasıyla, yarım saati biraz aşan yolculuğun sonuna yaklaştığımızı fark ediyorum. Çok geçmeden de tanıdık bir yapı ile selamlaşıyorum; Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi Franz Ferdinand’ın hemen önünde vurulduğu ve bugün artık müze olarak hizmet veren pembe renkli o bina. Araç, son durağa yanaşıyor ve şehirle baş başa kalıyorum. Latin Köprüsü’nün şimdiki vazifesi, bu yabancıyı Başçarşı’ya bağlamak. Güneşli bir öğlen vaktinin keyfini çıkaran kalabalığa karışıyor ve tereddütsüz adımlarımı sıklaştırıyorum. Birkaç sokaktan aşıyor, birkaç köşeden dönüyor, birkaç dakikadan geçiyorum. Saraybosna’nın kalbi Başçarşı’dayım artık; işte Sebil, tam karşımda.
Nicedir yabancısı olduğum heyecan, epeyce tanıdık bir keyfe bırakıyor yerini. Üstelik bu tanışıklık, maneviyatı aşıp maddeye de sirayet ediyor. Yüzler, dükkânlar, duvarlar, renkler, sağlı sollu sokaklar, güvercinler…
Ben, bu meydanı fotoğraflardan, videolardan, yazılardan elbette biliyorum; amma velâkin sahiden tanıdığım bir yer olduğunu idrak etmek, bugüne nasip oluyor.
“Allah’ın Kulu”nu ziyaret
"Kendimi dünyada İslâm'ın tesisi için savaşan biri gibi hissediyorum ve hayatımın sonuna dek böyle hissetmeye devam edeceğim."
Ömrünü milletine hasreden bilge bir lider olarak yaşayıp, "Allah'ın Kulu" olarak göçmek; ancak Yugoslav mahkemesinin sanık sandalyesinde otururken dahi bu cümleleri kurabilecek bir insana nasip olur sanırım. Eşyalarımı otele bırakıp, bu cümlelerin sahibi mümtaz şahsiyeti ziyaret etmek üzere yeniden Saraybosna sokaklarına çıkıyorum.
Sebil'in karşı tarafından başlayan ve kendisiyle aynı adı taşıyan sokaktan yukarı kısa bir tırmanışla Kovaçi Şehitliği'ne varıyorum. Aliya İzetbegoviç, burada, evlatlarıyla bir arada medfûn.
- Sekiz mermer ayak üzerine kondurulmuş sade bir kubbenin altında yatan Aliya’nın mezar taşındaki “Abdullah” yani “Allah’ın Kulu” işlemesi, istemsiz bir tebessüm yayıyor yüzüme.
Yakın tarihin gürültülü çağıltısına nispet eden sessizliğin ortasında yaptığım bu ziyaretin ardından, şehitlikte biraz daha dolaşıyor ve bizde pek görülmeyen cinsten fotoğraflı mezar taşlarını inceliyorum. Kovaçi’nin huzurlu sükûnunda kıyâmeti bekleyen bu genç yüzlerin her biriyle selamlaşıp vedalaştıktan sonra da şehitlikten ayrılıyor ve aynı yokuşu takip ederek Sarı Tabya'ya (Zuta Tabija / Yellow Bastion) çıkıyorum. Burası hem Saraybosna manzarası eşliğinde güzel bir gün batımına şahit olmak hem de şehrin zihinde daha iyi yer tutmasını sağlamak bakımından mühim. Dönüşü ise farklı sokaklardan yapıyor; Aliya İzetbegoviç Müzesi, Mevlevî Tekkesi, Mişçina Camii gibi mekânları yakından görüyorum. Müze tadilat sebebiyle kapalı olduğundan, içeriyi görme şansım olmuyor. Daha sonra başka mekânlar için de söylemek durumunda kalacağım gibi, yâ nasip.
Artık kararmaya dönen gökyüzü eşliğinde, yeniden Başçarşı sokaklarını adımlıyorum. Her şey ne kadar da ölçülü, diye geçiriyorum içimden. İnsanların hâli tavrı, giyimi kuşamı, dükkânların vitrinleri, lokanta ve pastanelerin servisleri, porsiyonlar… Ölçü, nicedir unuttuğumuz bir şey ve bütün bir çarşı, bunu hatırlatmak için seferber olmuş gibi adeta. Biraz sonra başka şeyler de hatırlatıyor elbette bu sokaklar. Böylesi bir diyârın ve insanlarının çok da uzak olmayan bir tarihte maruz kaldıkları mezalim düşüyor hatıra ister istemez. Bu iki uç arasındaki geçişin hayreti ve Dayton Anlaşması’yla (14 Aralık 1995) tesis edilen mevcut statünün getirdiği belirsizliklerin düşüncesi, Saraybosna’nın sokak ve caddelerinde sürüklüyor beni. Gazi Hüsrev Bey Külliyesi ve Hünkâr Camii’ni ziyaret ediyor, Ferhatoviç’te köfte yiyor, Kaffa’da kahve içiyor, Carigrad’da “smokva” tadıyor, Ferhadîye’de turluyor, Milyaçka kıyısında üşüyor, Sönmeyen Ateş’te ısınıyorum… Yeme-içme hususunda tavsiye vermek niyetinde değilim doğrusu. Köfte için “Ćevabdžinica”, tatlı ve şekerleme için “Slastičarna”, hamur işi için “Pekara” tabelaları; kahve içinse dört bir yanı kuşatan rayihanın kendisi başlı başına bir referans. Göze hoş gelen yahut o an kolayda bulunan herhangi bir dükkâna ilişmek ve mümkün mertebe yeni lezzetler denemek, sanırım en makulü. Akşam gezintisini de tamamlayıp, Morića Han’ın girişini mesken tutan ve Arap oldukları anlaşılan iki sokak müzisyenin kendi dillerinde söyledikleri şarkılar eşliğinde otele geçiyorum. Zaman çabuk geçiyor sahiden, ilk gün bitti bile.
Mostar’a bir bilet
Saraybosna’daki ikinci güne epeyce erken başlıyorum. Hem belki bir daha gelme imkânı bulamayacağım bu memleketin her vaktini merak ediyorum hem de aradan çıkarmam gereken bir işim var. Kahvaltıyı geçiştirip Başçarşı durağından tramvaya atlıyor ve çarşının dışına doğru beş durak gidiyorum. Hafta sonunu Mostar’da geçirmek niyetindeyim ve yolculuk için tercihimi trenden yana kullanıyorum. Sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez karşılıklı yapılan ve Mostar’dan da geçen Saraybosna - Çaplina seferlerine bilet almanın tek yoluysa istasyona gitmek. Tren saatinde yer bulmanın kolay olduğunu birkaç yerde okumama rağmen, gezi planımı sağlama almak maksadıyla erkenden istasyonun yolunu tutuyorum. Tramvayın “Muzelj” durağında inip, Amerikan Büyükelçiliği’ni soluma alarak yukarı doğru kısa bir yürüyüşle, birkaç dakika sonra Saraybosna Tren İstasyonu’na varıyorum. İçeride, en sağ taraftaki bankolardan birine yanaşıyor ve selâm verdikten sonra gidiş-dönüş gün ve saatlerimi söyleyip beklemeye koyuluyorum. Bekliyorum; zira camın ardındaki hanımefendi, koçandan kopardığı kâğıt biletlerin üzerindeki boşlukları itinayla dolduruyor. İtiraf etmeliyim ki biletlerin elle yazılması hayli tuhaf geliyor; ancak güzel bir hatıra olacağı düşüncesi daha ağır basıyor. Hanımefendiyle birlikte bilgileri teyit ediyor ve 19 KM (Gidiş-dönüş biletler indirimli oluyor) ödeyerek istasyondan çıkıyorum. Önümde, uzundan biraz kısa, kısadan biraz uzun bir yürüyüş var.
Gayet ciddi dostum Edin
Geniş caddelerden ve büyükçe birkaç parktan geçip, Mağribiye Camii’ne varıyorum. Bunu söylemek için biraz geç kalmış olabilirim; ancak yine de faydası olacaktır:
- Saraybosna’daki camiler, ibadet vakti dışında kapalı oluyor. Bazıları ücreti mukabilinde gezilebilse de, büyük çoğunluğuna vakit namazlarında yol düşürmek gerekli.
Saraybosna’dan daha küçük şehirlerde ise namaz vakitlerinde dahi açılmayan camiler var. Mağribiye Camii, şansımın yaver gittiği mekânlardan biri oluyor, zira cuma namazı için hazırlık yapan imam efendi, güler yüzle karşılıyor beni. Bizim oraların köy camilerini anımsatan, küçüklüğü nispetinde sevimli bir yapıyla karşılaşıyorum içeriye girdiğimde. Birkaç fotoğraf çekiyorum ve imam efendiyle vedalaşıp, kapıya yöneliyorum. Karşımda, yaşından beklenmeyecek olgunluktaki bakışlarıyla beni süzen bir delikanlı var. Yanına yaklaşıp selâm ediyor, kendimi tanıtıyorum. Bu kez bir gülümseme yayılıyor, parlak gözlerinden yüzüne ve tanış oluyoruz: Edin! Fotoğrafını çekmek istiyorum, itiraz etmiyor. Caminin kapısında poz verirken, yeniden o karşılaştığımız andaki hâline bürünüyor Edin. O kadar kendinden emin bir duruşu var ki gülümsemesi için zorlamıyor ve öylece basıyorum deklanşöre.
Kısa bir yürüyüşün ardından, Mareşal Tito ve Hamze Hume caddelerinin kesiştiği noktadaki Ali Paşa Camii’ndeyim. Tipik bir Osmanlı camii formundaki yapı, Bosna’da görev yapan Hadım Ali Paşa’nın vasiyeti ve vakfiyesi üzerine inşa edilmiş. Paşa’nın türbesine ev sahipliği yapan cami, Avusturya-Macaristan işgaline karşı ayaklanan kimi Boşnak şehitleri de bağrında ağırlıyor. Mağribiye’dekine benzer bir durum olabileceği ümidiyle, kapıyı zorluyorum; ama ne fayda. Dışarıdan birkaç fotoğraf çekmekle yetiniyor ve Mareşal Tito boyunca yürümeye devam ediyorum. Biraz ileride Veliki Park var. Saraybosna Kuşatması (Nisan 1992 - Şubat 1996) sırasında hayatını kaybeden çocukların hatırası için yapılan anıtı, parkın muhtelif yerlerinde medfûn Osmanlıları ve caddeye yakın bir köşede, Srebrenica Soykırımı’nın can yakan binlerce sahnesinden birini canlandıran heykeli park içerisinde ziyaret ediyorum.
Bu heykel, Sırpların kendilerine bir şey yapılmayacağına dair garantisine itibar ederek, oğlu Nermin’i teslim olmaya çağıran Ramo’yu temsil ediyor.
Ramo ve oğlu Nermin’e ait kemikler, 2008 yılında, Srebrenitsa yakınlarında bulunan bir toplu mezardan çıkmış ve Potoçari’deki şehitliğe defnedilmiş.
Bosna’da üzerine zalim gölgesi düşmemiş çok az güzellik var ve Veliki Park, onlardan biri değil maalesef.
Gazi Hüsrev Bey Camii’nde, bir cuma vakti
Mareşal Tito üzerindeki yürüyüşe bir süre daha devam ediyor ve Sönmeyen Ateş’in sağından itibaren Ferhadiye’ye bağlanıyorum. Burası, şehirlerimizde görmeye alıştığımız türden bir cadde. Araç trafiğine kapalı olan Ferhadiye, ihtiva ettiği mağaza ve kafelerle, şehrin bir başka dönemini ve yüzünü temsil ediyor adeta. Bosna’nın en görkemli kilisesi olan Kutsal Kalp Katedrali de yine bu cadde üzerinde.
Ferhadiye, birkaç yüz metre sonra Saraçi ile bitişiyor ve buradan itibaren tekrar Başçarşı başlıyor. Uzun yürüyüş, açlık hissini de beraberinde getiriyor. Bu sefer, namını epeyce duyduğum Boşnak Böreği var hevesimde. Aldığım notlar istikametinde, Sebil’in biraz aşağısındaki Sač’ın yolunu tutuyorum. Yarım porsiyon peynirli, yarım porsiyon da ıspanaklı böreği, üzerlerine gezdirilen yoğurtla birlikte, afiyetle yiyorum. Yerinde yiyip de hakkında sıralanan methiyelere hak verdiğim ender yiyeceklerden biri oluyor “burek”. Tezgâhın hemen arkasındaki fırında, metal bir kapağın üzerine boca edilen közün altında pişen börekleri görünce de taşlar yerine oturuyor. Elbette ki kullanılan malzemenin lezzeti ve ustanın mahareti de etkilidir; ama böylesi bir manzaradan böylesi lezzetli bir börek çıkması, hiç de sürpriz değil.
Cuma vaktinin yanaşmasıyla, Saraybosna’nın göz bebeği Gazi Hüsrev Bey Camii’nde alıyorum soluğu bir kez daha. Caminin Saraçi tarafındaki kapısının hemen sağındaki pano ve ona tutturulmuş kâğıtları yakından inceleyen birkaç insan ilişiyor gözüme. Merakını gideren grup sırasını savınca, görevi devralıyorum. En tepesinde hilâl ve yıldız bulunan yeşil bir çerçeve içinde, beyaz zemin üzerine birer kara haber olduğunu anlıyorum bunların. “İrtihal-i Dâr-ı Bekâ” başlığıyla açılan ilânlar, “dženaza” hakkındaki bilgilerin yanı sıra merhum yada merhumenin yakınlarının isimlerini de ihtiva ediyor. Rahmetlilerin artık soluk birer hatıraya dönüşen fotoğraflarına yer vermeyi de ihmal etmiyor elbette.
- Sonraları bu panoların her camide olduğunu fark ediyorum; cenazeleri salâ ile duyurmak yerine, bu yöntemi kullanıyor Bosnalı Müslümanlar.
Birer rahmet dileyip, avluya geçiyorum. Güzel havanın bir getirisi olarak, avluya serilen hasırlardan birine atıyorum kendimi ve meraklı gözlerle etrafı izlemeye koyuluyorum.
Adını banisinden alan cami, yanı başındaki diğer yapılarla birlikte bir külliye esasında. Anne tarafından padişah torunu olan Hüsrev Bey, üç farklı dönemde, toplamda 15 yılı aşkın Bosna Sancak Beyliği vazifesini ifa etmiş. Hüsrev Bey, döneminde birçok muharebe görmüş ve Bosna Sancağı'nın sınırlarını genişletmiş. Kanûnî Sultan Süleyman'ın beraberinde de seferlere iştirak eden Hüsrev Bey, bölgenin İslâmlaşmasında mühim bir rol oynamasının yanı sıra ticarî ve kültürel faaliyetlere de ön ayak olmuş.
Haziran 1541'de, Saraybosna'da vefat etmiş ve sağlığında bina ettirdiği caminin yanı başındaki türbeye defnedilmiş. Savaş meydanındaki başarıları dilden dile dolaşarak adeta bir efsane hâline gelen Hüsrev Bey, vefatının ardından "Gazi" olarak anılmaya başlanmış. İsmini verdiği külliye, türlü badireler atlatsa da cümle Bosna'nın en önemli İslâm eseri unvanıyla, zamana direnmeye devam ediyor.
Misafirden mûkime
Cumayı eda ettikten sonra, Başçarşı Camii’ne yetişmeye çalışsam da başaramıyorum. “Yâ nasip”imi çekip, çarşının biraz yukarısında kalan Svrzo’nun Evi’ne doğru yollanıyorum. Burası, Osmanlı yaşam tarzını günümüze taşıyan, büyükçe bir konak. Şimdilerde müze olarak hizmet veriyor ve giriş ücreti 5 KM. Dönemin Saraybosna Kadısı Munib Glodjo tarafından yaptırılan bina, haremlik ve selâmlık olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Geniş bahçesi, ahşap işlemeleri ve tavan süslemeleriyle dikkat çeken konak; zaman içinde, erkek çocuğu olmayan aileye damat gelen Hamid Svrzo’nun ismiyle anılır olmuş. Ailenin namıysa konağın bulunduğu sokakla yürümeye devam ediyor.
Farklı bir güzergâh takip ederek, yeniden çarşıya iniyorum. Köprüler vesilesiyle Milyaçka üzerinde zikzak çizerek, At Meydanı, İnat Evi ve Saraybosna Ulusal Kütüphanesi’ni görüyorum. Kütüphane, Avusturya-Macaristan işgali döneminde, belediye binası olarak inşa edilmiş görkemli bir bina. Bosna Savaşı sırasında kundaklama ve türlü saldırılarla tahrip edilen yapı, restore edildikten sonraysa kütüphane olarak hizmet vermeye başlamış ve çok da güzel olmuş. Girişte 10 KM ödemek koşuluyla, içerisini ziyaret etmek de mümkün. Gün batımı için, bir kez daha Sarı Tabya’ya çıkıyor, kararan havayla birlikte aşağı dönüyorum. Gazi Hüsrev Bey Camii’nin bitişiğindeki saat kulesinin hemen altında bulunan Pekara Imaret’in kiflalarından alıp, Morića Han’da çayla beraber atıştırıyorum. Bu, sonraki akşamların da âdeti olacak benim için. Artık kendimi şehrin mûkimi gibi hissediyor, bu rahatlıkla dolaşıyorum sokaklarda. Gece görüntüsünün güzel olduğunu tahmin ettiğim mekânları bir kez daha sıradan geçip, bol bol fotoğraf çekerek birkaç saat geçiriyorum. Sabah erkenden Mostar’ın yolunu tutacağım ve bu yolculuğun heyecanı, artık bastırılmayacak kadar büyük. Bosna’daki ikinci günüm, işte bu heyecana karışan yorgunlukla sona eriyor.
Mostar ile kavuşma
Cumartesi gününün ilk ışıklarıyla birlikte, Saraybosna Tren İstasyonu’nda açıyorum gözümü. Bir gün önceden aldığım bilette, oturacağım koltuğa dair herhangi bir bilgi yer almıyor. Ben de aldığım tavsiyelere uyuyor ve biletimde yazan vagonun sol tarafındaki cam kenarı koltuklardan birine yerleşiyorum. Bilhassa Neretva’ya kavuştuktan sonraki manzaraya dair büyük beklentilerim var; ancak hem hava kapalı hem de trenin camları epeyce kirli. Bir miktar burukluk hissetsem de gelip geçtiğimiz köy ve kasabalara, tren istasyonlarına büyük bir dikkatle bakıyor; uykusuz gözlerle bir o yana bir bu yana seğirten fanileri seyre dalıyorum. Yaklaşık iki buçuk saatlik yolculuk, içinde Mostar geçen Boşnakça bir anonsla nihayete eriyor. Trenden beraber indiğim kalabalıktan sıyrılıp, Mostar sokaklarını adımlamaya koyuluyorum. Elbette ki ilk hedefim Stari Most (Eski Köprü); namıdiğer Mostar Köprüsü! Şehrin yine epeyce tanıdık gelen ara sokaklarından geçip, birkaç dakika sonra, nicedir hâyalini kurduğum manzarayı dünya gözüyle görüyor; Mostar’a kavuşuyorum.
Bosna Savaşı’nın en şiddetli günlerinin kurbanlarından biri de “bu küçük mimarî mucize”ydi. Mimar Sinan’ın talebelerinden Mimar Hayreddin tarafından 1556 yılında tamamlanan köprü; 9 Kasım 1993 günü, Hırvat tanklarının saldırısıyla Neretva’nın kendine has renkli sularına karışmıştı. Aliya İzetbegoviç, bu yıkım karşısındaki ilk hislerini, “Bir an insanoğlundan nefret ettim.” cümlesiyle aktarıyor, Tarihe Tanıklığım kitabında. Bense çok daha ağır ifadeler kurup kaldırıyorum. Yine de bu menfi hisler çok uzun süre yer tutamıyor içimde; zira karşımda, kötüye yer bırakmayacak ölçüde bir güzellik var. Öylece dalıp gidiyorum bir süre. Her şey değişiyor o birkaç dakika içinde; zaman, insan, iklim… Tek bir şey değişmiyor: Mostar’ın tesiri. Dalıp gittiğim yerden, telefonumun zil sesiyle çıkıyorum. Şehirdeki ev sahibim Amel’le buluşmak üzere, bu güzel manzaraya şahit olmak için bolca vaktim olacağı sevinciyle, eve kırıyorum dümeni. Biraz sonra Amel’le buluşup, eşyalarımı bırakıyorum. Kendisine, Blagay Tekkesi’ne ve Poçitel’e gitmek istediğimi söyleyip, yardımcı olup olamayacağını soruyorum. İlk evvel çocuklarıyla ilgilenmesi gerektiğini söylese de eşiyle yaptığı kısa bir görüşmenin ardından, Blagay’a birlikte gidebileceğimizi söylüyor. Amel hem iyi bir ev sahibi hem de güzel bir insan. Bu notu peşinen düşüyorum; zira Mostar’a yolu düşeceklere, “Checkpoint Apartments” namlı dairesini tavsiye etmek, boynumun borcudur.
Blagay’da bir saat
Amel’in arabasıyla, Blagay Tekkesi’ne doğru yola çıkıyoruz. Çok gitmeden, ana yoldan biraz sapıyor Amel ve bir köprü üzerinde duruyoruz. Burası, Buna ve Neretva Nehirleri'nin kavuşup, Adriyatik’e doğru kol kola akmaya başladıkları yermiş. Bu kısa moladan sonra, üzüm bağlarının arasından kıvrılıp uzayan yirmi dakikalık bir yolculukla, adını, içinden geçen nehirden alan Buna’ya varıyoruz. Bu kez de bir caminin önünde duruyor Amel. Sultan Süleyman Camii’ni muhakkak görmelisin, diyor. Ben de bu tavsiyeye uyuyorum elbette. Ne var ki cami kapalı. Görmek eylemini, caminin dışıyla sınırlıyor ve artık Blagay’a ulaşıyoruz. Yine Amel’in tavsiyesiyle, Buna Nehri boyunca ilerleyen ve şirin evlerden müteşekkil bir köyden geçen yolun başında arabadan iniyorum. Bir saat sonra buluşmak üzere sözleşiyor ve ayrılıyoruz. Güzel havanın ve çiçeğe dönmüş meyve ağaçlarının da tesiriyle, kısa ama epeyce keyifli bir yürüyüşle, Buna’nın gün yüzüne çıktığı noktaya varıyorum.
İşte karşımda, hikâyesi ta 14. asra değin uzanan Blagay Tekkesi. Yalnızca bir saat arayla, fotoğraflarına her rastladığım hâyallere daldığım iki mekânı kanlı canlı görme imkânı veren Allah’a şükürler olsun. Nehrin karşı tarafından, artık klişe hâline de gelen Blagay fotoğraflarını çekiyor ve berideki köprüden geçerek, tekkenin içini ziyaret ediyorum. Tüm gördüklerimden geriye tek bir düşünce kalıyor dimağımda: Sanırım dünya üzerinde, tekke inşa etmek için daha güzel bir yer yoktur.
Blagay’da geçen bir saatin ardından, yeniden Amel’le buluşuyor ve Mostar’a dönüyoruz. Poçitel konusundaki ısrarımı, “İnşallah. Haber vereceğim…” diyerek yumuşatıyor bu güler yüzlü adam. Mostar’ın en güzel hâllerinden birini sunan Lucki Most üzerinde ayrılıyoruz. Günün geri kalanında; Koski Mehmed Paşa, Karagöz Bey, Hacı Kurt, Nasuh Ağa ve sokak aralarında karşıma çıkan irili ufaklı camilerin yanı sıra mezarlıkları ziyaret ediyor, Eğri Köprü’den geçiyor, Neretva kıyısında soluklanıyor, şehrin sokaklarında öylece dolaşıyorum. Ve elbette ki tüm bunları yaparken, karşıma çıkan her aralıktan kafamı uzatıp, bir başka Mostar manzarasına şahitlik ediyorum. Bütün bu güzellikler, akşam saatlerinde Amel’den gelen telefonla taçlanıyor. Pazar öğleden sonra Poçitel’e gidebileceğimizi söylüyor ve böylece bir heyecan dinmeden diğeri başlıyor.
Derin sükûtun kıyısında, “bir zamanlar”ın ortasında
Mostar’daki ikinci gün, yağmurla başlıyor. Şehrin bu hâlini de görecek olmak, ayrıca memnun ediyor ki bu konudaki haklılığım, Mostar’ı bomboş görmek fırsatını yakaladığımda ortaya çıkıyor. Kahvaltı, çay-kahve ve yağmurlu Mostar manzaralarıyla geçen sabah saatleri sırasını savıp da gün öğlene kavuştuğunda, tekrar Amel’le bir aradayız. Şimdiki hedefimiz, Poçitel. Osmanlıların Venediklilere karşı, bir sınır karakolu olmak vazifesiyle abat ettiği bu küçük kasaba; derin sükûtun kıyısında, “bir zamanlar”ın tam ortasındaki vakârıyla karşılıyor bizi.
- Boşnakçada “Başlangıç yeri” anlamına gelen isminin hakkını ziyadesiyle veren Poçitel’in hikâyesi, bilinen kaynaklarda geçen ve Balkanlar’ın muhtelif yerlerinden geldikleri isimlerinden anlaşılan 14 muhafız ile başlıyor. 16. asırdan itibaren bölgede sağlanan huzurla birlikte, sivil yerleşimci sayısı da hızla artış gösteriyor ve 1660’lı yıllarda buraya yolu düşen Evliyâ Çelebi’nin notlarına göre, kasabada 150 civarında hane bulunuyor. Zirvede konuşlu bir kalenin eteklerine kurulu Poçitel; Hacı Ali Camii, surları, kayağan taşından çatılı evleri, kervansarayı ve diğer binalarıyla, Osmanlı şehirciliğinin belki de en nadide örneği.
Onu nadide kılan özellikleri, bölgedeki yıkımdan muaf tutulmasına yeterli olmamış elbette. Bosna Savaşı sırasında Hırvat güçleri tarafından hedef alınan Hacı Ali Camii, minaresinden bombalanmış ve yıkılan minare, caminin kubbesine de ağır hasar vermiş. Geç de olsa savaşın yaralarını saran Poçitel’in Neretva kıyısındaki dingin ama kararlı bekleyişine de şahit oluyor ve son kez Mostar’a dönüyoruz. Ev sahibim ve mihmandarım Amel’le helâlleşip, o küçük mimarî mucizeye -şimdilik- son bir bakış attık sonraysa, yine tavsiyeler üzerine, Saraybosna’ya dönen trenin sağ yanında yer tutuyorum. Bu kez de kararan hava giriyor manzarayla arama. Tahmin edileceği gibi, bir kez daha “yâ nasip” düşüyor payıma. İki buçuk saatlik yolculukla Saraybosna’ya dönüyorum. Hayâl ile gerçek sarasında salınıp duran bir yorgunluk var üzerimde; ama şimdi buna teslim olmanın sırası değil. Daha gidilecek yolum var…
Bare’de bir âlim
Yeni haftaya, iki gün için kiraladığım arabayı teslim almakla başlıyorum. Pazartesinin erken saatlerinde, kiralama konusunda epeyce yardımını gördüğüm Ammar’la buluşup bir kahvesini içtikten sonra, Travnik’e varmak üzere yola çıkıyorum. Her ne kadar asıl hedefim Travnik olsa da, hazır araba da varken uğramak istediğim iki yer daha var. Bunlardan ilki, Saraybosna’nın biraz dışında kalan Bare Mezarlığı.
Bare; Müslüman, Ortodoks, Katolik ve Yahudi ahaliden binlerce insanın son durağı olan, 33 hektarlık alanıyla Avrupa’nın en büyükleri arasında yer alan devasa bir mezarlık.
Hâliyle de nice ünlü şahsiyetin kabri burada; Bosna’nın bağımsızlık mücadelesinin önemli isimlerinden Sırp kökenli General Jovan Dijvak, Boşnak halk müziği Sevdalinka’nın sembol seslerinden Emina Zecaj Ahmedhodziç, ülkenin önde gelen tarihçilerinden Muhammed Filipoviç… Beni Bare’ye sürükleyense Türkiye’de de çok kıymetli çalışmalara imza atmış bir isim: Prof. Dr. Tayyib Okiç.
1902 yılında, Osmanlı idaresinin son demlerini yaşayan Bosna’nın Tuzla bölgesinde dünyaya gelen Tayyib Okiç; İkinci Cihan Harbi’nin hemen akabinde ülkemize gelmiş ve vefatına değin burada kalmış. Türkçe, Arapça ve Latincenin de aralarında bulunduğu tam dokuz dil bilen âlim; sırasıyla Ankara Üniversitesi, Konya Yüksek İslâm Enstitüsü ve Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü’nde görev yapmış. Tefsir, hadis ve fıkıh alanlarında dersler okutup çalışmalar yapan Okiç, yüzlerce talebe yetiştirmiş ve ardında muazzam bir ilmî miras bırakmış. Ne var ki tüm bu hizmetlerine rağmen bir türlü Türk vatandaşlığı alamamış. 9 Mart 1977’de, o sırada görev yaptığı Erzurum’da vefat eden Tayyib Okiç, ülkesine getirilerek, Bare Mezarlığı’na defnedilmiş. Buralara kadar gelmişken, böylesi mümtaz bir şahsiyetin kabrini ziyaret etmemek olmazdı elbette. Bare’deki binlerce mezar arasında bir süre dolaştıktan sonra, nihayet Okiç’in nevi şahsına münhasır mezar taşına rastlıyorum. Tayyib Okiç; mezarlığın ortasından devam eden ana yolun biraz yukarısında, sol tarafa düşen M4 adasının hemen ilk sırasında medfûn. Kabir ziyaretinin gereklerini yerine getirip, bir sonraki durağıma devam ediyorum.
Ahmici’den kalanlar
Saraybosna’dan Travnik’e giden yolun bir kısmı otoban. Bu, ülkedeki diğer şehirlerarası yolları gördükten sonra, epeyce konforlu bir imkân. Girişteki gişede ödenen 5 KM karşılığında bu yolu kullanıp, en azından Zenitsa’ya kadar rahat bir yolculuk yapmak mümkün oluyor. Otobanın Zenitsa kavşağından Vitez’e doğru ayrılıp, yeniden tek gidiş-tek gelişli yola bağlanıyorum. Kalabalık trafikle birlikte hayli yavaş birkaç kilometre katettikten sonraysa Ahmici’ye varıyorum. Ahmici, savaş döneminde büyük bir katliama sahne olan ve bu acının izlerini hâlâ taşıyan bir köy. 16 Nisan 1993’te, Hırvat Savunma Konseyi (HVO) güçleri tarafından basılan Ahmici’de 32’si kadın, 11’i çocuk olmak üzere en az 116 Boşnak sivil vahşice katledilmiş. “En az 116” dememin sebebiyse bugün bile cenazesine ulaşılamayan kayıplar olması. Gözünü kan bürüyen Hırvatlar, köydeki camileri ve Müslüman haneleri de yakıp yıkmış.
Köydeki katliama dair fotoğraflardan, bombalanarak yıkılmış görüntüsüyle hafızama kazınan Aşağı Ahmici Camii’nin önünde, kurbanların hatırasını yaşatmak için yapılan anıtı ziyaret ediyorum. Caminin yan tarafında, katliamdan sonra çekilen fotoğrafların sergilendiği küçük bir yapı var. Duvarlardaki fotoğrafları daha önce görmeme rağmen, bu insanlık ayıbı manzaralarla olay mahallinde yeniden karşılaşmak, içimi ürpertiyor. Kendimi dışarıya attığımda, güleç yüzlü, genç bir adamla karşılaşıyorum. Selâm verip, nereli olduğumu öğrendikten sonra, Türkçe olarak kendini tanıtıyor: “Adım Mahir, köyün imamıyım.” Bir gün birinde, bir gün diğerinde beş vakit kıldırmak suretiyle, Ahmici’deki iki camide birden görev yaptığını söyleyen Mahir Hoca; Türkçeyi, köye yol düşüren Türk ziyaretçilerden öğrenmiş. Yılda 15 bine yakın Türk’ün Ahmici’yi ziyaret ettiğini söylüyor ve bundan duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Bu girizgâhın ardından, Ahmici’de yaşananları ve bugünkü durumu bir de kendisinden dinliyorum. Köyde bir arada yaşayan Boşnak ve Hırvatlar arasına giren kan, ortadan kalkmış değil anlattıklarına göre. İki halk arasında bir iletişim hâlâ söz konusu olmadığı gibi, buna vesile olacak gündelik hayat pratikleri de yok. Mahir Hoca ile vedalaşırken, katliam kurbanlarının defnedildiği mezarlığı da ziyaret etmek istediğimi söylüyorum; ne var ki bunun çok mümkün olmadığı karşılığını alıyorum. Mezarlığı tarif etmeye yetmeyen Türkçesiyle, “Bir yön tabelası bile yok. Vitez’de Hırvat çok, belediye de onlarda. Köyün girişindeki tabelayı koymak için bile dokuz yıl mücadele ettik.” diyor. Kendisiyle vedalaşıp, köyün yukarısındaki diğer camiye doğru yollanıyorum yürüyerek. Bütün bu yürüyüş boyunca nice şey gelip geçiyor aklımdan ve hemen hepsi de aynı yere uğruyor muhakkak. Bir gece yarısı bu köyde kopan feryatlar, şimdinin huzursuz sessizliğinde hem ne kadar uzak hem ne kadar yakın…
“Vezirler Şehri” Travnik
Ahmici’de üstüme çöken ağırlık, yolun kalanı boyunca bana eşlik etse de planıma sadık kalıyor ve Travnik’e uzanıyorum. Burası, bağrından çıkardığı onlarca üst düzey Osmanlı bürokratıyla zaman içinde “Vezirler Şehri” namıyla anılır olmuş. Şehrin içinde arabayla kısa bir tur attıktan sonra, böylesi küçük bir yerden nasıl olup da bunca devlet adamı yetiştiğine hayret etmemek elde değil. Arabadan kurtulup, şehrin simgelerinden kaleye (Stari Grad) tırmanmakla başlıyorum geziye. 15. asrın ilk çeyreğine tarihlenen kale, hâkim bir tepede konuşlu. Surları, hendekleri ve kulesiyle tipik bir Orta Çağ kalesi olan yapı, Travnik’in nüvesi.
Fatih Sultan Mehmed’in Bosna seferiyle fethedilen kale, kısa süre içinde bilhassa Müslüman ahaliyi eteklerinde toplamış; fetihten bir asır sonra da gelişmiş bir şehir olarak tezahür etmiş.
Travnik Kalesi, müze olarak hizmet veren kulesi ve şehri kuş bakışı görmeye imkân sağlayan konumuyla, ziyaretçilerini ağırlıyor. Ben de 2,50 KM karşılığında, bu imkândan istifade ediyorum. İlk bakışta dikkatimi çeken, irili ufaklı birçok minare oluyor elbette. Manzaranın en solunda kalan mezarlık, şehrin kıyısından dolanıp Laşva Nehri’ne bağlanan Göksu Irmağı (Plavo Voda), Elçi İbrahim Paşa Medresesi (Feyziye Medresesi), Alaca Camii (Süleyman Paşa Camii), Varoş Camii… Her birine, âdetim olduğu üzere önce bir tepeden bakıyor; şehri mümkün olduğunca hıfzediyorum. Kaledeki seyrim, ezan sesiyle bölünüyor biraz sonra. Planım, ikindi namazında Alaca’ya yetişmekti. Bosna’daki camilerin durumundan bahsetmiştim, o sebeple vakitlice caminin içini görmek istiyordum. Ne var ki zaman yine akıp gitmiş. Bir telaşla kaleden ayrılıyor ve hızlı adımlarla merkeze “yuvarlanıyorum”. Allah’tan memleket Trabzon da yokuşlar konusunda idmanlıyım.
Alaca’da bir cenaze namazı
Travnik’in çarşısına inip de Alaca’ya yanaştığımda, camiye yetişememe telaşının yerini bir şaşkınlık alıyor. Caminin avlusunda ve etrafında, Gazi Hüsrev Bey’deki Cuma namazında dahi görmediğim ölçüde bir cemaat var. İlk aklıma gelen ihtimal, ikindiye müteakip bir cenaze olabileceği. Kalabalığa karışıp, avludan içeriye giriyorum ve tahminimi üzülerek doğruluyorum. Git gide artan kalabalık içinde fesleriyle arzıendam eden insanlar çekiyor dikkatimi biraz sonra. Etrafta dolaşıp, bu şahitliğimi kayıt altına almaya koyuluyorum. Cemaat bütünüyle hazır olduğundaysa saf tutup, kim olduğunu dahi bilmediğim din kardeşime son görevimi yerine getiriyorum. Cenaze sonrasında etraftakilerden öğrenemediğimi, yerel bir haber sitesinden öğreniyorum. 84 yaşındaki Şeyh Hacı İbrahim Alibasiç’miş göçen. Kendisine dair detaylı bilgi edinemesem de şehrin kıymetli simalarından biri olduğu anlaşılan amcamızı uğurlayıp da kalabalık dağıldığında, Alaca Camii ile baş başa kalıyoruz.
Açık kalan kapıdan içeriye atıyorum kendimi ve baş döndürücü bir güzellikle karşılaşıyorum. Nadide ahşap işçilikleri, rengârenk duvar süslemeleri, rumi motifleri, hayrete düşüren detaylarıyla muazzam bir eser burası. İlk olarak 16. asırda inşa edilen cami, sonraki bir asırda tahrip olunca, 1757’de yeniden yapılmış. Ne var ki cami bu kez de büyük bir yangının kurbanı olmuş. 1816’da, Vezir Süleyman Paşa tarafından bugünkü hâliyle bina edilen cami, İkinci Cihan Harbi’nin akabinde de bir restorasyon geçirmiş. Nihayet birkaç yıl evvel, Vakıflar Genel Müdürlüğümüz marifetiyle şimdilik son kez elden geçirilen bu kıymetli eser, Nisan 2019’da yeniden ibadete açılmış. Alaca’nın bütün güzelliklerinin hakkını vermeye gayret ediyor; her bir detayını yakından inceliyor ve kayıt altına alıyorum. Vakit, bir güzelle daha arama giriyor tabii. Karanlık bastırmadan görmem gereken birkaç yer daha var...
Epeyce sürpriz bir karşılaşma
Alaca’nın ardından, benden başka kimsenin almadığı yerde, şehrin mezarlığında alıyorum soluğu. Mezarlıkların birer tapu senedi hükmünde olduğuna dair veciz söz, Bosna’da dolaştıkça daha da anlamlı geliyor. Yaşarken bir milleti vücuda getiren bu insanlar, mezar taşlarıyla da akıp giden tarihin yatağının değişmesine mâni oluyor adeta. Kıyâmeti beklerken ifa edilen, ne kıymetli bir vazife…
Mezarlık ziyaretimi tamam edip, hemen karşıdaki İbrahim Paşa Medresesi’ne seğirtiyorum. Göksu’nun Laşva’ya bağlandığı yerden karşıya geçen küçük köprünün üstünde, tuhaf bir şekilde epeyce tanıdık gelen bir çift göze değiyor gözlerim. Beş yıl evvel Bosna’ya yolu düşen bir arkadaşla sohbetimiz sırasında, Travnik’te, Alaca Camii’nin avlusunda fotoğrafını çektiği bir çocuktan bahsetmiş ve telefonunun ekranını süsleyen o fotoğrafı göstermişti. Kucağında bir köpek yavrusu ve yüzünde mahcup bir gülümsemeyle poz veren bir oğlan çocuğu vardı fotoğrafta. “Belki rastlarsın oralarda” diye de eklemişti bahsi kapatırken. İşte şimdi birkaç metre ötemdeki bakışlar, o fotoğraftakine çok benziyor! Heyecanla, bu tanış bakışların sahibinin yanına yaklaşıp, selâm ediyorum. Adının Enis olduğunu öğrendiğim delikanlıya, o fotoğrafı gösteriyorum. Yaşadığı mutluluk ve şaşkınlık, ufak tereddütlerimi de gideriyor. Sevinçle kucaklaşıyoruz. Onun İngilizcesi, benim de Boşnakçam sohbeti sürdürmemize imkân vermiyor ne yazık ki. Tabii birkaç fotoğrafını çekmem için, konuşmaya ihtiyacımız yok; basıyorum deklanşöre. Belki benden sonra gideceklerin yolu da Enis’le kesişir, kim bilir…
Bir heves, bir âdet, bir ferman
Enis’le vedalaşıp, İbrahim Paşa Medresesi’ne geçiyorum artık. Kapı önünde, mahcup hâlleriyle beni karşılayan kız öğrencilerin yanından geçip, binadan içeriye giriyorum. 1700’lü yılların başında, Elçi İbrahim Paşa tarafından kurulan medrese, bugün hâlâ İslâmî ilimler alanında talebe yetiştiriyor. Günümüzdeki şekline 1894’te kavuşan yapı, yakın zamanda Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) tarafından kapsamlı bir restorasyondan geçirilmiş. Binanın içinde, hemen sağ tarafta, 1894 tarihli bir kitâbe bulunuyor. Travnikli hattat Fevzi Efendi Duliç tarafından yazılan kitâbe, cümle Balkan coğrafyasının en nadide hat örneklerinden biri olarak biliniyor. Hazindir ki medresenin önemli bir kısmı, 1950’li yıllarda başlayan demiryolu projesi sebebiyle yıkılmış. Yine de geri kalanının güzelliği ve daha ilk anda hissettirdikleriyle, insanı öğrencilik yıllarına dönmeye heves ettiriyor.
Elçi İbrahim Paşa Medresesi’ne talebe olmak için biraz geç kaldığımın idrakiyle, bir hevesimi daha kursağıma atıyorum. En azından hâlâ yetişebileceğim bir yerler var, medreseden ayrılıyorum. Travnik’teki son durağım, namını çokça duyduğum Lutvina Kahve. Göksu kıyısındaki bu küçük mekân, kahvesinin lezzetinden ziyâde sunuş âdetiyle alâkamı cezbediyor. Kapı önünde bir masaya ilişiyor ve hiç de sürpriz olmayan şekilde bir kahve rica ediyorum. Biraz sonra önüme gelen küçük tepside, artık alışık olduğum üzere boş bir fincan, kahve dolu bir cezve ve bir lokum var. Alışık olmadığımsa bunların yanı sıra tepside yer tutan bir adet Drina sigarası ve Lutvina’ya özel bir kutu kibrit. E bu ikramı geri çevirmek olmaz; hakkını veriyorum. Kahvenin ardından şöyle bir içeriye göz atıyorum.
- Duvarda asılı bir çerçeve dikkatimi çekiyor; Fatih Sultan Mehmed’in 28 Mayıs 1463 tarihli fermanı. Orijinali Foynitsa’da bir Fransisken Katolik kilisesinde bulunan ferman, Bosna’nın fethi sonrasında bölgede yaşayan Fransisken tarikatı mensuplarına “emn-ü emân” bahşediyor.
Fermandan tam 530 yıl sonra Ahmici’de yaşananlar düşüyor hatırıma. Sonra yarın için yaptığım plan ve gideceğim yerde göreceklerim… Yeniden o ağırlık çöküyor üzerime. Bu hâl ile artık akşamı yaşayan Travnik sokaklarında son bir tur daha atıyor, dönüş yolunu bitiriyor, Saraybosna’ya varıyor, kafamı yastığa koyuyorum. Sabah ola, hayrola…
Karlı dağlardan kanlı topraklara
Bosna sınırları içindeki en soğuk ve en kasvetli günüm. Gökyüzü, o günkü planıma yakışmak telaşıyla giyinip kuşanmış gibi daha Saraybosna’dan çıkmadan. Bugün için iki planım var; kuzeybatı yönünde, iki saatlik mesafedeki Srebrenitsa’ya gitmek ve onun güneydeki izdüşümünde kalan Vişegrad’a uğramak. Her halükârda aşmam gereken bir engel var önümde: Romaniya Dağı!
Saraybosna’nın hemen çıkışından itibaren, ülke yüz ölçümünün yüzde 49’una denk düşen Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyeti başlıyor. Gözle görülmeyen bir geçitten geçmişçesine, buradan itibaren her şey bir anda başkalaşıyor. Tabelalardan Latin harfleri kalkıyor, manzaradaki renkler silikleşiyor, direklere çekili bayraklar değişiyor…
Bu ilk gözlemler eşliğinde, Romaniya’nın yokuşlarından aşmaya başlıyorum. Yol, ülkemizde artık pek de karşılaşmadığımız kadar dar ve kıvrımlı. Kendimi, memlekette bir yaylaya çıkıyor gibi hissediyorum. Râkım arttıkça, havanın kuşandığı renk de değişiyor elbette. Biraz sonra bastıran kar yağışı, son yarım saatte değişen görüntüyü bütünüyle örtüyor. Beyaza bürünmüş çam ormanlarının ortasından usulca salınıyorum bir sağa, bir sola. Döne döne tırmandığım tepeleri, hemen aynı manevralarla iniyorum. Gözüme kestirdiğim bir yerde mola verip, Romaniya eteklerinde uzanan o bembeyaz köylere bakmayı ihmâl etmiyorum. Yokuşları bitirip de düze vardığımda ise Sokolçe’yi geride bırakıyor ve beyaz örtüden sıyrılıp çıkıyorum. Yolun geri kalanı boyunca yârenim olan yağmur, Srebrenitsa’ya yaklaştıkça şiddetini artırıyor. Yağmurun şiddeti, 27 yıl evvel burada yaşananların yanında epeyce sakin kalıyor elbette.
Bratunas’tan son bir sağa dönüşle, artık beni Potoçari’ye ulaştıracak yola sapıyorum. İstemsizce çekiyorum ayağımı, arabanın gaz pedalından. Bu on kilometreyi biraz aşan mesafeyi mümkün olduğunca ağırdan alıyorum. Srebrenitsa’ya dair bildiğim, gördüğüm, işittiğim ne varsa hücum ediyor zihnime. En çok da Nihad Çatiç’in sesi çınlıyor kulağımda: “Srebrenitsa, devasa bir mezbahaya dönüyor!” Birkaç yıl evvel tesadüf ettiğim ses kaydı vesilesiyle gönül bağı kurduğum Nihad’ın hâlâ mezarı olmamasına ayrı; annesi Hayra Çatiç’in, oğlunun kemiklerine dahi kavuşamadan bu dünyadan göçmesine ayrı üzülüyorum tekrar ve tekrar. Tüm bunları düşünürken yol bitiyor ve Potoçari Anıt Mezarlığı’na varıyorum. Şimdi artık üzülecek çok daha fazla hikâyeyle karşı karşıyayım. Hava koşullarının da etkisiyle olsa gerek, soykırım kurbanlarından başka kimselerin olmadığı mezarlıkta dolanıyorum öylece. Çoğunluğu erkek, çocuklardan ihtiyarlara değin binlerce mezar taşı…
Srebrenitsa, Bosna Savaşı’nın artık son demlerinde, Temmuz 1995’te, modern tarihin en vahşi soykırımlarından birine sahne olmuştu. Ay başından itibaren şehri kuşatan Sırplar, 10 Temmuz’da, merkeze bir kilometre kalıncaya kadar yaklaşmış ve hedef ayırt etmeksizin bombardımana başlamıştı. Nihad Çatiç de işte o son radyo yayınını o gün yapmış ve akabinde de arkadaşlarıyla birlikte, orman yolundan Tuzla’ya doğru hareket etmişti; tıpkı düşmanlarının insafına terk edilen diğer binlerce Boşnak gibi… Potoçari’deki eski bir akü fabrikasında konuşlu Hollanda askerlerinden müteşekkil Birleşmiş Milletler Barış Gücü, bir yandan bölgeyi savunmaya gelmeye çalışan Boşnak güçlerini durumun kontrol altında olduğuna ikna ederken, diğer yandan da kendilerine sığınan binlerce sivili “Bosna Kasabı” Ratko Miladiç liderliğindeki Sırplara teslim etmişti. Buradan sonrası ise insanoğlunun ne denli vahşileşebileceğinin en çarpıcı kanıtlarından biri olarak tarihe geçecek; en az 8 bin 372 Boşnak sivil, Sırp güçleri tarafından vahşice katledilecekti. Günler ve gecelerce devam eden soykırım sırasında herhangi bir müdahaleyle karşılaşmayan Sırplar, tahayyül ettikleri her bir caniliği hayata geçirmiş; gruplar halinde katlettikleri Boşnakları yine öylece toplu mezarlara doldurmuşlardı. Üstelik yalnızca öldürmekle de yetinmemiş; tecavüz ve işkenceyi de günahları arasına eklemekten çekinmemişlerdi.
- Avrupa’nın orta yerinde, çok da uzak olmayan bir tarihte yaşanan bu mezalimin kurbanları; her yıl, soykırımın yıl dönümünde, 2003 yılında oluşturulan bu anıt mezarlığa defnediliyor. Sene içinde kimliği tespit edilen kurbanlar, her 11 Temmuz günü düzenlenen törenle toprağa veriliyor.
Geçtiğimiz 11 Temmuz’da defnedilen 71 cenazeyle birlikte, bugüne değin en azından bir mezar taşına kavuşan soykırım kurbanlarının sayısı 6 bin 575’e yükselmiş. Bini aşkın kurban ise uğradıkları malûmu ilâm edecek bir kanıta ulaşılmasını bekliyor, 27 yıl sonra dahi tespit edilemeyen bir yerlerde.
Potoçari’de bir yiğit
Srebrenitsa’daki her karış toprakta, her bir taşta, her santim duvarda hissedilen ölüm; ziyaretim boyunca bir duman hâlinde gelip çöküyor Potoçari’ye. Bilmediğim bir süre boyunca mezarlar arasında dolaşıyor, birer şeref nişanesi mesabesindeki taşları tek tek okuyorum; ne var ki bu eylem, burada yaşananları unutturmuyor.
Anıt mezarlığın yukarı tarafından aşağı dönerken, diğerlerinden hemen ilk bakışta ayrılan bir kabre rastlıyorum. Diğerlerinden ayrılıyor; zira artık gözümün alıştığı “El Fâtiha”nın yerini bir haç alıyor. Tanıyorum hemen kendisini: Hren Aleksandar Rudolf!
Soykırım sırasında 35’inde olan Rudolf, Katolik bir Hırvat. Çocukluktan itibaren bir arada yaşadığı arkadaşlarını, Sırp kuşatması sırasında da terk etmeyen bu yiğit insanın cenazesi; soykırımdan yıllar sonra, omuz omuza ölüme gittiği arkadaşlarıyla aynı toplu mezardan çıkarılmış. Ailesinin ricası üzerine yine arkadaşlarıyla omuz omuza olacağı Potoçari Anıt Mezarlığı’na defnedilen Rudolf, buradaki tek gayrimüslim. Srebrenitsa’ya yolu düşenlerin, Rudolf’un kabrini ziyaret edip aziz hatırasına saygı sunması da buraya dair ödevlerimizden biri olmalı sanırım.
Duvarların dili var
Anıt mezarlık ziyaretinin ardından, girişi yolun biraz yukarısında bulunan akü fabrikası yerleşkesine geçiyorum. Girişteki ilk yapı, Hollandalı askerler tarafından karakol olarak kullanılan ve bugün Srebrenitsa Hatıra Müzesi olarak hizmet veren bina. Buranın kapısında, İngilizce bilmeyen bir görevli tarafından durduruluyorum. Jest ve mimiklerinden, beni içeriye alamayacağı anlamını çıkarsam da girmekte kararlıyım. Bir süre derdimi anlatmaya çalıştıktan sonra, içeriden genç bir beyefendi geliyor. Ne var ki onunla da aynı dilde buluşamıyoruz. Birkaç dakika devam eden mücadele, beklememi söyleyerek gitmesi ve kısa süre sonra da yanında bir hanımefendiyle geri dönmesiyle neticeye varıyor; nihayet anlaşabileceğim bir muhatap buluyorum. İsmini unuttuğum bu genç hanım, müzenin ve akü fabrikasının ziyarete kapalı olduğunu; zira soykırımın bir sonraki yıl dönümü için yeni bir çalışma yürüttüklerini söylüyor. Israrımdan vazgeçmiyor ve bir daha buraya gelemeyeceğimi, hızlıca da olsa içeriyi görmek istediğimi ifade ediyorum. Türkiye’den geldiğimi öğrenince, “Ooo komşi!” deyip, telefona sarılıyor. Kısa bir görüşmeden sonra, beni içeriye alacağı müjdesini veriyor; ancak bir bölüme girmemem gerektiğini tembih ediyor. Birlikte müzeye giriyoruz. Genç hanım, kısa bir bilgilendirme yapıp, yanımdan ayrılıyor. İki katlı bina, soykırım öncesi, sırası ve sonrasının fotoğraf ve videolarla anbean canlandırıldığı bir yer. Her oda, sürecin bir anına dair acı hatıralarla dolu. Müzenin en dikkat çeken yanıysa Hollandalı askerlerden geriye kalanlar. Bölgedeki sivilleri korumakla görevli olan bu insanların, dışarıda onlarca acı yaşanırken içeride nelerle uğraştıklarını görmek, gerçekten sinir bozucu. Bu duvar yazı ve çizileri arasında bir tanesi var ki Hollandalıların ve BM’nin Boşnaklara bakış açısını gözler önüne seren çarpıcılıkta:
“No teeth…? A mustache…? Smel like shit…? BOSNIAN GIRL! (Dişi yok…? Bıyığı var…? Bok gibi kokuyor…? BOSNALI KIZ!)”
Hatıra müzesindeki turumu tamamlayıp, içeriye girmeme yardımcı olan hanımefendiyle tekrar buluşuyorum. Birlikte akü fabrikasına doğru geçerken, içerinin “çok çok çok çok çok soğuk” olduğu yönünde beni uyarıyor ve fabrikanın kapısı önünde içeriyi tarif ettikten sonra da yanımdan ayrılıyor. Aralık kapıdan geçip, soykırımın hemen öncesinde binlerce Boşnak sivilin sığındığı bu eski akü fabrikasının köhne koridorlarında ilerliyorum. Kulağımdaki uğultu, süresi dolmuş bir sergiden geriye kalanlar eşliğindeki bu yürüyüş boyunca artıyor. Bir zamanlar çok büyük acılara sahne olan mekân, iliklerime kadar titrememe sebep olan bir atmosfere sahip. Kadın, erkek, çocuk, ihtiyar binlerce masumun nefesi, bu melun binanın duvarları sinmiş adeta. Yaklaşıp yakından bakıyorum; ama dokunmaya cesaret edemiyorum. Sanki bir şey beni içine çekecek, 1995 Temmuz’unun orta yerine bırakacak gibi geliyor. Geldiğim yolu hızlıca geçip, dışarıya atıyorum kendimi; tahammül sınırlarını aşıyor burası. Benimle ilgilenen görevlilere acele birer teşekkür bırakıp, arabaya geçiyorum.
Vişegrad’a varamadım
Potoçari, düşündüğümden çok daha büyük bir tesir uyandırıyor ruhumda. Ete kemiğe bürünen kasvet, göğsümü sarmalıyor. Soğuğa aldırmadan arabanın camını açıyor ve gelişimin zıttı bir süratle çıkıyorum bölgeden. Niyetim, Vişegrad’a geçmek. Sokolçe’ye kadar dönüp, oradan Vişegrad yönüne ayrılmalıyım. Buraya kadar planıma sadık kalsam da hem hâletiruhiyem hem saatin epeyce ilerlemesi hem de dönüş yolunun karlı olması sebebiyle, Drina Köprüsü’nü (Sokollu Mehmed Paşa Köprüsü) görme hâyalimi bir başka sefere erteliyorum. Hoş, Mimar Sinan imzalı köprüyü merkezine alan Drina Köprüsü romanıyla dünyaca üne kavuşan, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazar İvo Andriç’in memleketi Travnik’te bulunan evine varamamış; daha doğrusu yetişememiştim. Bir “yâ nasip” daha çekiyor ve içimdeki zulmet yolumun üstüne çöreklenmeden Romaniya’yı şimdilik son kez aşıyorum. Bütün dönüş yolları gibi, bu da gidişten kısa sürüyor ve akşam ezanı eşliğinde Saraybosna’ya varıyorum. Günün geri kalanı, artık gözüm kapalı dolaşabileceğim sokaklarda gelip geçiyor öylece. Bu hâl, Bosna’daki son günümde de devam edecek…
Hoşça kal Güzel Bosna!
Çarşamba günü, resmen olmasa da fiilen Bosna’daki son günüm. yarının sabahında dönüş uçağı için havalimanının yolunu tutacağım. Dolayısıyla bugünü dolu dolu geçirmek niyetiyle, erkenden Başçarşı’ya atıyorum kendimi. Kahvaltı ve hediyelik alışverişini aradan çıkardıktan sonra, Markale Pazarı’nı ziyaret ediyorum. Burası, Bosna Kuşatması sırasında Sırpların şehirde hedef aldığı noktalardan biri. Şubat 1994 ve Ağustos 1995 tarihli iki ayrı saldırıda toplam 105 kişi hayatını kaybetmiş, 234 kişi de yaralanmış. Bölgeye düşen top mermilerinden kalan izler, özel bir malzemeyle doldurularak birer anıta dönüştürülmüş. Bu hâlleriyle bir çiçek aranjmanını çağrıştıran anıtlar, “Saraybosna Gülü” olarak anılıyor. Sayıları 50’yi bulan Saraybosna Güllerine şehrin muhtelif yerlerinde rastlanıyor. Elbette ki Saraybosna’ya düşen top mermisi sayısı, bu kadar az değil. Mermi izlerinin anıtlaştırılması, zaman içinde birtakım kurallara bağlanmış ve savaşın en belirgin izlerinden olan bu anıtların sayısı da günden güne azalmış.
Öğleden sonra bir kez daha Kovaçi’ye tırmanıyor ve Aliya İzetbegoviç’e veda ediyorum. Elbette ki veda, yalnızca bilge liderle sınırlı değil. Dünya gözüyle gördüğüme ziyadesiyle memnun olduğum birçok mekânla vedalaşıyorum birkaç saat boyunca. İkindi vakitlerindeyse uzun bir yürüyüşle, şehrin biraz dışında kalan Yahudi Mezarlığı’na düşürüyorum yolumu. Hem genişçe bir yay çizerek son bir Saraybosna turu atmış oluyorum hem de her daim ilgimi çeken bu korku filmi setini andıran mezarlıklardan birini daha yakından görüyorum. Osmanlı himâyesi altında, 16. asrın sonlarından itibaren Balkan şehirlerine yerleşmeye başlayan Sefarad Yahudilerinin merkez üssü, Saraybosna olmuş. Avusturya Macaristan işgali sırasında çok sayıda Aşkenaz Yahudi’nin de şehre göç etmesiyle birlikte, 1920’li yıllarda Saraybosna’da ikâmet eden Yahudi sayısı on bini aşmış. İkinci Cihan Harbi ve devamındaki yarım asırda sayıları hızla azalan Yahudiler, bugün ülkenin farklı şehirlerinde yaşayan birkaç yüz kişilik nüfusa sahip. Avrupa’nın en büyük Yahudi mezarlıklarından biri olan Saraybosna Yahudi Mezarlığı da bakımsız görüntüsüyle, zaman içindeki bu değişimin izlerini taşıyor.
Bu son mezarlık ziyaretinin ardından, batmakta olan günün güzel ışığı eşliğinde, Milyaçka boyunca yürüyorum. Son birkaç saatimi geçirdiğim Başçarşı’da, aklımda yer eden birkaç tatlı ve yemeği daha tadıyorum; tufahiye adlı elma tatlısı, hurmaşitse, begova çorbası, soğan dolması… Artık dönüş yolculuğu için gerekli formaliteleri tamamlamaya başlamadan evvel, her biri birbirinden lezzetli bu yöresel yemek ve tatlıların denenmesini de tavsiye etmiş olayım. Bosna, her anlamda hâyal ettiğimden çok daha fazlasını bulduğum, birbirinde kıymetli hatıralar biriktirdiğim bir diyâr oldu. Tez vakitte, bir de yaz günlerine ve yemyeşil hâllerine şahit olmak üzere tekrar yol düşürmek nasip olur inşallah. Yâ nasip!..
Yine bir Perşembe gününün sabah saatlerinde, çantalarımı yükleniyor ve geldiğim yoldan, 103 numaralı troleybüsü kullanarak havalimanının yolunu tutuyorum. Hiçbir zaman düşmanına benzemeyeceği için, gireceği her harpten muzaffer çıkacağına emin olduğum güzel insanların güzel Bosna’sına yine Yûnûs Emre’nin dizeleriyle veda ediyorum, uçağın o küçük penceresinden:
“Adımız miskindir bizim,
Düşmanımız kindir bizim.”
Bosna’ya dair tecrübe ve birikiminden epeyce istifade ettiğim Taha Kılınç ağabeyime; yine yardımlarıyla seyahatimi hem kolaylaştırıp hem güzelleştiren Melike Kübra Yaltırak, Hatice Şeyma Kara, Hasbi Yılmaz ve Halit Abdurrahman Ergün’e; yoldaşlığını esirgemeyen dostum Mustafa Çalış’a şükranlarımla…
(Fotoğraflar: İsmail Çağılcı)