Bir zamanlar Karadağ’da

P1 yolundan muazzam Kotor manzarası.
P1 yolundan muazzam Kotor manzarası.

Köydeyim… Bir sonbahar akşamının sükûtu ve bir kapı eşiğinin gıcırtısında, aynı vakitteyim elân. Bir ziyaretin daha sonuna gelmenin burukluğuyla, boş gözlerimi etrafta gezdiriyorum. Ömrünü tamam edip de arzın cazibesine mağlup düşen yapraklar misâli öteden beriye savrulup duruyorum anılar diyârında. Görülen geçmiş zamanla rivâyet edilen arasına kurulu bir salıncaktır bu dünya ne de olsa, buralara uğrayınca sabiye kesen zihnimi sallıyorum. Hatırlanmadıkça dibe çöken ne varsa çalkanıp havalanıyor; bir yerlerden yahut bir zamanlardan tanış gelen çifter çifter zaranbula, etraf denen bu perdede arzıendam eyliyor biraz sonra. Zaman ve mekân mefhumlarının ilgasını temâşâ ediyorum, minik havaîlerden dağılan, sarıya çalar huzmelerde. Omzuma attığım hırkayı şöyle bir çekiştirip eşyaya bağlandığım pamuk ipliğini de koparınca, dünya yüklü kervanlara karışıp, hîn-i sefere çıkmışların etraftan nazar ettiğini fark ediyorum. Eline doğduğum büyükler, gözünde tüttüğüm küçükler, camiden dağılan pirifâniler, tay çuvalına oturmuş “fındık atlayan” kocakarılar, tırmızadan dönen delikanlılar, hanifta yanaklı terütâzeler, fuska kokulu çocuklar… Hiyerarşi gözetmeksizin birbirlerine karışıyor ama intizâmı da elden bırakmaksızın bir geçit resmi tertipliyorlar. “Ne çok insan tanıdın be İsmail, amma göz değip geçti etrafından!” diye döndürüveriyorum aklımın köşelerinden ve yolun sonuna vardırıyorum, camiye inen yokuştan aşağı. Evvelden köyün mezarlığında denk geldiğim eskiler, hangi mezarın sahibi kimdir tek tek anlatır ve “diriden çok, ölü tanır olduk” diye dertlenirlerdi. O vakitler mânâsını pek kavrayamadığım sözler, ezanı duymuşum da “Aziz Allah!” diyormuşum gayriihtiyârîliğiyle taşıyor ağzımın içinden son birkaç ziyarettir.

Bilhassa köylerde yaşayan büyüklerin vefâtı, yalnızca bir akrabanın, komşunun göçüp gitmesinden çok daha ağır yükler taşıyıp götürüyor beraberinde; bir ocak sönüyor, bir kapı kapanıyor ve bir dünya berhava oluyor o son nefeste. Mevsimden mevsime artıyor böylesinin sayısı bu diyârda. Bir vakitler şenlik yerinden farksız o avlular, mil çekilmiş gözleriyle herkesi yabancı belleyen donuk, renk vermeyen yüzlere hapsolmuş gibi. Pencere kanatları sanki hiç “bu âlemde çok yeniyim” ciyaklaması işitmemiş, kapılar sanki hiç ekmeğin arasından sızan reçelin yapış yapış ettiği avuçlardan öpmemiş, eşikler sanki hiç içindeki dünyaya artık dar gelen başları bağrına basmamış… Beni büyütüp de bir kulaç olsun göğe uzanmayan, saçıma sakalıma ak düşerken rengârenk salınmaktan ar etmeyen nar peki? Sanki hiç “çatlıycak kadar aşkî” durup da bıçakları avutmamış! Sanki hiç allanıp pullanmamış, bir girdiği evlerde bin olmamış, beyaz gömleklere husûmet gütmemiş… Şöyle bir durup harmanın ötesine bakınca, hayretle göz göze geliyor insan. Sılayırahim, olandan çok olmayana şaşırmak hâli bu sene; fındık “yaratılmamış”, ayva çiçek açmamış, incir bereket etmemiş, hurma da onlardan geri kalmamış.

Çok geçmeden salıncak duruyor, çalkanıp havalanan ne varsa bir sonraki sallantıya değin çöküşe dönüyor. Vadiden yukarı alan iyot rayihalı rüzgâr, dünya yüklü kervanları tepelerin ardına sürüyor şimdi. Etraf, zaman ve mekânı kendisine yakışır bir insicâmla kuşanırken; zaranbulalar da artık başka bir âlemin sınırını geçip tutuşuveren gök taşları misâli hızla kayıp giden, solgun birer şerâreye dönüveriyor. Mevsimi geçmiş her şey gibi, onlar da öylece, hiç parlamamış da bir an olsun bir çocuğu peşlerine takmamışçasına zulmete karışıveriyorlar biraz sonra. Dumanlı dağlardan yukarı, karşı yaylalardan ırağa sırlanıp giden kervanlar, dosta dair nicesinden eyliyor geride kalanları. Kavuşamadıklarımın ardından bakarken, “cümle nasibin yollardadır” hissi tarafından kuşatılıyorum. Kıvrıla büküle vardığı zirvede hemhâlleriyle kavuşan yollar uzayıp gidiyor gözlerimin önünde. Şükür ki yarın sabahla beraber yeni bir seyahate çıkacağım ve yoldaki nice nasibin izini süreceğim. Elbette ki varın nasibi kadar yokunki de dahil bu niceliğe. Nereye varırsam varayım, kapısında diken bitmiş hâneler beni hüzünlendirecek yine. Bânisini gömmüş şehirler, meyvesini savmış ağaçlar, tasını devirmiş kediler, ölüsünü unutmuş diriler… Cibrân misali, tutup bir ayvanın içine de hicret etse insan, yoksunluğun büyüttüğü nar bir avucunda, avuttuğu bıçaksa diğerinde duruyor. Yol vesilesiyle bin kuytuya dağılıyor, sonra her menzilde bire tamamlanıyor yeniden. İnsan sılada eksildikçe, gurbette tamamlanma telaş ve gayretine düşüyor. Vaktiyle göğsüme bir zerre kabilinden düşen ve günden güne genleşip onu dolduran yolda olmak arzusu, biraz da bu telaş ve gayretten ileri geliyor sanırım. Yâ nasip…

***

Bu dünya bir pencere; her gelen bakar, gider

Podgoritsa’dayım... Bir buçuk saatlik yolculuğun ardından sâlimen arza değen kanatlıdan ayrılıp, sırtımda çantam, zihnimde rotam ve cebimde pasaport kontroldeki memurdan kaptığım “hoş geldiniz” ile doğrudan dışarıya yöneliyorum. Terminalin dışında yağmur sonrası netliğinde renkler ve mevsimin hakkını verir ferahlıkta bir havayla karşılanıyor ve her ikisini de yanıma katıyorum. Niyetim, Bar’dan hareket eden ve menziline kavuşmadan evvel son kez bu civarda soluklanan, ihtiyar şimendiferi yakalamak. Aslına bakılırsa havaalanından şehir merkezine ulaşmanın en kolay yolu, taksi kullanmak. Kapı önünde yığılmış, büyük bir iştahla yolcuları buyur eden yasal taksiciler yalnızca Podgoritsa’ya değil, Budva, Kotor, Tivat gibi nispeten turistik diğer şehirlere de direksiyon sallıyorlar. Bir panoda ilân edilen fiyatlar, yolculuğun tüm tarafları için bağlayıcı olsa da pazarlık etmeyi sünnetten bilenlerin çekingen cümleleri arasından geçip, binanın hemen önünden başlayan otoparkı aşıp, mecburen sola akan yola kavuşuyorum. İstasyona varacak, on dakikayı biraz aşan yürüyüşüm başlıyor buradan itibaren.

Yolun iki yanı boyunca uzanan sarı otların ufukta griye dönük semâya değdiği manzara, hüdâyinâbitliği kuşanmış birkaç ağaçla bölünüyor ara ara. Gözüm bu yeni çevreye alışınca, ağaçların kiminde güleç yüzlü, al yanaklı, yayla çocuklarınınkine benzer suretler görür gibi oluyorum. Yoldan taşıp da kuru otlar üstüne birkaç adım gidince, bu yüzlerin muhtevasındaki sırrı taşımaya daha da güç yetiremeyip çatlayan, bahardan bu yana ağzının içinde biriktirdiği güzelliği cümle âleme fâş etmenin mahcubiyetiyle kızarmaya dönmüş birer nar olduğunu fark ediyorum. Köydeki nar ağacının arsızlığını telâfi etmeye çalışır gibi bahşediyorlar olmuşluğun mutluluğunu. “Sahipli midir acaba, birkaç tane koparıversem mi?” diye geçirirken aklımdan, bir korna sesiyle irkiliyorum. Hemen yolun kıyında duran arabanın içinden, havaalanındaki taksicilerden daha düşük bir ücret teklif eden şoför sesleniyor. O ilk şaşkınlıktan sıyrılıp, arabaya doğru seğirtiyorum. Ben daha bir şey söylemeden, fiyat kırarak teklifini yineliyor şoför. İstasyona kadar yürüyeceğimi söylüyor ve teşekkür ediyorum kendisine. Biraz ırayınca görüyorum ki taksi plakası yok araçta. Yürüdükçe, birkaç başka arabayla daha tekrar ediyorum bunu ve çok geçmeden ana yoldan ayrılıp, küçük bir mahallenin içinden geçip istasyonun karşısına çıkıyorum. Demir yolundan karşıya mütereddit atıyorum kendimi ve hangisinin diğerinden daha yaşlı olduğuna bir türlü karar veremediğim küçük istasyonla şemsiyesini baston etmiş bir adamın yanına varıyorum. Beyefendi, bu kulübeden bozma binadan az da olsa büyük gösteriyor yakından bakınca.

Tren istasyonu ve şemsiyeli ihtiyar.
Tren istasyonu ve şemsiyeli ihtiyar.


Eh, bu yakından bakmak karşılıklı tabîî; merakla bir şeyler söylüyor ihtiyar amma velâkin ortak bir dilde kavuşamıyoruz. Vaktiyle çok zahmet çektiği anlaşılan elleriyle şöyle bir selâm edip, banka yerleşiyor biraz sonra. Saate bakıyorum; ilân edilen tren vakti biraz geçse de benden başka bekleyen biri daha olmasının doğurduğu umuda sığınıyorum. Çantamı sırtımdan atıp da şöyle bir soluklanmamdan hemen sonra da evvel sesi geliyor trenin uzaklardan. Buraların en yaşlısı benim, dercesine inleyen tren, birkaç dakika gecikiyor; ama geliyor! Kapkara bir lokomotifi tıknefes takip eden katar, önce fizik kurallarını ardından da o türküyü boşa çıkarırcasına, traverslerin tuttuğu tok ritim eşliğinde yanaşıveriyor istasyona. Tren yolculuklarının kendine has o efsunlu hâlini kuşanıyorum bir iki basamağı aşar aşmaz; sanki içeriden görünen manzara, az evvel içinden yürüyüp geldiğimden başka. İliştiğim boş kompartımanın cam kenarı koltuğu, trenin kendine has salıntısının da tesiriyle bir kucak oluveriyor bana. Türkünün,

“Bu dünya bir pencere; her gelen bakar, gider...”

sözleri çalınıyor kulağıma. Hem bakıyor hem de gidiyorum bir süre. Tâ ki trenin durduğunu haber veren o gurultu, bu beklenmedik rabıtayı koparana değin…


Turkish man, if you want…

Dimağımda çok daha uzunmuş gibi hatırladığım fakat on dakikayı biraz aştığını fark ettiğim yolculuğun ardından, Podgoritsa İstasyonu’na, şehrin merkezine varıyorum nihâyet. İlk evvel yüklerimden kurtulmalıyım… Bereket ki kalacağım yer, birkaç dakika yürüme mesafesinde. İhtiyar yol arkadaşımla vedalaşıp, muasırlığa en ufak bir merak duymamış bu istasyonun etrafında şöyle bir tur atıyor, birkaç fotoğraf çekiyor ve Vlada Martinovitsa Caddesi’ne kavuşuyorum birazdan. Herhangi bir özelliği bulunmayan bu cadde boyunca yürüyor, müstakil evlerin sağlı sollu sıralandığı bir sokağa dalıyor ve nihayetinde kalacağım yere varıyorum. Ev sahibimin kırk yıl hatır ikramını memnuniyetle kabul edip, bir müddet soluklandıktan sonra yeniden sokaklara dönüyorum. Günün geri kalanı için ziyaret etmek istediğim birkaç mekân var ne de olsa.

Daha birkaç sokak aşar aşmaz tanıdık bir ses tarafından çağrılıyorum; Aziz Allah!

Biraz ötede İskender Çavuş Camii var. Zaten haritamda işaretli olan camiyi bir de namaz vakti görecek olmanın heyecanıyla, sesin kaynağına seğirtiyorum. Dört yol ağzı bir meydanlığa konuşlu, alçak minareli, tipik bir Balkan mâbedi karşılıyor beni. Vakte riâyet etmek hevesiyle, bahçenin en kuytusunda yer tutan şadırvanda alıyorum soluğu. Yaşına nispetle hayli dinç görünen, boylu boslu, can yakıcı gençliğini hâlâ yüzünde taşıyan bir ihtiyarla selamlaşıyorum. Abdestini tamam ettiği tabureden doğrulurken, şöyle bir süzüyor beni ve İngilizce bir sohbete girişiveriyor. Artık epeyce alıştığım giriş sorularını hızlıca savıyor ihtiyar delikanlı ve minareden yükselen sesin beni ikna etmediğini düşünerek sanırım, “Turkish man, if you want we can pray together?” diye soruyor zarifçe ve “namaz” diye ekliyor. Gülüşüyoruz karşılıklı, abdest almam gerektiği minvalinde bir şeyler söyleyip, farzda yetişiyorum kendisine. Beş kişilik cemaate altıncı olarak eklendiğim ikindi namazının çıkışında, bu kez ismen tanışıyoruz Halil Amca ile. Buranın yerlisi olduğundan, artık seksenlerine geldiğinden ve ömrünün buralarda geçtiğinden bahsediyor. Camiye dair bilgimi sınıyor ve yeterli görmeyip, detaya giriyor: Tam ne zaman yapıldığını bilen yokmuş caminin ama 16. asrın sonu diyor muhtemelen. Vaktiyle Podgoritsa’daki Müslüman cemaatin nüvesini oluşturmak vazifesini üstlendiğini, İkinci Harp zamanı Müttefikler şehri bombalayınca ağır hasara uğradığını ve 70’li yıllarda onarılarak yeniden ayağa kaldırıldığını ve bugün hâlâ şehirdeki en mühim cami olduğunu anlatıveriyor bir çırpıda. Sözü tekrar kendisine getirip de yaşından şikâyetlenmeye girişeceği anda müdahale ediyor ve birkaç maşallah çekiveriyorum. Gülüyor ve çok şeyler yaşandığını anlatan bir el hareketiyle savuşturuyor gözünün önünden geçenleri. Cami ile birlikte fotoğrafını çekmek istiyorum, kırmıyor beni sağ olsun. Ne var ki muhabbet esnasındaki güleç yüzünü bir türlü kayda geçemiyorum, alabildiğine ciddi bir ifade takınıyor şimdi. Israr etmiyorum, bu kuşak için hâlâ çok ciddi bir eylem fotoğraf çekilmek ne de olsa. Halil Amca ile vedalaşıp, bir sonraki durağıma doğru aheste adımlar atmaya başlıyorum.

Halil Amca, İskender Çavuş Camii önünde.
Halil Amca, İskender Çavuş Camii önünde.


Osmanagiç’ten Tepedöğen’e

İskender Çavuş Camii ile mülâki olduğum yol ağzından, Spasa Nikoliç Sokağı’na dönüyorum yüzümü. İki yanında yığma taş duvarların ardına gizlenmiş, güzelliğini soluk benzine borçlu müstakil evlerin uzadığı bir yürüyüşe başlıyorum buradan itibaren. Sokak boyunca özenle döşenmiş Arnavut taşların üzerinde henüz birkaç on metre ilerlemişken, bir minarenin boy verdiğini fark ediyorum yolun sonundan.

Yığma taş duvarlar, bu güzelliği gizlemeye yetmiyor elbette ve Hacı Mehmed Paşa Osmanagiç Camii, yağmur sonrası netliğinde iyice ışıldayan yüzüyle karşılıyor beni. Yugoslavya döneminde neredeyse harabeye dönen caminin kaderi, Karadağ’ın 2006 yazında Sırbistan-Karadağ’dan ayrılarak müstakil bir devlet hâline gelmesiyle değişmiş. TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) tarafından yürütülen ihyâ ve tamirat çalışmaları 2011’de tamamlanmış ve işte cami, yakın tarihteki hâline nazire eden bu güleç yüzüyle yeniden ibadete açılmış. 18. asrın sonlarında bina edilen caminin bânîsi Hacı Mehmed Paşa Osmanagiç, bu mütebessim yapının hemen yanı başında, yine kendisinin vakitlice yaptırdığı türbede medfûn. Paşa, gayretkeş bir zât imiş. Yalnızca ibadetgâhı ve kendi istirahatgâhını imar etmekle yetinmemiş; bir türbe, bir köprü ve bugün hâlâ şehrin alâmetlerinden olan bir saat kulesini de şehre kazandırmış.

Mehmed Paşa Osmanagiç Camii ve Türbesi.
Mehmed Paşa Osmanagiç Camii ve Türbesi.


Aralık kapıdan caminin avlusuna sızıyorum, kara bulutların artçılığını hakkıyla üstlenen renklere ve havaya ayak uydurarak. Önce Paşa’nın türbesine bir selam verip alıyor; tek yön duâlarımı bırakıveriyorum öylece. Caminin, kendi ölçülerine nispetle dahi hayli küçük kalan bahçesinde bir tur atıyorum hızlıca ve içeriye giriyorum. Ahşap tavanlı, neredeyse tek renk boyalı, küçük, soluksuz bir cami buluyorum karşımda; tâ sokağın başından bu yana rastlamadığım kimselere, camide de rastlayamıyorum…

İlk bakışın sakinliği, ahşap işçiliklerinin hayretine bırakıyor yerini birazdan. Dış kapıda zarif bir musâfaha ettiğim zanaat de benimle birlikte içeriye girmiş meğerse.

Âyetlerle süslü alınlıklar, ahşap işçiliğinin elinden tutup zirveye taşıyan minber külâhı, mihrap, kürsü… Her biri ayrı ayrı gözlerimi okşayan bu güzelliklere yakından bakıyor ve hemen hepsini kayıt altına alıyorum. Akşama daha vakit var, şehre geri dönmeliyim. Camiden çıkarken, Mehmed Paşa’ya bir selâm daha ediyor ve kendisini ardımda bırakarak yola devam ediyorum. Ne de olsa yalnız yaşayanların işidir yola çıkmak, yolu kat etmek.

Caminin içerisinden bir görünüm.
Caminin içerisinden bir görünüm.


Caminin diğer yanındaki Petra Prlje Sokağı’ndan Kral Nikola Caddesi’ne bağlanıyor ve hemen solumda adını Mehmed Paşa’nın hafîdi Beçir Bey Osmanagiç’ten alan meydanı ve saat kulesini buluyorum. Yine TİKA eliyle çekip çevrilen bu ferah meydan ve 20 metreye değin uzanan kule, tertemiz bir sûrette devam ediyorlar, bir zamanlar buralarda meskûn olanları temsile. Meydandaki banklardan birine ilişip, seyrekçe düşen yağmur damlalarından kaçışan insanları izliyorum bir vakit. Meydanın sınırını belirleyen, iki katlı ve bolca pencereli binayı merakla yeniden adımlarıma davranıyorum. Burası, Ulusal Tarih Müzesi; ancak girişteki pano, ziyaret için geç kaldığımı duyuruyor. Yine de açık kapıdan içeriye girip, şöyle bir kolaçan etmeden duramıyorum. Elbette ki bir görevli tarafından ikaz edilene değin…

Kral Nikola Caddesi, Ribnitsa Irmağı’ndan karşıya geçip, Çetinyeli Aziz Petrus Bulvarı’na bağlanıyor. Bulvarın paraleli boyunca uzanan Kral Parkı’ndan su kenarına sarkan merdivenlerden yuvarlanıp, Ribnitsa’nın Moraça Nehri’ne kavuştuğu yemyeşil bir yarımadaya varıyorum.

  • Rivâyet odur ki bu bölge, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın emriyle kurulan şehrin temellerini oluşturmuş. Bugün artık Podgoritsa adıyla çağırdığımız şehir, Osmanlılar zamanında “Tepedöğen” olarak bilinirmiş.

Yarımadanın hemen üstünde konuşlu kalenin kalıntıları, bugün hâlâ bu ismi yaşatıyor. O devrin hâtırasına sahiplik eden yalnızca bu kale değil, Ribnitsa’yı aşan tek gözlü taş köprü de bu vazifenin memurlarından. Hacı Mehmed Paşa’nın ya da Beçir Bey’in ismiyle anılan köprü, yaşının hakkını veren bir vakarla ifâ ediyor görevini. Vaktiyle Moraça’yı karşıya geçen de bir köprü varmış burada. İşkodra Paşası Buşatlı Mehmed tarafından yaptırılan köprü, Paşa’nın diğer bir eseri olan camiyle aynı uğursuz âkıbeti paylaşmış ve İkinci Harp döneminde yıkılmış ne yazık ki. İnsan şöyle bir durup da etrafa bakınca, bu küçücük alandan bahsederken ne çok isim zikrettiğine şaşırıveriyor.

Daha kimler kimler ayak bastı kim bilir, iki akarsuyun kavuştuğu yahut ayrıldığı bu yere.

Suyun sesi ve parkın sessizliği, tefekkür ve tahayyülü çağırıyor beraberinde. Biraz sonra bulutlar aralanıyor ve güneş, tepelerdeki ağaçların dallarına döküyor kızıla çalar eteklerini. Hava kararmadan biraz daha yürümeğe gayret etmeliyim.

Ribnitsa, taş köprü ve yukarıda kale kalıntıları.
Ribnitsa, taş köprü ve yukarıda kale kalıntıları.



Podgoritsa’da bir akşam vaktidir

Parktan ayrıldıktan sonra nihayet ilk kez Moraça’yı karşıya geçip, şehrin diğer yakasına ayak basıyorum. Birbirine bağlanan ferah caddeler, mesaiden dağılanlara ancak yeten kaldırımlar, köşe başlarında heyecanla bir şeyler konuşan arkadaşlar, mutat alışverişlerinden dönen yaşlılar, beklenmedik hâlleri kendilerine yakıştıran gençler… Şehrin belki de en kalabalık vaktine şâhit oluyorum. Hoşuma gidiyor, hızlı ama telâşsız bu hareket. Kalabalığa karışıp, Novi Grad’a (Yeni Şehir) doğru ilerliyorum. Mahalle, tipik Yugoslav toplu konutlarından bina edilmiş bloklar hâlinde uzayıp genişliyor. Bu, garip bir şekilde beğendiğim bir mimari. En azından iki boyutta göze oldukça hoş gelen bir görüntüsü var bu binaların. Gözlerimi cephelerde gezdiriyor ve o soğuk, kasvetli görüntüyle zıddiyet oluşturan çiçekli birkaç pencereyi yahut evde çocuk bulunduğundan haber veren birkaç balkonu iki boyuta düşürüyorum.

Çetinyeli Aziz Petrus Bulvarı üzerinden devam eden yürüyüşün bir anından itibaren sağda, biraz içeride cesametli bir yapı çekiyor dikkatimi. Bir Ortodoks kilisesi olduğu her hâlinden anlaşılan binayı merakla, George Washington Caddesi’ne kırıyorum dümeni. Devasa kaya parçaları yığıntısı üzerine kesme taşlardan mamûl bir katedral burası; Mesih’in Dirilişi Katedrali. Zemindeki kaba kaya parçaları, yukarıya doğru çıkıldıkça gözü yormayan işlemelere ve zıtlıktan doğan bir inceliğe bırakıyor yerini. Kırk bir metreyi aşan kubbe ve ona yakın yükseklikte konumlanan iki kulesi, binanın görüntüsüne en büyük katkıyı veriyor. Sırp cemaati tarafından neredeyse 20. asrın tamamında hayali kurulan katedralin temelleri ancak 1993 yılında atılabilmiş. Yirmi yıl devam eden inşaat sona erdiğindeyse cümle Balkan coğrafyasının ve hatta son dönem Avrupa’sının en önemli dinî eserlerinden biri çıkmış ortaya. Sûreti şöyle bir inceleyip, içeriye geçiyorum. Epeyce hareketli bir katedral burası. Sanırım iş yerlerinin ve okulların dağılma vaktinde oluşum da buna etken… Yapının içerisinde, daha evvel gördüğüm Ortodoks mabetlerinin bir benzerini buluyorum. Yerde göğe kadar yükselen fresk ve temsiller, oradan da sağa sola ve öne arkaya doğru hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde dağılıyor. Bir köşeye sıkışıp, ikonalar arasında hızla yer değiştirerek bir an evvel duâlarını tamamlamaya çabalayan insanları izliyorum bir süre.

Mesihin Dirilişi Katedrali.
Mesihin Dirilişi Katedrali.


Dışarıya çıktığımda gün artık sırasını savmaya hazırlanıyor. Merkeze doğru dönüşümü farklı bir yoldan yapmak üzere, şehrin simgelerinden bir diğerine, Milenyum Köprüsü’ne devam ediyorum. İslâm sanatının nahifliğiyle bezeli eserlerin ardından, bir “alâmet” olmak için hayli sıradan kalan bu köprü bereket ki muazzam bir seyirlik sunuyor. Tırabzanlara yaslanıp, şehrin ihtişamlı mazisinin bir temsili olan o yarımadanın üstünden kayıp giden kızıl havaları temâşâ ediyorum bir vakit. Manzaram, kerâhetin son demlerine has o yavanlığı kuşanıveriyor birkaç dakika sonra ve çok geçmeden akşamın başladığı ilân ediliyor uzaklardan. Şehri bir de akşam görmek hevesiyle gün içinde yol düşürdüğüm mekân, cadde ve sokaklara uğruyorum bir bir. Arada bir vakitte, güleç yüzlü iki hanımefendi tarafından işletilen Panini Fırını’nda soluklanıyorum.

Balkan şehirlerinde henüz hayal kırıklığına uğradığım bir fırın olmadı.

Panini de bu âdeti sürdürüyor. Kaldırımdaki masalardan birine oturup, çörek ve kahve eşliğinde, gelip geçen insanları izliyor; hikâyeler uyduruyorum her birine. Muhayyilemin darlığını fark etmem çok uzun sürmüyor elbet; sokaklara dönüyorum.

Podgoritsa, temiz, düzenli, göze hoş gelen amma velâkin küçük ve belki biraz da renksiz bir başkent. Sanırım ahâlî de bu solukluğun farkında olmalı ki sokak araları, bahçe duvarları, bina cepheleri çeşit çeşit ve renk renk duvar resimleriyle kaplı. Meraklısı için hayli ilgi çekici eserlerin yer aldığı bu açık hava galerisi, akşamla birlikte görevini tamamlıyor. Etraf, günün yorgunluğunu atmak yahut biraz daha yorulmak maksadıyla kafeleri, restoranları dolduran insanlara kalıyor artık. Ben de bir süre daha dolanıp, çekiliyorum huzurdan. Sabah erken kalkacak ve demirden yollara düşeceğim yeniden.

Milenyum Köprüsü’nden gün batımı.
Milenyum Köprüsü’nden gün batımı.


Bir sonraki günü, sabah namazı vaktiyle karşılıyorum. Toparlanma ve hazırlanmayla geçen ilk saatlerden, kendime bir kahve ısmarlayabilecek kadar vakit kalıyor geriye. Bu fırsatı kaçırmıyorum. Yolculuğum, dünden tanış olduğum bir yerden başlıyor bu kez; Podgoritsa Tren İstasyonu’na yollanıyorum. 9.12’de hareket etme vaadine riâyetle istasyona yanaşan ihtiyar dostumla bir aradayım yeniden. Önümüzdeki bir saati biraz aşan vakti, dünyaya onun yaşlı gözlerinden bakarak geçireceğim işte yine. Kompartımanlardan birine yerleşip, trenin içinde dolaşmaya başlıyorum. Koridorda oynaşan çocuklar, cam kenarlarını kimseye kaptırmayan orta yaşlılar, manzaraya alışkın gençler… Bir yandan fotoğraf çekmekle uğraşıyor, diğer yandan da gelip geçtiğimiz durakları öğrenmeye gayret ediyorum.

Goriçani, Biyelo Polye, Bistritse, Vranyina derken suya varıyoruz çok geçmeden. Bizim ihtiyar dost, hiç istifini bozmadan yürüyüveriyor suyun üzerinden. Beklediğimin çok ötesinde, fevkalâde bir seyirliğin içinde buluyorum kendimi. Göğe tırmanma gayretindeki güneşin gölün sularına döküp saçtığı parıltılara mı dalayım, biraz ötede kıyıdan ansızın bitiveren puslu tepelere mi çıkayım… Heyecanla trenin sonuna koşturuyorum; en arka vagonun en son penceresi, her şeyiyle önüme seriyor bu manzarayı. İşkodra Gölü, iki yanımda uzayıp gidiyor öylece. Belki bir belki iki dakika kadar süren bu hâl, dimağımda vakitsiz bir yer ediniyor. Bir süre daha göl kıyısından yol alıyor ve Virpazar adlı sevimli bir balıkçı kasabasını da geçtikten sonra suyu ardımızda bırakıyoruz. Ama bu sarı-yeşil yol da çok sürmeyecek ve Adriyatik kıyılarında bu kez tuzlu suya kavuşacağız. Şu yazlık beldeleri, köyleri, mahalleleri de aştık mı, artık ihtiyar dostumla vedalaşma vaktidir…

Trenin penceresinden İşkodra Gölü’ne doğru.


Âh bir atım olsaydı…

  • Bar’dayım… Çok ama çok eskilerin deyimiyle, Antibar’da. Şehrin önünde temiz bir çarşaf gibi serili Adriyatik’in tam karşısında İtalya’nın Bari şehri var. Burası da her şey gibi zıddıyla kâim olmuş vaktinde, “Bari’nin karşısı” deyivermiş devrin insanları.

Eh, insanın çağdan çağa üzerine koyarak aktarılan her konuda kolaya kaçma âdeti, isimlendirmelere de tesir etmiş tabîî; Antibari ile başlayan hikâye, bugünlerde Bar olarak devam ediyor. Şehre ilk adımı tren istasyonunda atıyorum. Vagonlardan etrafa saçılan insanlar olmasa soluk bir fotoğraf karesinden farksız bu yer, arka kapıdan çarşıya bağlıyor beni. Bar, göze hoş gelir bir sahil kasabası ve mühim bir liman; ancak beni buraya çağıran, İşkodra Gölü ile Adriyatik arasına set çeken Rumiya Dağları.

İstasyonun çıkışında, gördüğüm ilk taksiciye selam ediyor ve menzilimi belirtiyorum. Telâşsız bir pazarlığın ardından beş euroda anlaşıyoruz. Kısa süreli bir tırmanışın ardından Rumiya’nın eteklerine tutunuyorum biraz sonra. Varış noktam, zeytin ve nar ağaçları arasından ulu bir tebessümle karşılıyor beni. İşte, sırtını bir kayaya yaslamış da sıcağı eskisi kadar muhâfaza edemeyen tenini güneşte kızdıran bilge bir ihtiyarı andıran Kadîm Bar şehri, yürüme mesafemde şimdi… Taksiden indiğim park alanından doğrudan eski çarşıya giriş yapıyorum. Bu tipik “old town” sokakları, sabahın mahmurluğunu yaşıyor henüz. Gözleri yarı açık dükkânlar arasından geçiyor, Kadîm Bar’a ulaşan yokuşu aşıyor ve nihâyet zamanın bir ânına sabitlenip kalmış kale şehre giriş yapıyorum. Daha ilk meydanlığa varır varmaz, “Âh bir atım olsaydı…” hissi düşüveriyor içime. Böylesi mekânlara hiçbir zaman adeta yürüyen bir atın nal sesleri eşliğinde giremeyecek olmama hayıflanarak, spor ayakkabılarıma abanıyorum taşlık yokuşlardan yukarı.


Kadîm Bar’da ilk adımlar.
Kadîm Bar’da ilk adımlar.

İlk yokuşun solundan, güzel havalara aldanmış begonviller ardından yükselen bir minare değiyor gözümün ucuna. Osmanlılar’ın burada üç asrı aşan hâkimiyetinin bir nişânesi olarak, zarifçe okşuyor nazarımı ve o ana değin fark etmediğim bir eksiklik tamam oluveriyor kendi kendine; tanış oluyoruz Eski Bar’la. Yüzüme bir tebessüm takıp, yolu takip ediyorum. Düzlüğe kavuştuğumda, al yanaklı çocuklarla buluşuyoruz yeniden. Bu kez çatlarcasına gülüyorlar. Kahkahaları eşliğinde atıyorum adımlarımı ve Aziz Veneranda Kilisesi’nin önüne düşüyorum. Küçük, belki şapel denilebilecek bir yer burası. Osmanlı döneminde ev olarak kullanılan bina, şehrin Devlet-i ‘Aliyye’nin 93 Harbi’nde (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) uğradığı bozgunun bir neticesi olarak elden çıkışı sonrasında kiliseye tahvil edilmiş. Az ilerisinde, Eski Bar’ın en yeni yapılarından biri olan Aziz Yuhanna Kilisesi var. Onun üst tarafında “saray” denilen nispeten yüksekçe bir bina... Şehrin mâmûr zamanlarında bu saraylardan onlarcası varmış sur içinde; ancak ülkenin genelinde büyük tahribat meydana getiren 1979 depreminde hemen hepsi yerle bir olmuş. Bina, aslına uygun olarak ayağa kaldırılan nâdide bir örnek olarak benzerlerini temsil ediyor şimdilerde.

Yolun nihâyetinde kale şehrin “balkonuna” varıyorum. Burası, bütün bir Bar şehrini tâ denize varıncaya değin muazzam manzarasıyla birlikte önüme seriyor. Seyirliğin sağ yakasına zarif bir saat kulesi iliştirilmiş. 18. asrın ortalarına tarihlenen yapı, bugün hâlâ ayakta kalabilen az sayıdaki Osmanlı eserinden biri. Farklı dönemlerde birkaç kez restore edilen kule, şehrin simgelerinden biri mesâbesinde aynı zamanda. Hemen birkaç metre gerisinde, Aziz Katerina Kilisesi

Eski Bar, yolu buraya düşen her kavimden izler taşıyan bir açık hava müzesi.

Hâliyle daha göreceğim çok yer var.

Saat kulesi ve Aziz Katerina Kilisesi.
Saat kulesi ve Aziz Katerina Kilisesi.



Al takke, ver külâh

Balkon manzarasına karşı bir süre soluklandıktan sonra, bu kez diğer uca savruluyorum. Kalıntılar arasından dolana dolana kalenin kuzeyine doğru ilerlerken, tek katlı, penceresiz bir yapı çekiyor dikkatimi yol üstünde. Baruthâne olarak inşa edilen bu taş kulübe, bölgedeki arkeolojik çalışmalar kapsamında bir lapidarium hâline getirilmiş. Neyse ki bir kapısı var ve açık; içeriye şöyle bir göz gezdiriyorum. Eski Bar ve çevresinin neredeyse bin yıl evveline değin uzanan sergüzeştini, mahâretli eller tarafından işlenmiş taşlarla anlatıyor mekân. Gotik motifler, Rönesans tesirindeki işlemeler ve elbette ki Müslümanların zarif dokunuşları… Kapı pencere alınlıklarından nişlere, sütûn parçalarından kemerlere yüzlerce parça muhâfaza ediliyor içeride. Meraklısı için hayli sürprizli ve helecanlı bir yer burası. Ben de bir süre oyalanıyorum bu incelikli taşlar arasında. Baruthânenin ardından, surların epeyce yükselip kavîleştiği iç kaleye geçiyorum.


Baruthâne ve ardında iç kalenin muhkem duvarları.
Baruthâne ve ardında iç kalenin muhkem duvarları.

Çok da güven vermeyen merdivenlerden yorucu bir tırmanışla, dura kalka çıkıyorum zirveye. Yukarıya vardığımda, sere serpe yere uzanmış bir ihtiyarla karşılaşıyorum. Şöyle bir yokluyor, iyi olup olmadığını soruyorum nöbet arkadaşıma. Yüzüne örttüğü şapkasını hafifçe kaldırıp, buraya çıkmak çılgınlığını yapmasa çok daha iyi olacağını söylüyor. Ardından gelen gülümsemeyle, sıradan bir dinlenme hâli olduğuna ikna oluyor ve etrafa bakınmaya dönüyorum. Surların bir yanı, hemen dışarıdaki Müslüman mahallesi. Yolun başında gözüme değen minareyi devamıyla birlikte görüyorum bu kez, Ahmed Bey Camii. Hemen ardında Haseki Ali Ağa Tekkesi. Onların biraz aşağısında Ömerbaşı Camii ve Şeyh Hasan Dede Türbesi… Mahalle dile geliyor tam bu anda; davetkâr bir ses, surlara çarpıp vadiden aşağı akıyor. Bir “Aziz Allah” çekip, vakte yetişemeyecek olmanın hüznüne teslim oluyorum mecburen. Vakitsiz de olsa buraya yakından bakacağım ama şimdi burcun diğer tarafına dönmeliyim.

İç kalenin Rumiya tarafına kalan kısmından dağlara doğru bakınca, irili ufaklı on yedi göze değiyor gözlerim. Osmanlı şehircilik anlayışının bölgeye attığı en büyük ve ihtişamlı imza, on sekiz cesametli ayağı üzerinden dağa doğru uzanıyor. Evet, devasa bir su kemeri var karşımda. Ecdâdın, Bar’ı fethettikten sonra belki de ilk işlerinden biri, dağdaki mümbit su kaynaklarını şehirle buluşturmak olmuş. 16. asrın sonlarında inşa edildiği tahmin edilen su kemeri, neredeyse seksen metreye varan uzunluğuyla, kale için doğal bir savunma vazifesi gören vadiyi bir çırpıda aşıyor. Asırlar boyu şehre rahmet ve bereket taşıyan kemer, 1979 depreminde tamamen yıkılmış; ancak aslına uygun olarak yeniden ayakları üzere kaldırılmış ve çok da iyi edilmiş. Şimdilerde şehrin turizminde önemli bir yer tutan bu mimârî şahane, yapılışından asırlar sonra dahi bölgeye katkı vermeyi sürdürüyor. Bense yakıcı güneş altında geçen kale nöbetimin sonuna geliyorum, artık aşağı dönmeliyim.

İç kale duvarından su kemerine doğru.
İç kale duvarından su kemerine doğru.


En az çıkış kadar tedirgin edici bir inişin ardından, yeniden toprağa ayak basıyorum. Taşlıklar üzerinden ve otlar arasından seke seke düzlüğe, kaleye girdiğim yere varıyorum. Ne var ki çıkıp gidesim gelmiyor, burada biraz daha vakit geçirmem gerektiğine kâni oluyorum kısa bir nefeslenmenin ardından. Bu kez farklı bir yol tutuyor, biraz daha geniş bir yay çiziyorum sur içinde. Prens Sarayı’nın kalıntıları arasında geziniyor, hamamı şöyle bir dışarıdan süzüyor, saat kulesi ve Katerina Kilisesi’ne yakından bakıyor ve bu kez aşağıdan yukarı tekrar balkona çıkıyorum. Saatin ilerlemesiyle birlikte, bu taraf epey kalabalıklaşmış. Gözüme kestirdiğim bir nar ağacı altında gölgeye çekiliyor, çağlar arasında gezinmenin yorgunu bedenimi kim bilir hangi devrin bakiyesi bir taş yığınına yaslıyorum. Göz kapaklarım her kapanıp açılışta biraz daha ağırlaşmaya başlarken, kalabalık da anbean artıyor. İliryalılar, Grekler, Romalılar, Slavlar, Venedikliler, Osmanlılar… Her bir millet, kendi zamanının ruhundan üflenmiş hâliyle bölük bölük akıyor sur içinden. Neden sonra bir toz bulutudur yükseliyor Rumiya’ya doğru; nal sesleri kılıç şakırtılarına karışıyor, nâralar imdatları bastırıyor… Latin külâhı, İlirya’nın tanrılarını tepeliyor önce. Peşi sıra Ortodokslar arzıendam ediyor meydanda. Al takke ver külâh, hepsine galebe çalacak o “sarıklı” kalabalık gürül gürül tırmanıyor vadiden yukarı. Allah’ın büyüklüğü, ilk kez bu kadar yüksek sesle haykırılıyor; birileri felâha davet ediyor, diğerleri bu çağrıya uymakta… Dağlardan denize tatlı bir esintidir alıyor ve az evvel havalanan toz bulutunu önüne katıyor. Kaynağından henüz gün yüzüne çıkmış su berraklığında geçen bir vakit ve sonra yeniden birbirine karışan lisânlar… Her yolu düşenin taş üstüne taş koyduğu bu efsunlu diyâr, arzın derininden gelen uğursuzlukla sarsılıyor nihâyet. Sarsıntı, beni kendime getiriyor. Asırlar, gözlerimin kapalı olduğu bir iki dakikaya sığıvermiş... Saat yarımı geçmiş bile, artık gitmeliyim. Kalede geçirdiğim vakit boyunca şen kahkahalarıyla beni bir an olsun yalnız bırakmayan ve son birkaç dakikadır da başımın üstünden bu dalıp gitmekli hâlime çatlarcasına güldüğünden emin olduğum al yanaklı çocuklardan birkaçını hâtıra olarak yanıma almaya karar veriyorum. En azından birkaç saatliğine…

Eski Bar’dan genel bir görünüm.
Eski Bar’dan genel bir görünüm.

Şikago’dan Bar’a vefâ, Mostar’dan Ahmed Bey’e ihyâ

Kaleden ayrılıp, asfalt yoldan birkaç metre yukarı ilerliyorum. İlk durağım, Ahmed Bey Camii. 1700’lerin ortasına tarihlenen caminin bânisi, bir zamanlar yörenin önde gelen ailelerinden olan Skanyeviçlerden Ahmed Bey. Esâsında burada daha eski ve muhtemelen daha küçük bir cami olduğu ve Ahmed Bey’in yapıyı ihyâ ettiği tahmin ediliyor. Yığma taştan bina edilen cami, surun hemen dışına dikildiği günden bu yana epeyce macera yaşamış. Bar’ın 1878’de el değiştirmesi sırasında kısmen tahrip olmuş önce, 1912’de çıkan bir yangında da tamamen kullanılamaz hâle gelmiş.

  • Uzun, çok uzun yıllar boynu bükük kalmış Ahmed Bey Camii'nin. Cümle Balkan coğrafyasında benzeri olmayan zarif minaresi, neredeyse bir asır boyunca yıkıldı yıkılacak vaziyette, kendisini yeniden ayağa kaldıracak mahâretli bir el beklemiş.

1819 yılında Haseki Ali Ağa tarafından yaptırılan bu minare, tamamen kırma taştan örülüp yükselmiş ve petek kısmının külâha bağlandığı bölümde de hemen karşısındaki kaleden mülhem dendanlara yer verilmiş. Bu özellikleri de onu biricik kılmış. On ila yirmi santimlik taşların birbiri üzerine incelikle yığılmasıyla yirmi metre yükseğe çıkan bu zarif eser, beklediği kahramanlara nihâyet 2005 yılında kavuşmuş.

Şikago’da yaşayan Zeko Osman Saboviç, minarenin restorasyonu için gereken tüm masrafları karşılamayı taahhüt etmiş. Yirmi bin euroyu aşması öngörülen masrafların karşılanacak olması elbette ki önemli bir adım olmuş; ama bu cömertlik, beraberinde yeni bir sorunu getirmiş. Böylesi mimârî bir mûcizeyi aslına uygun olarak restore edecek ustayı nereden bulmalı? Neyse ki bu arayış çok sürmemiş ve yakın zamanda bir başka mimârî mûcizeyi ihyâ eden ekipten bir isim imdâda yetişmiş: Kiselyalı Ömer Kara Ahmed. Bosna Savaşı (1992-1995) sırasında Hırvat güçleri tarafından yıkılan Mostar Köprüsü’nün restorasyonunda da görev alan Ömer Usta, 2005 yılında minareyi aslına ve asaletine hiçbir halel getirmeden, baştan sona söküp takmış.

Ahmed Bey Camii.


Minarenin restorasyon sürecinin başarıyla tamamlanmasının ardından sıra Ahmed Bey Camii’ni ve yanı başındaki tekkeyi tümüyle ayağa kaldırmaya gelmiş. Memleketine vefâsını cömertliğiyle bereketlendiren Zeko Osman Saboviç, bir kez daha elini yontma taşın altına koymuş. Saboviç’in yaklaşık 200 bin euroluk masrafların tamamını üstlenmesinin ardından başlayan çalışmalar, 2009 yılında tamamlanmış ve Ahmed Bey Camii’nin kapıları, onlarca yılın ardından bir kez daha ibadete açılmış. Zihnimde tüm bunlarla birlikte bahçede bir süre gezindikten ve hazirede medfûn Müslümanlara selâm verip aldıktan sonra camiye yöneliyorum; ancak ne yazık ki zihnimdeki hikâye kaldığı yerden devam etmiyor ve kapı bana açılmıyor. Namaz vaktine yetişememenin hüznü işte şimdi bir kez daha çöküyor üzerime. Elden bir şey gelmiyor maalesef. Umutsuzca tekkeye yöneliyorum ve manevî âlemin dört kapısından evvel maddî âlemin ilk kapısıyla yüzleşiyorum burada da. Ne diyordum? Evet, yâ nasip…

Bir kapıyı kapatan…

Yolun biraz aşağısında, hazîresiyle birlikte nispeten genişçe bir yer tutan Ömerbaşı Camii var. Caminin bahçesine açılan kapının hemen yanında, “Hû” ile başlayan ve 1052 (1642 m.) tarihiyle biten kitâbesiyle ziyaretçileri ferahlatan Kadı Çeşmesi bulunuyor. Asırlardır nicesinin hararetini gideren sudan birkaç yudum nasipleniyor ve kitâbeden mülhem bir hayır duâ bırakıyorum çeşme başına: “Hayrâta sâ’i olan her kimse Bârî Hudâ’dan niyâz ederim ki rûz-ı cezâda ivâzî ola, Efendimiz de ondan râzı ola.

Bahçe duvarının hemen iç yanında kalan kubbeli yapı, Şeyh Hasan Dede Tekkesi. Hazîreye sonradan eklenen tekke, 1700’lerin başlarında inşa edilmiş. Tekkeye adını veren Şeyh Hasan Dede’nin kabri de bu kubbenin altında. Bahçenin dışında türbeye bitişik görünen daha alçak yapıysa devrinin lojmanıymış. Vaktiyle cami görevlilerine konut olarak inşa edilen bu binanın bir kısmı, 2021 yılında kafe olarak hizmete alınmış. Her şeyiyle buranın dokusuna uyumlanan “Çardak” adlı bu sevimli kafenin kapalı bir vaktine rastlıyorum yazık ki. Asırlar evvel kapalı kapılardan dolayı bina edilmiş bir mekânda olduğumu hatırlıyorum o anda…

Ömerbaşı Camii’nin önünde yer alan çeşme, ardında Çardak ve tekke, solda caminin girişi.
Ömerbaşı Camii’nin önünde yer alan çeşme, ardında Çardak ve tekke, solda caminin girişi.


Rivâyet odur ki o zamanlar şehrin önde gelenlerinden olan Ömer Paşa, kapalı kapılar sebebiyle sur içine namaza yetişememenin çaresini hemen kalenin dışına bir başkasını yaptırmakta bulmuş ve 1662 senesinde işte bu mescit tamam edilmiş. Demir kapıdan geçip, caminin servi, nar, zeytin ve başka ağaçlarla bezeli bahçesine giriyorum. Hasan Dede’nin zâtında tekkenin gelmiş geçmiş tüm mürşit ve dervişlerine birer Fâtiha buyuruyor, soluksuz bir muhâfızlık vazifesi üstlenen Osmanlılarla selamlaşıyor ve caminin girişine doğru tatlı bir yokuş çıkıyorum. Çalkantılı mâzisine nispetle epeyce sakin bir yer burası. Bahçeyle dışarısı arasına ilâhi bir perde çekilmiş gibi; zamansız bir dinginlik gelip konuşlanıvermiş buraya. Kaledeki koşturmacanın ardından iyi geliyor, zihnimi ve bedenimi tazeliyor bu huzurlu hâl. Caminin kapısı açık, çok şükür; ne de olsa Ömer Paşa kadar kudretli değilim. Onar kişiden on saflık, orta hâlli bir cami Ömerbaşı. Ağaç direkler üzerine bindirilmiş yine ağaç bir tavanla birbirinden ayrılan iki katı var. Tavanın alçaklığına rağmen oldukça ferah geliyor gözüme mescit. Yapılışından bu yana birkaç kez teferruatlı onarımdan geçmiş cami. Bunların en kapsamlısı, 1979 depreminden sonra yapılmış ve Haziran 1986’da tamamlanmış. İçerideki ahşap doğramalar ve çatının tamamıysa 2013 yazında, cemaatin yardımlarıyla yenilenmiş ve işte şimdi beni ağırlayan hâli ortaya çıkmış caminin.

Ömerbaşı Camii.
Ömerbaşı Camii.


Bahçenin bir tarafı zeytinlik. Evvelden daha büyükçe alana yayılan daha fazla zeytin ağacı varmış ve caminin giderleri de bu bahçenin hasadından karşılanıyormuş. Yugoslavya döneminde, türlü gerekçelerle sağından solundan kırpılmış cami arazisinin. Bar’ın Müslümanlarına göre, bu durum bugün de devam ediyormuş. Yakın zamanda bir yol çalışması gerekçe gösterilerek, mezarlığın bir bölümü tamamen yıkılmış. Ahâlî, bu yıkım sırasında elliden fazla mezarın yok edildiğini söylüyor. Yapılan yolun cami tarafına da çöp konteynerleri konulmuş. Özellikle yaz aylarında hayli rahatsız edici bir görüntü ve koku kaynağı olan bu “hizmet”, belki de buralara özgü eski bir gayrimüslim deyiminin tecessümü çabasıdır; “Türk mezarlığı gibi…” Bir tahkir ifadesi olan bu deyim, “yüzüne bakılmayacak kadar kötü, harap, değersiz” anlamlarında kullanılıyormuş. Şâyet böyle bir niyet varsa da çok başarılı olduğunu söylemem mümkün değil; zira yakın vakte kadar Bar’ın ulu camii mesabesindeki Ömerbaşı Camii, geçen zamana ve onca maceraya rağmen manevî ikliminden ve tesirinden hiçbir şey yitirmemiş. Ağaçlara tünemiş kuşların tekerlemeleri eşliğinde, bir süre oyalanıyorum perde gerisinde. Hazîrede onlarca Müslüman medfûn, yakından bakıyorum şâhidelere. Devirler, isimler, unvanlar ve hatta intisap edilen tarikatlar farklı ama asırlardır icrâ ettikleri vazife aynı; buranın Müslüman kimliğinin muhâfazası. Rabbim sizleri kıyâmete kadar muzaffer kılsın, duâsını mırıldana mırıldana çıkıyorum bâb-ı ebkemiyetten.

Caminin hâziresinde kıyâmeti bekleyenler.
Caminin hâziresinde kıyâmeti bekleyenler.



Selimiye İslâm Kültür Merkezi’nde bir ikindi vaktidir

Yukarıdaki ziyaretlerimi tamam etmemin ardından, yeniden çarşıda alıyorum soluğu. Yukarıdan aşağıya tüm dükkânları artık silkenip kendilerine gelmiş ve dört gözle yolumu bekler buluyorum. Sur dibinde gölgelik masaları olan küçük bir kafeye yerleşiyorum; iki gündür gözümün değdiği her yeri renklendiren narların tadına bakma vaktidir artık. Dükkânın önündeki tezgâhta, irice vücuduna ancak yetecek kadar gölge eden bir şemsiyenin altına sığınmış, sakin sakin nar sıkan Zoran’la tanışıyorum. İlk uyandırdığı intibâın aksine hayli sevimli bir adam Zoran. Bar’a dair kısa bir sohbetin ardından, ezberini hiç bozmadan bir bardak nar suyu rica ediyorum. Bir yandan eşiyle ufak ufak atışırken bir yandan da aheste hareketlerle narları geçiriyor elinden. İsmini hatırlayamadığım bir çizgi film karakterini andıran bıyığının altından gülümseyip, “Kadınlar işte…” diye şikâyetlenmeyi de ihmâl etmiyor o sırada. Beklediğimden daha lezzetli nar suyunun bir bardağı kesmiyor, bir de şişe alıp çantama atıyor ve çarşıdan aşağı yola koyuluyorum.

Zoran, nar suyu hazırlarken.
Zoran, nar suyu hazırlarken.


Zeytinyağları, reçeller, sirkeler, nar ekşileri, brovnitsalar… Rengârenk sergiler arasında dolanırken, bir “merhaba” işitiyorum. Dükkânın önüne attıkları masaya ilişmiş iki güleç yüz var karşımda. Türk’sün galiba, diyor biri. O kadar belli oluyor mu, diye sorup, güler yüzlerine eşlik ediyorum. İsmailoğlu Ömer ve Yasmin ile işte böyle tanışıyoruz. Hemen yer açıp, bir şeyler ikram etmek istiyorlar. Ömer’in fena olmayan bir Türkçesi var. Hem kendi söyleyeceklerini söylüyor hem de Yasmin’le aramızda tercümanlık görevini üstleniyor. Nereleri gördüğümü, başka nerelere gideceğimi merak ediyorlar. Biraz İstanbul’dan ve Trabzon(spor)’dan konuşuyoruz sonra. Güler yüzlerini fotoğraf makinamla kayıt altına alıyor ve Eski Bar’ın eski çarşısıyla vedalaşıyorum. Önümde, yepyeni bir İslâm eseri var…

Ömer (solda) ve Yasmin.
Ömer (solda) ve Yasmin.


Yokuş aşağı sallanırken, artık kırılmaya başlayan güneş ışığının etkisiyle daha bir güzel görünen Eski Bar’ı farklı açılardan kayda geçiyorum. Birkaç yüz metrelik yürüyüşüme, yolumun üstüne düşen bir Müslüman mezarlığında ara veriyorum biraz sonra. Oldukça temiz ve bakımlı bir kabristan burası. Şehrin yeni bölümüne ve denize doğru güzel bir manzarası var. Mahmud, Rukiye, Pamuk, Ramazan, İzzet… Hilâl ve yıldızlı taşlara işlenmiş bu tanıdık isimlere birer Fâtiha üfleyip, Ömerbaşı Camii’nin buradan bütün ihtişâmıyla görünen halefine doğru devam ediyorum yola.

Biraz sonra, Türk-İslâm motifleriyle bezeli kapıdan geçiyorum ve işte, Selimiye İslâm Kültür Merkezi’nin avlusundayım nihâyet. Geleneğin ve yeniliğin maharetli ellerde cemedildiği, göz alıcı bir külliye burası. Adını, Bar’ın ilk camisi olduğu düşünülen ve günümüze ulaşmayan Selimiye Camii’nden alan külliye, merkezindeki caminin etrafında büyüyüp genişleyen altı dönümlük bir arazi üzerine kurulu. 2002 yılında başlayan yapım çalışmaları, maddî güçlükler sebebiyle epeyce ağır ilerlemiş ve birkaç yıl sonra akamete uğramış. 2013 yılında inşaatı devralan TİKA, Mayıs 2014’te merkezi tamamlamış ve hizmete açmış.

  • Camisi, misafirhânesi, sınıfları, salonları, kütüphânesi, nikâh salonu, kafe/restoranı, kreşi ve diğer birimleriyle ziyaretçilerini ağırlayan Selimiye İslâm Kültür Merkezi, Ömerbaşı Camii’nin “Bar Müslümanlarının kalbi” unvanını da devralmış.


Selimiye İslâm Kültür Merkezi’nin yukarıdan görünüşü.
Selimiye İslâm Kültür Merkezi’nin yukarıdan görünüşü.

Vaktin girmesiyle birlikte, aynı zamanda Karadağ’ın en büyüğü de olan camiye geçiyorum. Yekpâre kubbenin altında, ferah bir mâbet Selimiye. Ahşap mihrâbı, minberi ve kürsüsü, Hacı Mehmed Ağa Osmanagiç Camii’ndekilerin biraz büyütülmüş hâli gibi sanki. Gayet temiz, aydınlık ve hâliyle ferah bir mescit burası. Çok da kalabalık olmayan bir cemaate uyduktan sonra, avluya girişte sola düşen kafenin gölgelik masalarından birine atıyorum kendimi; bir kahve ve bir tatlı lütfen! Hiç de fena olmayan trileçemi yediğim sırada, birazdan tanışacağım orta yaşlı bir abimiz, selamını veriyor ve yan masaya bırakıveriyor irice cüssesini. Biraz nefeslenip toparlanınca da söze giriyor hemen: Nerelisin, ne zaman geldin, nereleri gördün, buraları sevdin mi, başka nerelere gideceksin?.. Hepsinden evvel kendini tanıtıyor tabîî; Mustafa Abi, Şikago’dan sılayırahim için gelmiş. Şikago bahsi geçince, mevzu tâ Ahmed Bey Camii’nin restoresine değin gidiyor. Oğlunun da katılımıyla bir süre devam eden sohbet, istemek durumunda kaldığım müsaadeyle sona eriyor. Planladığım vakitleri hayli aştım, en azından hava kararmadan şehir değiştirebileyim…

Merkezdeki caminin içerisi.
Merkezdeki caminin içerisi.

Selimiye İslâm Kültür Merkezi’nin önünden uzanan sokak, şehirlerarası yola kadar iniyor. Mandalina ve portakal ağaçlarıyla süslü bahçeler arasından aşağı, ekşimsi râyihaları soluya bıraka yürüyorum. Bir noktadan sonra bu güzel kokulara karşı koyamıyor ve evlerden birinin bahçe duvarından dışarı taşan mandalinalardan birkaç tane koparıyorum. Bizim oraların mandalinalarıyla aynı lezzet ve daha büyük dilimler; mest oluyorum. İnşallah helâl eden bir ev sahibine rastlamışımdır… Ana yola vardığımda, bir otobüs durağı buluyor ve beklemeye başlıyorum. Birazdan, iç kalede sere serpe yatan beyefendi de geliyor. Sanırım bizi yine aynı nöbete yazmışlar... Bekliyoruz. Biraz daha bekliyoruz. Bir ara ben otostop çekmeyi deniyorum. Sonra biraz daha bekliyoruz. Ve biraz daha… Belki bir, belki bir buçuk saat sonra nihâyet kurtarıcımız görünüyor az ilerideki virajda ve bir nöbeti daha vukuatsız tamamlıyoruz.

İçten içe çok söylendiğim bu bekleyiş, Adriyatik boyunca muazzam bir gün batımına şâhit olayım diyeymiş meğerse.

Ülgün’e giden minibüsün ön koltuğuna oturduktan birkaç dakika sonra anlıyorum bunu. Nasip işte…

Gün batarken, Ülgün yolunda.
Gün batarken, Ülgün yolunda.



Don Kişot’un biricik yâri Ülgün

Ülgün’deyim... Karadağ’ın en güneydoğusunda, Arnavutluk sınırına birkaç kilometre mesafede. Hâliyle nüfusunun büyük kısmını Müslüman Arnavutların oluşturduğu bir beldede. Planım, öğleden sonra buraya gelmek ve akşam tekrar Podgoritsa’ya dönmekti; ama vakit, artık bunu başaramayacağımı söylüyor. Yol boyunca gördüğüm güzelliklerde avunuyor ve bu geceyi burada geçirmeye daha otogarda karar veriyorum. Kalacak yere bakma işiniyse sonraya bırakıyorum; çünkü akşam namazına yetişmek istediğim bir yer var. Kosova seyâhatim sırasında Prizren’de beni misafir eden Lütfü Hoca’nın görmem için epeyce ısrar ettiği bir yer…

Otogardan ayrılıyor ve bir Arnavut diyârında olduğumu belli eden İskender Bey Bulvarı boyunca yürüyüp, beni şehrin “eski” bölgesine ulaştıracak Ülgünlü Hafız Ali Caddesi’ne bağlanıyorum. Tatlı bir yokuştan aşağı inen cadde, sağlı sollu mağazalar, kafeler, lokantalar arasından dümdüz sahile varıyor. Aşağıdan doğru esen deniz havasına kapılıyor ve gün sırasını savmaya hazırlandığı sırada eski çarşıya düşüyorum. Sağımda Eski Ülgün ve burayı bir şehir kılan kalesi, karşımda uçsuz bucaksız deryâ… Ancak benim başka bir önceliğim var, sol yanımdan karşı konulmaz bir davet alıyorum.

Ezanla birlikte, Denizciler Camii’nin bahçesine, şadırvanına ve nihâyet içerisine geçiyor ve çok da kalabalık olmayan cemaate yetişiyorum. Gönül okşayan bir kıraatle kılınan namazın ardından kafamı kaldırıp da mekâna göz gezdirince, beklediğimden yeni ve hatta pırıl pırıl bir camiyle karşılaşıyorum. Adına yaraşır renklerle bezeli cami, mavinin hoş tonlarından mürekkep bir seyirlik sunuyor. Tesbîhat da tamam olunca, caminin imamı Besim Hoca’yı yakalıyor ve epeyce zaman evvel yüklendiğim bir emaneti, geç de olsa kendisine teslim ediyorum. Lütfü Hoca’nın selamını duyan Besim Hoca, ilk evvel biraz şaşırıyor, sonra hikâyeyi duyunca gülümsüyor. Nereden gelip nereye gittiğim üzerine biraz konuştuktan sonra, başlıyor cami hakkında mâlûmât vermeye.


Caminin beklediğimden yeni görünmesinin sebebi, zaten tamamen yeni yapılmış olmasıymış meğerse! Besim Hoca anlatıyor…

Denizciler Camii’nin içerisinden bir görünüm.
Denizciler Camii’nin içerisinden bir görünüm.
  • Denizciler Camii’nin hikâyesi, Osmanlı’nın buralara gelişinden de çok evveline, 14. asra değin uzanıyormuş.

O devirlerde deniz ticaretinin önemli limanlarından biri olan Ülgün, Akdeniz sahillerinden epeyce denizcinin ve tüccarın yolunun düştüğü bir şehirmiş. İşte bu denizci ve tüccarların Mağripli olanları, tam olarak bilinmeyen bir tarihte din kardeşleri için buraya ilk mescidi yaptırmışlar. Hatta, Osmanlıların Ülgün’e girip de burada bir cami görünce epey şaşırdıkları rivâyet edilirmiş. Tabîî onlar da şaşırmakla yetinmemiş, zamanla buradaki mescidi ihyâ da etmişler. 1700’lerin son deminde İşkodra’ya paşa olan Buşatlı İbrahim, kardeşi ve aynı zamanda selefi Kara Mahmud Paşa’nın Krusi Muharebesi’nde (Ekim 1796) şehit edilmesinin ardından mescidi onun ruhu için büyütüp yeniletmiş.

Mektebi ve imâretiyle bir asırdan uzun süre Ülgün halkına hizmet eden cami, Yugoslav Krallığı döneminde, 1931 yılında önce kapatılmış ve kısa süre sonra da tamamen yıkılıp yok edilmiş. Karadağ’ın müstakil bir devlet olarak tarih sahnesine çıkışı, caminin yeniden yapımını gündeme getirmiş. Karadağ İslâm Birliği, Ülgün Belediyesi ve Alanya Müftülüğü’nün birlikte yürüttüğü çalışmalar 2012’de tamamlanmış ve Denizciler Camii yeniden ibadete açılmış. Yapım masraflarının karşılanmasında gerek Ülgünlü Müslümanların gerekse Alanyalı vatandaşlarımızın büyük katkısı olmuş. Besim Hoca’nın söylediğine göre,

cami, aslına uygun görüntüsüyle tarihî yerinde yeniden inşa edilirken, İngiliz fotoğrafçı Edith Durham’ın arşivinde bulunan fotoğraflardan epeyce istifâde edilmiş.


Denizciler Camii.
Denizciler Camii.

Bütün bu çalkantılı sergüzeşti, dalgalı bir denizde seyredermiş gibi dinliyorum. Vay be, demekten alamıyorum kendimi. Besim Hoca, fotoğraf çekebilmem için ışıkları biraz daha açık tutuyor. Vedalaşmadan evvel de kalacak yerim olup olmadığını sormayı ihmâl etmiyor, sağ olsun. Kendisine yük olmak istemiyor ve küçük bir yalan söyleyiveriyorum. Evet, artık vedalaştığımıza göre gerçekten kalacak bir yer bulmalıyım. Laciverde çalar ufuğun eşiğinden günün son ışıklarını uğurlarken, sahil boyunda biraz dolanıyorum camiden çıktıktan sonra. Akşam yürüyüşündeki Ülgünlülerin arasına karışıyorum. Gözüme hoş gelen kafelerden birine oturup kahve sipariş ediyor ve kısa bir arayışın ardından kalacağım yeri kesinleştiriyorum artık. Bu sırada hepten kararan havadan olsa gerek, etraf epeyce tenhalaşıyor. Hostele geçmezden evvel, şehrin sur içinde kalan tarihî bölgesinde biraz oyalanmak niyetindeyim. Denizden kaleye yükselen eski şehre doğru alıyorum kendimi ağırdan.

Evliyâ Çelebi, seyâhatnâmesinde buradan bahsederken, kaleyi bekleyen yedi yüz Arnavut neferden bahsediyor. Bense selam verecek bir Allah kuluna dahi rastlamadan giriyorum kapıdan. Dar sokakları, taş binaları, biçimsiz merdivenleri, kemerlerle birbirine açılan meydanları ve loş aydınlatmalarıyla, tipik bir Orta Çağ mahallesi burası. İlk nüvesinin 5. asırda şekillendiği tahmin edilen şehir, zamanla büyüyüp genişlemiş ve denizin içine doğru uzanan çıkıntının tamamını kaplar hâle gelmiş. Arnavut taşlı yolları eze eze tırmanıyorum yukarılara doğru. Yapıların birçoğu otel ya da restoran; avlulara, teraslara şöyle bir bakıyor, bulduğum boşluklardan şehrin gece manzarasını yokluyorum yorgun gözlerimle. Tatlı sert yokuşlar ara sıra dağılıp saçılsa da zirvede, yani kalede kavuşuyor birbirine. Kalenin hemen eteğinde, Kilise-Cami olarak anılan mâbet var. 1500’lü yılların başlarında kilise olarak inşa edilen bina, yüzyılın sonuna gelindiğinde Osmanlılar eliyle camiye tahvil edilmiş. Camiyi finanse edecek bir vakıf bulunmadığından, giderleri hazineden karşılanıyormuş bu sebepten de ahâlî arasın “İmparatorluk Camii” olarak anılıyormuş. Karadağlıların Ülgün’ü ele geçirmesinin ardından ibadete kapatılan yapı, şimdilerde şehir müzesi olarak hizmet veriyor. Depremde yıkılıp da bir daha onarılmayan minaresiyle, yarım kalmış birçok hikâyenin bir temsili olarak selamlıyor gelip geçenleri.


Günün son ışıklarında, Eski Ülgün.
Günün son ışıklarında, Eski Ülgün.

Caminin ön tarafında ufakça bir meydanlık yer tutuyor, Köle Meydanı. Adından da anlaşılacağı üzere, zamanında burada bir köle pazarı kuruluyormuş. Üstelik öyle sıradan bir şey de değilmiş.


  • Adriyatik sahilinin en ünlü, en “canlı” köle pazarıymış buradaki. Bu pazarda alınıp satılanlar arasında tanınmış simâlar da varmış hatta. Dünya edebiyatının en önemli klasiklerinden Don Kişot’u kaleme alan Miguel de Cervantes’in yolu düşmüş buraya misâl. İspanyol yazar, tam beş yıl geçirmiş Ülgün’de.

Beş yıl az zaman değil, hele ki o devrin insanı için. Cervantes’te de derin izler bırakmış tabîî Ülgün günleri. Don Kişot’un dillere destan hayalî yavuklusu Dulcinea del Toboso’nun ismi de işte o günlerin bir hâtırasıymış. Rivâyet odur ki Cervantes, uzaktan uzağa görüp çok beğendiği Ülgünlü bir kadından mülhem yazdığı karaktere şehrin o dönemki isimlerinden birini vermiş. Sahihtir yahut yakıştırmadır, bilemem tabîî; ama böyle hikâyelere inanmayı tercih ederim her daim…

Ülgün’e yolu düşen şöhretli isimlerden biri de bizim tarihimizden. Sabatay Sevi, İzmir’de bir Yahudi olarak başlayan hayatını, İstanbul, Selânik, Halep, Kudüs, Kahire gibi önemli şehirler arasında dokuduğu mekikler ve ördüğü çorapların ardından, Aziz Mehmed olarak Ülgün’de tamamlamış. 17. yüzyıl Osmanlı’sının öne çıkan karakterlerinden biri olan Sevi, mesîhlik iddiası ve etrafında topladığı müritlerle adından epeyce söz ettirmiş bir şahsiyet. Sevi’nin radikal fikir ve eylemleri Yahudi tebaa arasında epeyce tantana koparmış, bununla da kalmayıp Avrupalı Hristiyanlar arasında da hareketlenmeye neden olmuş; zira onlara göre de Osmanlı topraklarından bir Deccâl çıkacak ve İmparatorluğu yok edecekmiş. Giderek karmaşık bir sorun hâline gelen Sabatay ve inananları, tarafların yoğun şikâyetleri üzerine idarenin de dikkatini çekmiş ve nihâyetinde sahte mesîh, Kilitbahir Kalesi’ne kapatılmış. Bu mahpusluğun fitneyi dindirmemesi üzerine, Sultan Dördüncü Mehmed’in de sütre gerisinden takip ettiği bir divâna çıkarılan Sevi, mesîhlik iddiasını inkâr etmiş ve ihtida etmek karşılığında canını bağışlatarak Sultan huzurunda Aziz Mehmed Efendi adını almış; ancak bu hâliyle de başka sorunları beraberinde getirmiş tabîî. Nihâyetinde 1670 civârında Arnavut diyârına sürgün edilen Aziz Mehmed, ömrünün son yıllarını işte bu Ülgün’ün sur içinde bulunan ve eski şehrin siluetinde önemli bir yer tutan Balsiç Kulesi’nde geçirmiş. Tıpkı onun gibi zâhirde İslâm’ı kabul eden “Sabatayistler” ise liderlerinden vazgeçmemiş ve Selânik’i bir merkez üs hâline getirip sık sık Ülgün’e ziyaretine gelmeye devam etmişler. 1676’daki ölümünden -müritlerine göre göğe yükselmesinden- sonra da sayısı artan cemaatinin sayısı, o dönemler neredeyse bin kişiye ve sonraki yüzyılın sonlarından da on bin kişiye kadar yükselmiş. Topluluğun kahir ekseriyeti, 1924 mübadelesinde Selânik’ten Türkiye’ye göçmüşler. Halk arasında “dönme” olarak anılan Sabatay Sevi ve Sabatayistler, günümüzde bile hararetli tartışmaların konusu olmayı sürdürüyor. Dönme demişken, sanırım artık benim de aşağı dönme ve hostelin yolunu tutma vaktim geldi de geçiyor…

Ülgün Kalesi ve sol üstte Balsiç Kulesi.
Ülgün Kalesi ve sol üstte Balsiç Kulesi.


Sokaklarında bir iki gölge haricinde kimselere rastlamadığım sur içinden aşağıya ve oradan da eski çarşının dışına dönüyorum. Yol üzerinde rastladığım bir fırında karnımı doyuruyor ve uzunca bir yürüyüşün sonunda Hostel Center’a varıyorum. Güzel bir avlusu var hostelin; eşyalarımı bırakıp, bir kahvelik soluklanma için masaya yerleşiyorum. Bir iki dakika sonra adının Nikolai olduğunu öğreneceğim genç bir arkadaş katılıyor bu soluklanmaya. Danimarkalı kardeşimiz epey meraklı, Türk olduğumu öğrenince daha ziyâde İslâm’a getiriyor sohbeti. Çok yer gezdiğini ama ezan sesini ilk defa Ülgün’de duyduğunu ve çok hoşuna gittiğini anlatıyor. “Sen bir de Üsküdar’da münavebeli ezanı işitsen demek…” diye geçiriyorum içimden. Ülkesinde ve dolaştığı yerlerde gözlemlediği İslâmofobi’den duyduğu üzüntüyü ifade ediyor Nikolai; zira şimdiye dek yolunun kesiştiği tüm Müslümanlar çok iyi insanlarmış. Hz. İsâ’nın Hristiyanlık’taki “tanrı” statüsünden bahsedip, Peygamber Efendimiz’i nasıl konumladığımızı soruyor. Dilim döndüğünce anlatıyorum. Soruların derinliği giderek artıyor ve ne yazık ki ortak dilimiz, burada beni hayli sınırlıyor. Bilmediklerime ayrı, bilip de anlatamadıklarıma ayrı üzülüyorum. O aralık bir hanımefendi gelip dahil oluyor masaya. Bu neşeli Fransız hanımın gelişiyle konu dağılıyor ve daha gündelik şeylere kayıyor. Bu sırada Eski Bar’dan çantama attığım hâtıralar geliyor aklıma; gidip getiriyorum. Bir Türk, bir Danimarkalı ve bir Fransız, bir görüp de bin ettiğimiz yol hikâyelerimiz eşliğinde nar taneliyoruz masada. Sohbetin inceldiği yerden kopuyorum ve bu uzun ama çok uzun günün yorgunluğunu atmak üzere odama çekiliyorum…

Sonraki güne sabah ezanıyla başlıyorum. Şafak sökmeden çıkıp, yeniden şehrin eski yakasına doğru şöyle bir tur atmak niyetindeyim. Yolumun üstünde Bregut, Kürepazarı, Lamit, Namazgâh, Ali Paşa camileri ve şehrin saat kulesi var. Sırasıyla her birini ziyaret ediyorum. Bunlar arasında hemen saat kulesiyle sırt sırta duran Namazgâh Camii çok hoş ve dikkat çekici geliyor gözüme. Cami restorasyonda, içerisini göremiyorum. Anladığım kadarıyla sıvanan ve boyanan cephesi temizleniyor ve 1728 senesinde Süleyman Muyalî tarafından yaptırılan cami, taştan aslına rücû ediyor bu çalışmalarla. Hemen ardındaki saat kulesiyle muazzam bir âhenk oluşturuyor bu hâliyle. Darısı, sıva ve boyaya kurban edilen tüm mâbetlerimizin başına… Çiseleyen yağmur eşliğinde sahile iniyor, Denizciler Camii’ni, kaleyi ve çarşıyı bir de alaca karanlıkta görüp kayda geçiyorum. Hızlıca bir kahvaltının ardından, eşyalarımı yüklenmek üzere hostele dönüyor ve bir kez daha Nikolai ile mülâki oluyorum avluda. Gece merak edip ezanın anlamına bakmış, onu anlatıyor heyecanla. İnşallah bu merak seni gönlünün ferahlayacağı bir eşiğe vardırır kardeşim, temennisiyle veda ediyorum dostuma ve otogara seğirtiyorum. Sekiz euro karşılığında ilk otobüse bir bilet kestiriyor ve kiraladığım arabayı teslim almak üzere başkentin yoluna düşüyorum yeniden.

Namazgâh Camii ve Ülgün saat kulesi.
Namazgâh Camii ve Ülgün saat kulesi.



Nizam Camii’nde bir Cuma vaktidir

Tuzi’deyim… İyiden iyiye sağanağa dönen yağmur altında yirmi dakikalık yolculuğun ardından, Podgoritsa’nın on kilometre kadar doğusuna düşen kasabaya vardım. Doğrudan buradaki asıl hedefime ilerliyor ve ezana yakın bir vakitte Nizam Camii ve Şehitliği’ne ulaşmayı başarıyorum. Cuma vaktine nazaran etraf epeyce sakin geliyor gözüme. Yağmurun etkisi olsa gerek, diye düşünüyorum. Girişteki küçük şadırvanda abdestimi alıp, vakit girene kadar kabirler arasında dolaşmaya başlıyorum.

  • On beş dönüme yakın, devâsa bir şehitlik burası. Fâtih Sultan Mehmed Hân fütûhâtı döneminde buraya konuşlanan Osmanlı nizâmiyesinden şehit düşenleri defnetmek maksadıyla çevrilen alana devamında bir de mescit binâ edilmiş ve şehrin İslâmlaşmasının ilk nüvesi böylece ortaya çıkmış. Civarda meskûn Müslüman sayısı arttıkça, mescit de büyüyüp genişlemiş. Ve tabîî şehitlik de…

1911’deki kolera salgınında hayatını kaybeden askerler de yine buraya defnedilmiş. Fetih uğruna meydanlarda can veren ataların, ricât esnasında hastalığa tutulup göçen torunları… Ne tuhaf, aynı devletin iki farklı kuşağı, farklı motivasyonlarla geldikleri bu yerde şimdi koyun koyuna kıyâmeti bekliyor.

Caminin etrafında yüzlerce şâhide var; kimi okunaklı kimiyse yalnızca bir nişân olmaktan ibaret. Şehitliğin en uç kısmına ilerleyip de bütün bir alanı tek bakışta görmekle ürperiyorum biraz. Sapsarı otlar arasından yükselen başlar ve onlardan devşirdiği kudretle İslâm sancağını gönderde tutan bir mabet... Kimler ayak bastı tam şimdi durduğum yere acaba? Ne konuştular birbirleriyle şu yanda? Hangi türküyü yakarken uyardı biri diğerini az ötede? Öyle ya, hasretlik de vardır buraya gelende… Ben böyle zihnimde bir şeyler kurup kaldırırken, yağmur daha da şiddetleniyor. Kabristanda da bir hareket başladığını fark ediyorum; birer ikişer diriler giriyor mahalle tarafındaki kapıdan. Derken Ezân-ı Muhammedî şâhidelere çarpa çarpa bana kadar geliyor ve camiye yöneliyorum. Hani şu nicesiyle aynı akıbeti paylaşan ve kendisi de bir dönem şühedâya karışan camiye…

Nizam Camii ve Şehitliği.
Nizam Camii ve Şehitliği.


Asırlar boyu Tuzi Müslümanlarına hizmet eden Nizam Camii, farklı dönemlerde onarımlardan ve değişikliklerden geçmiş. 1900’lerin başına gelindiğinde, caminin yine bir elden geçme ihtiyacı hâsıl olmuş; ancak ahâlînin gücü buna yetmemiş. İşin içinden çıkamayan Müslümanlar, toplanıp pâyitahta bir mektup kaleme almış ve Sultan Mehmed Reşad’dan camiyi onarmasını murâd etmişler. Ne var ki İmparatorluk, camiyi tadil etmek şöyle dursun, buralara çivi çakacak kudrette dahi değilmiş o zamanlar. Zaten devamındaki birkaç ay içinde de cümle Karadağ elden çıkmış. Osmanlıların devreden çıkmasıyla zor günler geçirmeye başlamış Tuzi Müslümanları.

Türlü engelleme, taciz ve buna mukabil mücadelelerle geçen yılların ardından, 1349 (1931 m.) Ramazan’ının 27. gecesinde meşûm bir hâdise yaşanmış camide. Dönemin Tuzi Şehremini ve Müslüman direnişinin bayrak ismi Haco Reşeviç, Kadir Gecesi’ni idrak etmek niyetiyle din kardeşleriyle bir araya geldiği mescitte, teravih namazı sırasında uğradığı silahlı saldırı sonucu şehit olmuş. Yugoslavya Krallığı, bu katlin peşi sıra patlak veren olayların faturasını da yine Müslümanlara kesmiş ve camiyi ibadete kapatmış. Zaten çok uzun yıllardır bakımı ve onarımı yapılamayan yorgun yapı, buradan sonra çok fazla ayakta kalamamış. Artık ne minaresinden ezan sesi duyulan ne de içerisinde Allah’ın adı anılan bina, birkaç zaman sonra yıkılıp harabeye dönmüş.

  • 2000’lerin başında camiyi yeniden inşa etmek hevesiyle ayağa kalkan Tuzililer, dedelerinin İstanbul’a gönderdiği mektuba bereket ki tam 99 yıl sonra cevap almış. Türkiye, TİKA eliyle bâsübâdelmevti üstlenmiş ve kısa sürede tamamlanan cami yine bir Kadir Gecesi’nde, 1431 (2010 m.) Ramazan’ının 27. teravihinde Salât-ı Ümmiyeler eşliğinde ibâdete açılmış.


Yağmur altında camiye koşturan cemaat.
Yağmur altında camiye koşturan cemaat.

İyiden iyiye kalabalıklaşan cemaate karışıyor ve ezan bitmeden camiden içeriye atıyorum kendimi. Girer girmez, TİKA eli değen diğerlerinde olduğu gibi ahşap işçilikleri okşuyor gözlerimi; cevizden mâmûl kapı, mihrap, minber, kürsü, tavan ve üst kat korkuluklarının her biri birer sanat eseri. Mihrabın hemen üst kısmı, Besmele tuğrası ve “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik. (Fetih: 1)” Âyet-i Kerîme’siyle bezeli. Dışarıdan yekpâre görünen bina, iki bölümden oluşuyor. Sol taraf, namaza da elverişli bir sınıf olarak ayrılmış ki şu anda saf saf cemaatle dolu durumda. İki bölümü birbirine bağlayan kapının mescit tarafında bir boşluğa yerleşiveriyorum. Sünnetin ardından imam efendi görünüyor. Genç, hoş mizaçlı bir beyefendi var minberde. Oldukça uzun ve hararetli hutbesini elinde hiçbir kâğıt ya da not olmadan, irticalen îrâd ediyor. Cemaat de başka hiçbir şeyle ilgilenmeden, pürdikkat takip ediyor hocayı. Çok merak etsem de Boşnakça hutbeyi anlama şansım yok maalesef. Yine de arada kulağıma çalınan Gazze ve Filistin lafızlarından anlıyorum ki acının ve öfkenin yakıcılığı var bu konuştukça kızıla kesen yüzde...

Nizam Camii imamı, hutbeyi îrâd ediyor.
Nizam Camii imamı, hutbeyi îrâd ediyor.


Cumânın farzları yerine getirilince, cami hızla boşalıyor. Cemaat, istifini bozmadan devam eden yağmurun altında seke koşa dağılıyor çarşının içlerine doğru. Bense geride kalıyorum. İçeriye fotoğraf çekmek için oyalanırken, güler yüzlü, genç bir arkadaş yaklaşıyor yanıma; Servet. Camiyi kilitlemek için kaldığını ama vakti olduğunu, gönlümce hareket edebileceğimi söylüyor. Bir yandan Servet’le sohbet ediyor diğer yandan caminin detaylarını kayda geçiyorum. Sınıf bölümünün bir köşesinde şanlı bayrağımız, diğerindeyse yeşil zemin üzerine hilâl ve yıldızın nakşedildiği Rumeli sancağı var; gönlüm bir hoş oluyor. Servet’e imamı soruyorum, ağabeyiymiş meğerse; Hafız Bayram Dizdareviç. Tanıştırmayı çok isteyeceğini ama Podgoritsa’da yetişmesi gereken bir program olduğu için hızlıca ayrıldığını söylüyor. Sağlık olsun, deyip, evin küçük oğluyla devam ediyorum sohbete. Cami ve şehir hakkında epeyce hikâye dinliyorum Servet’ten. Dışarıya çıktığımızda bildiği, tanıdığı mezarlardan bahsediyor heyecanla. Şâhideleri işaret edip, isimlerini, memleketlerini paylaşıyor kiminin: Abdullah oğlu Rıza, Azmi oğlu İsmail Hakkı, Zeynel oğlu Şaban, Üçüncü Ordu’dan Binbaşı Abdullah… Binbaşı’nın şâhidesinde,

“Ey akser arkadaşlar ve din-i karândaşlarım, buradan gelüp geçtikçe beni de birer fâtiha ile yâd ve ruhumu şâd ediniz.”

yazılı. Onun zâtında burayı ve cümle Balkan coğrafyasını İslâm beldesi kılan şühedâya birer fâtiha daha okuyoruz. Servet, paylaşımını bilgiyle sınırlamıyor ve vaktim varsa bir kahve ikram etmek istediğini söylüyor. Kaçırılmayacak bir fırsat bu.

Servet ile birlikte, kabirler arasında dolaşırken.
Servet ile birlikte, kabirler arasında dolaşırken.


Şehitlikten çıkıyor ve şehrin kalbi mesabesindeki Sebil’in hemen karşısına düşen Saray Restoran’a geçiyoruz. Nostaljik dekoru, loş aydınlatması ve nefsi okşayan râyihâlarıyla, insanı bir anda kendine uyduran mekânlardan Saray. Kalabalık masalardan etrafa saçılan sohbetler arasından geçip, arka masalardan birine atıyoruz kendimizi. Sıra sipariş vermeye geldiğinde büyük bir macchiato istediğimi duyan Servet, hoşuma giden bir bilgi daha paylaşıyor bu sırada. Tuzi’de büyük macchiato’ya “Doyç” yani “Alman” diyorlarmış. Sebebi de bu kahvenin çok uzun yıllar boyunca bir marka satılmasıymış. Evet, Alman markının bir dönem bu bölgede resmî para birimi olduğunu da öğrenmiş oluyorum böylece. Birazdan Servet’in arkadaşı Mevludin de ekleşiyor masamıza. İyi bir Türkçesi var Mevludin’in, sık gidip geliyormuş Türkiye’ye. Konuşacak epeyce konu çıkıyor hâliyle. Açtığımız başlıkların hepsini kapatamadan müsaade istiyorum bir vakit sonra; önümde uzunca bir yol ve üstümde kara bulutlar var ne de olsa…

Zindan Adası’na doğru…

Pedrovaç’tayım… Tuzi’den ayrılıp, Müslüman Karadağ’ı büyük ölçüde ardımda bıraktım. Buradaki kalan günlerimi ülkenin doğusunda, isimlerini çok daha sık duyduğum o ünlü sahil kasabalarında geçireceğim. Podgoritsa’dan güneye doğru yol aldım bir süre, yerle göğün arasına çekili sicimden bir tül altında. Bar’a giderken trenle geçtiğim İşkodra Gölü’nü bir kez de arabayla geçtim; ancak koşullar, pek de bir şey görmeme müsaade etmedi şimdi. Denize yaklaştıkça iyiden iyiye fırtınaya kesen yağmurla birlikte, sahil şeridindeki ilk durağıma yani Pedrovaç’a vardım. Havanın planımı epeyce sınırlayacağının farkındayım, yine de görmek istediğim bir manzara var burada.

Arabayı bırakacak bir yer bulana kadar yağmur biraz olsun duruluyor; ama esintinin hiç öyle bir niyeti yok… Kimsesiz sokaklardan geçen kısa bir yürüyüşle sahile varıyorum ki buralar da tenha. Ne yönden estiğini bir türlü anlayamadığım rüzgâr tarafından denize sıfır bir kafeye itiliyorum. İçerisi hayli kalabalık. Mekân sahibi, rüzgârı arkasına almış gibi görünüyor… Kafenin denize bakan yanı tamamen camla kaplı, oradaki masalardan birine ilişiyorum. Görmek istediğim yerler, biraz uzak da olsa manzaraya dahil buradan. Karşımda, Katiç ve Aziz Nedelya adacıkları, sağ yakanın uç kısmında da Kastiyo Kalesi var. Katiç ve Nedelya, dalgalarla boğuşuyor. Nedelya’nın tepesine takıştırılan kilise, can havliyle bir yerlere tutunmaya çalışır gibi görünüyor buradan bakınca. Şanslı ki ona kadar yetişmiyor deniz. Hışımla kabarıp köpüren sular, bir adacıkların eteklerindeki kayalara vuruyor, bir ardına sığındığım camlara. Onlar vaziyete âşinâ anlaşılan ama camlar için aynı şeyi söylemem mümkün değil... Biraz da Kastiyo’ya dönüyorum yüzümü. 16. asırdan kalma kalenin hâli, diğerlerinden farklı değil; o da kendince bir mücadelenin ortasında. Buralara bir soda içimi süresince camın ardından bakınmakla yetiniyorum; zaten karanlık olan hava daha da kararmadan yola revân olmalıyım.

Fırtınanın esir aldığı Katiç ve Nedelya.
Fırtınanın esir aldığı Katiç ve Nedelya.


Sahil yolunu doğuya takiple, yüzlerce, belki binlerce kez fotoğrafını gördüğüm bir başka meşhur noktaya varıyorum. Yolun üstündeki belli belirsiz park alanına yanaşıp, “Karadağ” denince akla gelen ilk yerlerden biri olan Aziz Stefan’a bakıyorum yukarıdan aşağı. Zihnime kazınan güneşli, pırıl pırıl görüntüsünün aksine kurşûnî renklerle beni karşılayan adada tek bir ışık dahi yanmıyor. Epeyce ürkütücü görünüyor ve Martin Scorsese’nin Dennis Lehane’in aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı kült filmi Shutter Island’daki (Zindan Adası / 2010) adayı çağrıştırıyor Aziz Stefan şimdi. Seviyorum manzaranın bu hâlini. Hikâyenin kahramanlarından Dedektif Chuck Aule’nin de dediği gibi, güzellik görenin gözünde tabîî…

Halk arasında övünç kaynağı bir kuruluş hikâyesine sahip olan adaya ilk yerleşimlerin 1400’lü yıllarda başladığı düşünülüyor. Rivâyete göre, o dönem bölgeye de adını veren Pastroviçiler, Kotor’u kuşatan Osmanlılara karşı bir baskın organize eder. Yaklaşık bin kişilik bir orduyla düzenlenen saldırıda muvaffak olan aşiret, elde edilen ganimetlerle de Aziz Stefan’ı imara girişir. Aşiretin on iki kolunun inşa ettiği birer ev, klanın hâmisi Stefan’a adanır ve böylece adanın ismi de konulmuş olur. Tabîî “kâfirle savaş” ve “on iki kol” vurgularının anlatıya ve adaya kutsiyet atfetmenin en kestirme yolları olduğunu söylemeye gerek yok. Asırlar boyu kendi hâlinde bir balıkçı kasabası olarak anılan ada, şimdilerde ünlü bir otele ev sahipliği yapıyor. Karadan adaya geçmek için ya adada meskûn ya otelde misafir ya da rehberli turlarda katılımcı olmak gerekiyormuş. Şartları sağlayamıyor ve adaya veda ediyorum. On beş dakika kadar daha yol gidip, geceyi geçireceğim şehre varacağım nihâyet.

Fırtınalı bir akşamüstünde, Sveti Stefan.
Fırtınalı bir akşamüstünde, Sveti Stefan.


Evliyâ Çelebi’nin yapamadığını yapmak

Budva’dayım… Erkenden kararan havayla beraber şehre giriş yapıyorum. Buranın ve diğer körfez şehirlerinin dar sokaklarında arabayla hareket etmenin ve park yeri bulmanın biraz baş ağrıtabileceğini çokça duyduğum için kalacağım yerin otoparklı olmasına dikkat etmiştim. Birkaç dakikalık şehir içi turumun ardından, bu dikkatimden dolayı kendimi takdir ediyor ve ilkin kalacağım pansiyona uğrayıp arabadan kurtuluyorum. Pansiyonun sahibi Dragan, neşeli hâli ve kahve ikramıyla karşılıyor beni. Portakal ağaçlarıyla çevrili bahçenin ortasında bir aile apartmanını andırıyor pansiyon, hoşuma gidiyor burası. Dragan’la ufak bir sohbet ve odaya yerleşmekle geçen yarım saatin ardından, Budva sokaklarına atıyorum kendimi. Yağmur ve rüzgâr tamamen durdu sayılır, Budva’da bir akşam vaktini güzelleştiriyor bu durulma. Şehri aşağı ve yukarı olarak ikiye ayıran ana yolu karşıya geçip, Akdeniz Caddesi’ne doğru sallanıyorum. Beklediğimden çok daha sakin bir çarşıdan geçiyor ve caddenin bitiminde eski şehre varıyorum nihâyet.

Surların içi, dışından da sakin. Girip çıktığım sokaklarda, döndüğüm köşe başlarında, soluklandığım meydanlarda neredeyse tek bir kimseye rastlamıyorum. Dükkânların da çoğu kapalı. Sanırım hem mevsimin hem de gün boyu devam eden yağmurun tesiri var bunda. Neyse ki yol düşürdüğüm diyârların her hâlini görmekten memnûn olurum, hiç sorun etmiyorum bu sakinliği. Bir süre öylece etrafta dolaşıp fotoğraf çektikten sonra, gördüğüm açık bir kafeye oturuyorum. Dükkân sahibi hanımefendiden başkası yok içeride. O da biraz şaşırıyor sanki beni gördüğüne, “Eve gidecektim ama internette bir şeye takılıp kaldım öyle.” diyor. Bu zamanlarda böyle oluyormuş burası, alışkın olduğunu da ekliyor ardına hemen. Kahvemi bitirene kadar yağmur yeniden döküyor. En azından o da şartlara ayak uyduruyor ve sakince yağıyor şimdi. Kafeden ayrılıp, biraz da ıslak sokaklarını adımlıyorum eski şehrin. Hepsi birbirine benzeyen bu yollar, deniz tarafından dışarı çıkarıyor beni. Altımda kimsesiz bir kumsal, karşımda hudutsuz bir zulmet, solumda Vaftizci Yahyâ Katedrali ve Budva Hisar’ının cılız ışıkları, kulağımda dalga sesleri… Yorgunluk çöküyor hepten üstüme, kalkıp yerime yatsam iyi olacak.

Eski Budva’da akşam.
Eski Budva’da akşam.


Budva’daki ikinci günüme pansiyonun yakınında rastladığım bir market/fırındaki kahvaltıyla başlıyorum. Henüz sabahın ilk ışıkları kendini yeni yeni göstermesine rağmen etraf epeyce hareketli. Dün akşamki yolu izleyerek, yeniden eski şehre doğru uzanıyorum. Dingin, yumuşak bir hava var; ama yağmur ara sıra kendini hatırlatıyor yine. Akşam karanlığında gelip geçtiğim çarşıyı bir de gündüz gözüyle görüyorum. Çok hoşuma gitmiyor şehrin bu yanı; renksiz, özelliksiz bir turizm bölgesinden ibaret. Limandan surlara bağlanan küçük alansa çok hoş. Deniz kenarından yürüyor, etrafta dolaşan insanlarla selamlaşa selamlaşa ikinci kez sur içine adım atıyorum. Bu öyle az iş değil, Evliyâ’ya kısmet olmamış misâl. Çelebi’miz ve beraberindekileri yağmacı sanan Venedikliler, hisardan doğru ateşler yakıp birbiri ardına top atışlarına başlamış da duman sanki samanyolu gibi yükselmiş göğe. Onlar da şehri şöyle bir dışarıdan görmekle yetinmek durumunda kalmışlar. Mekânın cennet olsun ey Evliyâ, senin yerine de sürüyorum ayağımı buralara.

Eski şehir, akşamki vaziyetine nazaran epeyce kalabalık. Esnaf dükkân açmanın, kafileler hâlinde dolanan gezginler de yeni bir yer görmenin telâşında. Bense telâşsız bir dolaşma hâlindeyim, öylece kayboluyorum bu Orta Çağ kasabasında. Her ne kadar bugünkü görüntüsü itibarıyla o dönemki Adriyatik şehirlerinin tipik bir örneği olsa da, geçmişi çok daha eskilere uzanıyor Budva’nın. Buranın bir meskûn mahal hâlini alması, milattan önce 5. asır civarında İliryalılarla başlamış. Sonrasında Grekler, Romalılar, Bizanslılar ve Venedikliler gelip geçmiş şehrin hikâyesinden. Budva’nın tarih yolculuğunda, kısa bir nefeslenmeden ibaret de olsa Osmanlılar da var elbette. 1570’ten 1573’e değin süren Osmanlı-Venedik Muharebesi sırasında, 1572 senesinde Kaptanıderyâ Kılıç Ali Paşa tarafından ele geçirilmiş Budva; ancak sadece bir yıl kadar sonra yapılan anlaşmayla Venediklilere bırakılmış yeniden. E tabîî, Kıbrıs’ı fetheden Devlet-i’Aliyye’nin çok da gözüne gelmemiş buralar.

Budva’da sabah yürüyüşü.
Budva’da sabah yürüyüşü.


Hediyelik eşya dükkânları, kafeler, mağazalar arasında dolaşıyorum bir vakit. Kimi sokaklar çıkmazlanıyor kimiyse küçük meydanlara açılıyor. Bu meydanların hemen hepsinde irili ufaklı kiliselerle karşılaşıyorum. Vaftizci Yahyâ Katedrali’ne yakından bakıyorum birinde. Uzunca çan kulesiyle şehrin silûetine şeklini veren Katolik kilisesi, çok daha eski bir kilisenin üzerine yükselmiş ve 1200’lü yıllardan çıkıp gelmiş bugüne. Henüz açılmadığı için içeriyi görme şansım olmuyor. Bir diğer meydanda 1700’lerin sonunda şehre hâkim olan Ortodoks Sırplar eliyle inşa edilen Kutsal Üçleme Kilisesi’ni görüyorum. Buradan denize uzanan bir açıklık var, surların üstüne çıkıp, hisarı ısıran dalgaları izliyorum biraz. Hemen sağ yanımda Azize Meryem ve onun üst tarafında da Aziz Sabba Kiliseleri var. Boyutları değişse de birbirine benzeyen, arka arkaya görünce pek de bir his uyandırmayan yapılar bunlar. Surlardaki beş gedikten çıka gire şehrin sokaklarında dolaşmak, çok daha cazip geliyor bana. Hem fotoğraf için doğal bir set vazifesi görüyor böylesi yerler, hakkını vermeye gayret ediyorum.

Eski Budva’nın göze hoş gelir çıkmazlarından biri.
Eski Budva’nın göze hoş gelir çıkmazlarından biri.


Gece yolumun düştüğü kumsala çıkıyorum tekrar. Sanırım Eski Budva’nın en güzel göründüğü yer burası. Kumsalın diğer tarafında, kayalıkların altında ileriye doğru devam eden ahşap bir yürüyüş yolu var, oraya yöneliyorum; ancak yolun bir bölümünden sonrası hava koşullarından dolayı kapalıymış bugün. Dönüşte kumsalda tek başına balık tutmaya çalışan birine rastlıyorum. Bir o yana bir bu yana yürüyor elinde oltasıyla. Kâh suyun içine giriyor birkaç metre kâh kumlarda dolaşıyor. Hoşuma gidiyor bu bereketsiz avı takip etmek. Eski Budva fonuyla birlikte, göze hoş gelir bir seyirlik çıkıyor ortaya. Bir vakit devam eden mücadele, avcımızın pes etmesiyle sona eriyor. O oltasını, İsmail de voltasını alıyor artık. Eh, sur içine dair nasibim bu kadarmış, diyor ve artık neredeyse öğlen sayılacak bir vakitte buradan ayrılıyorum. Pansiyona dönmeli ve bir iki saat fazladan kalmasını rica ettiğim arabayı almalıyım artık. Ben oraya çıkana kadar vakit girer, şehrin biricik camii de yukarı tarafta zaten.

  • Budva’da yerleşik toplam Müslüman sayısı bir iki yüzle ifade ediliyor ve yakın zamana kadar bir camileri yokmuş. Son yıllarda artan Müslüman turist sayısıyla da birlikte önemli bir sorun hâline gelen bu eksik, 2021 yılında İslâm Cemaati Meclisi eliyle giderilmiş ve şehre bir cami kazandırılmış.

Davetsiz bir misafir olarak, Obilaznitsa Caddesi’nde bir iş hanın alt katındaki bu küçük camiye düşürüyorum yolumu. Mescid ve şadırvanıyla tertemiz bir ibadethâne burası. Namazı edâ ediyor ve emeği geçenlere duâlar sıralarayak ayrılıyorum Budva'dan.

Vaftizci Yahyâ Katerali, Budva Hisarı ve balıkçı.
Vaftizci Yahyâ Katerali, Budva Hisarı ve balıkçı.


Buranın devamı yine epeyce popüler bir tatil beldesi olan Kotor; ancak benim oraya varmak için farklı bir rotam var. Hazır ben şehirden ayrılana kadar gökyüzü de pırıl pırıl güneşi takmışken bağrına, yeniden Aziz Stefan’a sürüyorum yüz on beygiri. Akşam durduğum park alanından bir de sarı, sıcak hâline bakıyorum adanın. Düne göre epeyce kalabalık tabîî şimdi durduğum yer, daha sakin bir yer bulmak ümidiyle biraz yukarılara tırmanıyorum. Tepede küçük bir kilise var, Aziz Sava Şapeli. Şapelin denize bakan tarafı, muazzam bir manzara seriyor önüme. Aziz Stefan’a ve cümle Budva’ya kuş nazarından bakıyorum. Turkuaza çalar, kırışıksız bir ufka doğru uzanıyor ve orada semâya değiyor Adriyatik. Etrafta kimseler yok. Seyir terasının aşağısında bir kayanın üzerine öylece bırakıyorum kendimi. Nereden geliyorum, nereye gidiyorum, n’apıyorum bu âlemde yahut n’apmıyorum? Tefekkür için elverişli bir köşe burası; mevcut dünyanın bir adım dışına bir tabure atmışım da oturmuşum gibi hissediyorum. Burada bir süre oyalanır ve sonra da gözden düşmüş eski bir başkente doğru hareket ederim...

Aziz Sava Şapeli’nin Sveti Stefan ve Budva manzarası.
Aziz Sava Şapeli’nin Sveti Stefan ve Budva manzarası.


Eski bir başkentin hatırlattıklarına dair

Çetinye’deyim... Aziz Stefan’dan yaklaşık bir saatte vardım buraya. Aslında daha kısa sürede katedilecek bir mesafe var arada; ama dağların arasından kıvrılıp yükselen yolun güzelliği, âheste bir yolcuğa sevk etti beni. Şehrin yüzölçümünde önemli bir yer tutan Niyegoşev Parkı’nın doğu yakasında bir cadde üstüne parklanıyorum. Deniz kenarından yaklaşık yedi yüz rakıma geldiğimi haber veren, soğukça bir hava karşılıyor beni Çetinye’de. Karadağ’a adını verdiği rivâyet edilen efsanevî dağın yakınına kurulu şehir, olağan bir fark bu.

Lovçen Dağı’nın etekleri gümrah çam ormanlarıyla bezeli olduğundan Karadağ anlamına gelen “Crna Gora” olarak anılıyormuş vaktiyle buralar.

Daha sonra bu isim, Kosova seyâhatimde ziyaret ettiğim Deçan Manastırı’nın imtiyaznâmesini veren Sırp Kralı Üçüncü Stefan Uroş’un da dedesi olan İkinci Stefan Uroş tarafından yayımlanan bir tüzükte ilk kez kayda geçmiş ve dilden dile çevrilip bugüne dek ulaşmış. Şimdi bakınca, bölgeye ve ülkeye isim olacak kadar sık görünmüyor ormanlar. Lovçen, zamanla seyrelen çamlıklardan sıyrılıp da yalçın kayalar üzerinde yükseliyor zirveye. Bu hâliyle, ömrünü mesîhin kölesi olmaya hasretmiş bir Orta Çağ keşişini andırıyor dağ. Bizim köyüm Karadağ’ıyla aynı tebedüllât gelmiş başına sanki buraların. Orası da adını eskilerin çokça anlattığı kapkara ormanlardan alırmış; ancak bugün yerlerinde fındıklıktan başkası kalmamış artık…

Oldukça sakin bir yürüyüşle, Niyegoşev’i geçiyorum boydan boya ve şehrin merkezine doğru ilerliyorum. Çetinye, Venedik ve Osmanlı’nın taarruzlarından dağlara sığınan Sırplar tarafından 15. asrın sonlarında kurulmuş ilkin. Nispeten güvenli konumu, kuruluşundan itibaren önemli bir yer tutmasını sağlamış buranların tarihinde. 1800’lerin ortalarına doğru bağımsız bir Karadağ Krallığı ihtimali ufukta belirince, müstakbel yönetimin merkezi yine burası olmuş. Yüzyılın ortalarına doğru inşa edilen Kral ve Prens sarayları gibi idarî yapıları diğer kamu binaları ve onları da yabancı ülke temsilcilikleri izlemiş art arda. Defakto başkent, Karadağ Krallığı’nın Birinci Balkan Harbi’nin arifesinde tarih sahnesine çıkışıyla resmiyet kazanmış. Karadağ’ın Kasım 1918’de Sırbistan Krallığı’nın egemenliğini tanımasıyla birlikte Çetinye de vazifesini tamamlayıp köşesine çekilmiş.

Niyegoşev Parkı’nda sakin bir öğleden sonra.
Niyegoşev Parkı’nda sakin bir öğleden sonra.


Krallığın bıraktığı yerden alıyorum Çetinye’yi. Bugün artık Karadağ Cumhurbaşkanlığının resmî konutlarından biri olma vazifesini üstlenen Prens Sarayı’na (Mavi Saray) uğruyorum evvelâ. Bina kapalı, dışarıdan görmekle yetiniyorum burayı. Bunların biraz yukarısında genişçe başka sokaklara açılan bir meydanlığa varıyorum. Çoğunluğu iki katlı, oldukça estetik binalar birbirlerine yaslanmış duruyor sokakların iki yanında. Bunlar arasında İngiliz, Alman, Fransız ve Rus elçilikleri de var. Gördüğüm en hoş mimârîlerden birine sahip Çetinye; her bina, ayrı güzel geliyor gözüme. Sola kıvrılıp, bir başka meydana çıkıyorum. Saray Meydanı deniyormuş buraya; zira şehrin başkentliğinin en önemli bakiyesi olan ve şimdilerde müze olarak kullanılan Kral Sarayı burada. Var gücüyle şimdi buraya abanan güneşin tadını çıkaran ihtiyarların ve sağa sola koşturan çocukların arasından devam ediyorum yola. Biraz ileride Etnografya Müzesi düşüyor sağıma. Onun hemen yanında şehrin kurucusu İvan Sırnoyeviç’in bir heykeli çarpıyor gözüme. Bir elinde kılıç, diğerinde üzerinde çift başlı kartal figürü olan bir kalkan tutuyor. Milletini savunmaktaki cengâverliğini ve adaletini temsil ediyor olsa gerek böylece. Ömrünün çok büyük bir bölümünü muharebelerle geçirmiş İvan. Bilhassa Osmanlı’ya karşı giriştiği mücadele, oradan oraya sürüklenmesine sebep olmuş. Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın bölgedeki fetihleriyle kendi topraklarından çıkmak durumunda kalsa da Bâyezid döneminde tekrar buralara dönmüş ve merkezi Obod olan küçük bir krallık kurmayı başarmış; ancak günün sonunda Osmanlı’ya vasal olmaktan kurtulamamış ve Devlet-i’Aliyye’ye duyduğu “sadakatin” bir gereği olarak, küçük oğlu Stanko’yu İstanbul’a rehin göndermiş. Topkapı Sarayı’nda geçen günlerin nihâyetinde İslâm’la şereflenen Stanko, hayatının kalanına İskender Bey olarak devam etmiş ve bir dönem Karadağ’da sancakbeyi olarak da vazife yapmış. Sonu gelmeyen çatışma ve savaşlardan yorulan ve Obod’da kendini güvende hissetmeyen İvan ise vasallığın merkezini buraya taşımış ve Çetinye’nin temelini işte böyle atmış. Heykeldeki adalet temsili de hikâyenin buradan sonrasına dayanıyor. Çetinye’ye yerleştikten sonra çıkardığı bir dizi kanun ve imtiyazla birlikte devletinin idarî yapısını ve içtimaî hayatını yeniden düzenlemiş İvan. Bir nevi buraların Kanûnî’si olmuş yani.

İvan Sırnoyeviç’in heykeli.
İvan Sırnoyeviç’in heykeli.


Bir şekilde birbirine temas eden şahsiyetler ve iç içe geçmiş hikâyeleri ardımda bırakıp, Çetinye’yi bir dönem dinî merkez hâline getiren manastıra ilerliyorum. Öncesinde Bilardo Sarayı var karşımda. Dönemin piskopos prensi İkinci Petar Petroviç’in kendisi için inşa ettirdiği bu saraydan ziyâde çiftliği andıran bina, zaman içinde prensin çok sevdiği oyunla anılır olmuş. Kapalı olan Bilardo Sarayı’nı geçip, yolun sonundaki Çetinye Manastırı’na varıyorum. İsimleri ve hikâyeleri geride bıraktığımı söylemiştim ama tam da başarmış sayılmam; zira manastır, devrin sarayıyla birlikte İvan Sırnoyeviç’in Çetinye’de inşa ettirdiği ilk iki yapıdan biri. Çetinye’yi yeni idarî merkez olarak ihdas eden İvan, piskoposluğu da buraya taşımayı ihmâl etmemiş. Zaman içinde birçok badire atlatan manastır, bugün ilk inşa edildiği yerin hemen karşısında yer alıyor. Buşatlı Süleyman Paşa devrinde Venediklilerle süren mücadelelerin Çetinye’ye kadar uzanması, mâbedin de yerini değiştirmiş. Uzun süre muhasara altında kalan Venedik askerleri sulh içinde çekilmek istediklerini karşı tarafa haber edince, Osmanlılar da şehri teslim almak üzere harekete geçmiş. Ne var ki Venedikliler bu çekilme sırasında Çetinye Manastırı’na patlayıcılar tuzaklamış ve muzaffer ordunun manastıra girişiyle birlikte infilak eden bombalar, onlarca Osmanlı askerini şehâdete kavuştururken binayı da yerle bir etmiş. Manastır, Petroviç hânedanının kurucusu ve bir dönemin Çetinye Metropoliti Birinci Danilo döneminde bugünkü yerinde, enkazdan kurtarılan taşlar kullanılarak yeniden inşa edilmiş.


Tipik bir Ortodoks manastırı olan bu yerde bir süre

Çetinye Manastırı.
Çetinye Manastırı.

Tipik bir Ortodoks manastırı olan bu yerde bir süre oyalandıktan sonra, sokaklara dönüyorum. İnceden atıştırmaya başlayan yağmur eşliğinde şehrin kendisine has binaları arasında dolanıyor, gözüme kestirdiğim kafelerden birinde bir kahve içmeyi ihmâl etmiyorum. Çetinye, ilk bakışta göze sıradan gelen hâline nispetle sıra dışı bir yer tutuyor gönlümde, seviyorum bu şehri. Tabîî dönüş yoluna geçmeme mâni olacak türden bir bağ değil bu. Hem önümde daha çok seveceğimi düşündüğüm başka diyârlar var. Allah kerim…

Harikulâde bir yolculuk

Çetinye’den Kotor’a giden ana yol, Budva’dan sahile kavuşuyor ve oradan hedefine varıyor. Bense Lovçen’in kuzey eteklerini uçtan uca geçen aykırı bir rota çiziyorum kendime.

Dubovik’e doğru tırmanışla başlayan ve P1 olarak kodlanan yol, yükseldikçe vahşileşen bir coğrafyanın ortasından el yordamıyla geçirilmiş gibi. Tipik Balkan yollarına nispeten dahi dar, epeyce dolambaçlı ve uğradığı birkaç köy dışında ıssız.

Kilometreler boyunca bir insan yahut makinaya rastlamadan direksiyon sallıyorum. Sekanye’den itibaren batıya kırılıp alçalmaya başlıyor yol ve tam da buradan sonra efsunlu bir âlemin içinde geziniyor artık. Yüksekçe bir virajdan döner dönmez karşıma düşen manzara, bu âlemin kapısından geçtiğimi haykırıyor yüzüme. Yeşilin ve kahverenginin her bir tonunu takıp takıştıran ormanların ortasında, ardındaki tepeye sarkan güneşin son ışıklarıyla fantastik bir temsil gibi arzıendam ediyor Niyeguşi. Hani günün sonu değil de başı olsa Gandalf, peşine taktığı Rohirrim ordusuyla beraber tepeden aşağı akacak sanırsın. Arabayı neredeyse rölantiye alıp, altın saatlerini yaşayan köyü temâşâ ediyorum sağlı sollu. Yol, biraz sonra düzlenip duruluyor ve ortasından geçtiği köyü ikiye yarıyor. Girişte peri kızlarına tahsisli intibaı uyandıran, taş binalar arasından geçiyorum. Birkaç tuğlalı yapı da var aralarında ama onlar da yaşlarından büyük gösteren bir terk edilmişlikle bekleşiyorlar ovanın ortasında. Etrafta kimseler yok. Bir an durup yakından bakacak olsam da

Güzel; ama kim bilir başıma ne bela açar

dizesi düşüyor aklıma. Birkaç yüz metre boyunca seyrettiğim Niyeguşi’de yol kenarında koşturan iki köpek dışında hareket eden hiçbir şeye rastlamıyorum. Telâşla alçalan güneş de gaza basmamı salık veriyor sanki, birkaç fotoğraf çekip devam ediyorum mecburen.

“Altın saatten” bir Niyeguşi hâtırası.
“Altın saatten” bir Niyeguşi hâtırası.


Köyü çıkar çıkmaz dar bir geçide varıyor ve nihayet Kotor Körfezi’ni ilk kez görüyorum tünele girmezden evvel. Yol, iyiden iyiye heyecanlandırıyor beni. Tüneli geçtikten sonraki birkaç kilometre, bu heyecanımı haklı çıkarıyor. Her bir kıvrım bir başka açıdan sunuyor manzarayı ve bu sunumu gün batımıyla süslüyor. Kayaların üstüne tünemiş bulutlar arasından güneye doğru sarkıyorum dura kalka. Biraz sonra, aslında beni buraya sevk eden bölümüne geliyorum yolun; dünyanın en tehlikeli yolları arasında gösterilen Kotor virajları! Yaklaşık beş yüz metre yüksekten sekiz kilometrede deniz kenarına inen tam 16 viraj var önümde. Viraj diyorum ama her birinden bir alt basamağa inilen U dönüşleri bunlar. Besmeleye abanıyor ve ilk virajı alıyorum tam bir sağa dönüşle. İki, üç, yedi, on…

Kotor Körfezi’yle ilk karşılaşma.
Kotor Körfezi’yle ilk karşılaşma.


Bilhassa sola dönüşler, muazzam birer Kotor Körfezi manzarası seriyor önüme. Bir yanda Adriyatik’in gökyüzüyle kesiştiği noktada bütün kızıllığıyla batan güneş, diğer yanda heybetli tepelerin ortasına saçılan o son huzmeleri toplayan Kotor ve körfezin diğer kasabaları. Dayanamıyor, dönüşlerin nispeten genişçe olan birinde duruyorum. Burada bir hâtıram olmalı muhakkak! Fotoğraf makinamı zaman ayarlı moda alıp bir taşın üstüne tutturuyor ve arabaya yaslanıp belki bir daha asla göremeyeceğim bu seyirliğe dalıyorum, güneş tümden kaybolana dek. Unutulmazlarım arasında şimdiden yerini alan P1’in kalan bir iki virajını da keskin dönüyor ve nihayet düze iniyorum.


Şehre giriş 15 euro!

Kotor’dayım... Nefes kesici bir yolculuğun sonunda, burada konaklayacağım Kelly Apartments’ta alıyorum soluğu. Elbette ki arabadan kurtulmak ve eşyalarımı yerleştirmek niyetindeyim. İşletme sahibi Nada Hanım tarafından kahve ikramıyla karşılanıyorum. Kısa bir sohbet ve nefeslenmenin ardından, Kotor sokaklarına atıyorum kendimi. Pansiyon, Eski Kotor’un yakınında. Eski ve yeni şehir arasında doğal bir sınır çizen Sturda’yı aşıp, Nehir Kapısı’ndan içeriye ilk adımımı basıyorum şehre. Evliyâ Çelebi’nin ardından Barbaros Hayreddin Paşa’nın da bir başaramadığını başarıyorum böylece. Üstelik onun Kotor’a giremeyişi şerefine açtırılan kapıdan geçerek… Kararan havayla birlikte, yağmurla yeniden buluşuyoruz Eski Kotor’da. Şehrin bu hâlini görmek ve biraz da etrafa aşinâlık kazanmaktan başka bir beklentim yok bu akşamdan. Öylece dolaşmaya başlıyorum... Yağmurun ıslattığı bu taş döşeli sokaklar, meşale hissi uyandıran sokak lambaları altında çok güzel görünüyor. Yürüyorum. Budva’nınkine nispetle daha büyücek bir sur içi burası, bunu hemen belli ediyor. Çok daha geniş meydanlara çıkıyor yolum. Kafelerde oturan yahut etrafta dolan birileri olsa da, burayı da beklediğimden tenha buluyorum. Şehrin ruhu, bu sakinlikte vücuda geliyor sanki. Bir aralık yağmur şiddetleniyor, Aziz Trifon Çarşısı’ndaki restoranlardan birinin tentesi altına sığınıyorum. Sonra meşhur yeşil panjurlu binalar arasında dolaşıyorum, bir, belki iki saat kadar. Tahminimden daha sıcak geçen bu ısınma turunu tamamlıyor ve istirahate çekiliyorum artık. Yarın, uzun ve yorucu bir gün olacak.

Eski Kotor’un tenha sokaklarında, bir akşam vakti.
Eski Kotor’un tenha sokaklarında, bir akşam vakti.


Güne hava henüz aydınlanmadan başlıyorum. Kısa bir hazırlık ve atıştırmanın ardından, yeniden eski şehrin yolunu tutuyorum; ancak bu kez Sturda’yı aşmayıp, onun kıyından sola doğru devam eden bir patikayı takibe alıyorum. Kotor Kalesi’ne çıkacağım ama yine alternatif bir yolu tercih ediyorum. Kaleye giriş, eski şehrin içinden 15 euro karşılığında yapılıyor normalde ve bin küsûr basamakla zirveye varılıyor. Ancak genellikle trekking sporuyla ilgilenenlerin kullandığı ve tâ Lovçen Millî Parkı’na değin uzanan bir parkur olduğunu işitmiştim bir yerlerde. Kotor Merdiveni olarak anılan bu yol, yukarıda bir yerde kale surlarını sıyırıyormuş ve şanslı olanlar için de duvardaki pencerelerden biri açık olabiliyormuş zaman zaman. Dünkü harikulâde yolculuk, kaleye girişi şansa bırakan bu yolu hepten denemeye değer kılıyor gözümde; başlıyorum tırmanmaya…

Çok dik olmayan yokuşlardan döne döne yükselen patika, başlarda hiç zor gelmiyor; ancak bir süre sonra yukarıda görünen surların bir türlü yakınlaşmadığını zehabına kapılıyorum. Manzaramın güzelliği tesellisine sığınıp, nar ağaçları arasında dönüp duruyorum uzunca bir vakit. Bu genişçe merdivenin bilmem kaçıncı basamağından sonra epeyce yükselmiş ve neredeyse körfezin tamamını önüme serilmiş buluyorum. Gitgide güzelleşiyor patikam. Biraz daha tırmanınca birkaç ev görünmeye başlıyor çatılarından itibaren. Biraz sonra çayırlıklara yayılmış otlayan birkaç katırla karşılaşıyorum. İnadına bir yaşam belirtisi görmek hoşuma gidiyor. Yolumun üstündeki ilk ev kapalı; ama karşı tepedekinin kapısında birileri olduğunu fark ediyor ve o yöne seğirtiyorum.

Kotor Merdiveni olarak bilinen patika yolun yukarılarından manzara.
Kotor Merdiveni olarak bilinen patika yolun yukarılarından manzara.

Daha oraya varmadan, nar hasadı yapan bir ihtiyarla karşılaşıp selamlaşıyorum. Evin önüne vardığımda da ev sahibesi teyze ve kedisiyle karşılaşıyorum. Sanırım kafe vazifesi de görüyor burası, duvarda asılı iptidaî bir menü bile var; kahve, nar suyu, ev yapımı keçi peyniri… İlkin şaşırıyorum buna ama sonra sezonda hareketli bir rota olabileceği canlanıyor gözümde. Buraya kadar gelmişken bir kahve içmek istesem de ev sahibi teyzemiz, güleç yüzünden beklenmeyecek bir “maalesef” ifadesi takınıyor. Kedisiyle birlikte bir fotoğraflarını çekip, aşağıdaki düzlükte görünen Aziz İvan Şapeli’ne devam ediyorum. Surlara epeyce yaklaştığım bu yorgun binada bir hanımefendiyle karşılaşıyorum ki o da benim gibi kaleye girmek niyetindeymiş. Birlikte bu girişi aramaya başlıyor ve çok geçmeden biraz uzakta, üst üste yığılı kayaların sura bitiştiği noktada bir açıklık görüyoruz. Yakından bakınca da bahse konu pencereyi bulduğumuzda hemfikir oluyor ve iki saate yaklaşan tırmanışın nihâyetinde tersinden de olsa Kotor Kalesi’ne girmeyi başarıyoruz. Her suç ortağı gibi, buradan sonra birbirimizi tanımıyor edâsıyla devam ediyoruz turumuza.

Hikâyesi 6. asra kadar giden kale, patika boyunca bana eşlik eden güzel manzaradaki boşluğu daha ilk anda dolduruyor ve hem karşı kıyıdan yükselen Virmats Dağı’nı hem de eski şehri her bir detayıyla dahil ediyor görüntüye. Burası da bölgedeki birçok benzeri gibi İliryalılar, Romalılar, Bizanslılar, Venedikliler, Osmanlılar, Habsburglar, İtalyanlar, Fransızlar ve hatta Moğollardan bahsedilmeden anlatılamayacak bir mâziye sahip. Burada sayılanlar arasında yalnızca Osmanlıların -uzun süreli iki kuşatma altına alsalar da- burayı fethe mazhar olamadıklarını söylemem lâzım. Her yolu düşenin biraz daha kavîleştirdiği kale, her yana uzayıp dört kilometreyi aşan surları ve üç yüz metreye yaklaşan yüksekliğiyle şehri muhâfaza etmiş asırlar boyunca.

İkinci Cihan Harbi sırasında Mihver Devletleri’nin şehri işgaline engel olamamış tabîî. İçerisinde farklı dönemlere ait şato benzeri binalar varmış; ancak günümüze sağlam hâlde ulaşabileni yok. Keza Evliyâ Çelebi’nin kendine has üslûbuyla “her biri biner kâfir alır” dediği tabyalara da manzaraya nâzır poz veren birkaç turist sığışıveriyor. Harabe hâlindeki yapılara uğraya uğraya inişe geçiyor ve biraz sonra meşhur merdivenlere varıyorum. Buradan yukarı büyük hevesle tırmanmaya başladıkları yolun bir yerinden itibaren pişmanlığa gark olan ve gerçek manada perişan görünen yüzlerle karşılaşmak bir miktar üzüyor beni. Açıkçası rota seçimimden dolayı biraz da takdir ediyorum kendimi.


Aziz İvan Şapeli.
Aziz İvan Şapeli.

Kalenin her bir burcundan, terasından, dendanından başka güzellikler görünüyor. Bilhassa Eski Kotor’un kiremit çatılarının yeşil ve maviyle kurduğu âhenkli zıtlık, mest eder bir görüntü çıkarıyor ortaya. Basamakları birer ikişer iniyor, gözüme çarpan her kıyıya köşeye şöyle bir değiyor, her bir boşluktan kafamı çıkarıp bakıyorum. Alçaldıkça, eski şehrin sokakları ve meydanları da kendini gösteriyor. İnsanlara tepeden bakmak gibi bir huyum yoktur; ama bir labirentin çıkışını arar gibi görünen bu meraklı hâlleri yukarıdan izlemesi hayli keyifli geliyor şimdi. Bir yandan da biraz sonra benim için de başlayacak olan arayışı kolaylaştırmak niyetiyle, tarihî yapıların yerini yönünü oturtmaya çalışıyorum zihnimde. Zikzakları birer birer tamamlayarak yuvarlanıyorum aşağıya. Bir noktadan sonra Şifâlı Meryem Ana Kilisesi de dahil oluyor görüntüye, artık belki klişe hâline gelmiş Kotor görüntülerinden bildiğim taştan çan kulesiyle birlikte. Ben de kiliseye varasıya kadar birkaç klişeye imza atıyorum. Bütün bu sergüzeşt boyunca bir cami ya da mescidin buraya ne kadar yakışacağını, şu muazzam manzarada uşşak makâmından bir ezan işitmenin nasıl da sürûr vereceğini tahayyül ediyorum ister istemez ve Evliyâ’dan miras yazıklarla eksiltiyorum basamakları.


Kaleden Kotor manzarası. Sol altta Eski Kotor, sağda Şifâlı Meryem Ana Kilisesi.
Kaleden Kotor manzarası. Sol altta Eski Kotor, sağda Şifâlı Meryem Ana Kilisesi.

Adım adım yorgundan hevesliye kayan yüzler arasından geçip, nihâyet düze varıyorum ki asıl yazıklanacak hâle de burada kalıyorum. Kalenin girişinde biletimi görmek isteyen görevli tarafından çevriliyorum. Çevriliyorum ama benim bir biletim yok… Kendisine durumu îzâh ediyor ve ilk defa bana verilmediği aşikâr olan o kelime oyunlu cevabımı alıyorum: Şehre giriş 15 euro! Belki de en sevdiği şakasını yapacak birini daha yakalamanın mutluluğuyla, “Ama isterseniz geldiğiniz yoldan da dönebilirsiniz.” seçeneğiyle devam ediyor sunumuna beyefendi. Şöyle bir ardıma dönük bakacak oluyorum ki başım dönüyor. Merdivenler boyunca gördüğüm bütün o yüzler birer birer geçiyor gözümün önünden. Bütün efendiliğimle şehre giriş biletimi alıyor ve “Regia Munitae Rupis Via” yani “Müstahkem Kalenin Ana Yolu” yazılı, 1760 tarihli tuğla kemerin altından geçip, bir kez daha Eski Kotor’a ayak basıyorum.

İstenmeyenler ve verilmeyenler üzerine

Yukarıdan uzun uzun bakıp da en azından kaba hatlarından iyice emin olduğumu düşündüğüm labirent, daha ilk bir iki sokak ve köşeden sonra yanıldığımı yüzüme vuruyor. Amma velâkin memnunum bu yanılgıdan, herhangi bir maksat olmaksızın burada gezinmek de hayli keyifli; zira tarihin akışına kapılıp da bugünlerin kıyısına ulaşan Eski Kotor, nice hikâye yaşatıyor dar sokaklarında. Tarih yolculuğuna milattan önce, Roma’nın Dalmaçya eyaletinin bir parçası olarak başlayan şehir, benzeri diğerleri gibi bu coğrafyadaki her türlü tarihî ve içtimaî kırılmadan payını almış. 4. asrın son deminde ikiye ayrılan Roma’nın doğusunda, yani Bizans’ta kalmış Kotor. Kalenin temelleri de meşhur Büyük Jüstinyen (527-565) döneminde atılmış. Zaman zaman saldırılara uğrayıp kuşatmalar görse de yüzyıllar boyunca Bizans hakimiyetinde kalan Kotor, 1100’lerin sonunda Nemanyiç hânedanı tarafından yönetilen Büyük Sırp Prensliği’nin eline geçmiş.

  • 1200’lü yılların ortalarına doğru bu kez çok daha uzaklardan gelen birileri çalmış şehrin kapılarını: Moğollar! Eski dünyanın dört bir yanını saran bu dehşetli istilâdan Kotor da almış nasibini ve Cengiz Han’ın torunlarından Kadan, şehirde taş üstünde taş, kelle üstünde baş bırakmamış. Ögeday’ın ölümü sonrası gerileyen istilâ, yerini bir süre daha Sırplara bırakmış.


“Regia Munitae Rupis Via” yazılı kemer.
“Regia Munitae Rupis Via” yazılı kemer.

Balkan coğrafyasının tamamı gibi, Kotor’un da kaderi Osmanlıların tarih sahnesine çıkışıyla birlikte bir kez daha değişmiş elbette. İmparatorluğun Rumeli topraklarındaki ilerleyişinden tedirgin olan şehir, önde gelenlerinin aldığı karar doğrultusunda Venedik’e bağlanmış. Kanûnî Sultan Süleyman (1520-1566) ve Avcı Mehmed (1648-1687) vakitlerinde körfezin farklı şehirlerine ayak basmayı başaran Osmanlılar, şehri iki uzun muhasara altına alsalar da fethine nail olamamışlar. Şehrin bugünkü şekil ve şemailini ortaya çıkaran bu yaklaşık 350 yıllık Venedik dönemi sonra erdiğindeyse çok daha istikrarsız günleri başlamış Kotor’un. Habsburglar, Çarlık Rusya’sı ve Napolyon Fransa’sı arasında kısa sürelerle el değiştirse de önce Avrupa’da sınırların yeniden belirlendiği Viyana Kongresi (1814) neticesinde Avusturya Krallığı’nın, akabindeyse 1867’de Avusturyalılar ve Macarlar arasında varılan uzlaşmanın neticesinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun himâyesi altına girmiş. Kotor Körfezi’nin dingin suları, 1900’lü yılların başlarından itibaren tüm dünyayla birlikte çalkalanmış bu kez ve Arşidük Franz Ferdinand’a isabet eden kurşunlardan peyda olan dalgalar vurmuş şehrin kıyılarına. Birinci Cihan Harbi (1914-1918) sonunda mağluplar safında yer alan Avusturya-Macaristan dağılmış ve Kotor’u himâye etme sırası Yugoslavya Krallığı’na geçmiş. İkinci Cihan Harbi’nin patlak verişi (1939-1945), Nazi ve Mihver işgali, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin ortaya çıkışı, Tito’nun ölümü, birbiri ardına gelen savaşlar ve bağımsızlık ilânları, Sırbistan-Karadağ gibi nispeten daha yakından bildiğimiz dönemleri geride bırakan Kotor, 2006 yazında müstakil bir devlet hâlini alan Karadağ’ın sınırları içerisinde kalmış. Tabîî epeyce ismin ve hâdisenin tesiri altında yazılan bu hikâye, birinden diğerine dolanıp durduğum Kotor sokaklarını da farklı ölçülerde etkilemiş.


Eski Kotor’a yukarıdan bakış.
Eski Kotor’a yukarıdan bakış.

Bu etkilerin en görünür olduğu yerler, ibâdethâneler sanırım. Şehirde irili ufaklı birçok Ortodoks ve Katolik kilisesi bir arada bulunuyor. İşte şimdi onlardan birinin önüne varıyorum, Denizin Azizesi Meryem Kilisesi… Burası, 1300’lerin ilk yarısına tarihlenen bir Katolik kilisesi. Sekizgen kubbesi ve ondan daha yükseğe çıkan çan kulesiyle döneminin mimarisini hakkıyla temsil eden bina, aynı zamanda Azize Osanna adıyla da anılıyor. Kilisenin bronz kapısındaki kabartmalarda hikâyesi tasvir edilen Kotorlu Azize Osanna, bölgenin dinî ve içtimaî geçmişinde önemli bir şahsiyet. 15. asrın sonlarından bir sonrakinin ortalarına değin yaşayan Osanna, kendisini münzevî hayata ve ibâdete adamış ve bu adanmışlığı kısa sürede etrafında bir cemaat oluşmasını sağlamış. Kotor ahâlîsi, Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı kuşatmasının başarısız oluşunu Osanna ve bağlılarının ettiği duâlara yorunca da şehrin manevî koruyucularından biri olarak anılma mertebesine erişmiş. Azizenin neredeyse dört yüz yıldır çürümeyen naaşı, bu kilisenin içerisinde, cam bir tabutta sergileniyor.

Denizin Azizesi Meryem Kilisesi’nin bir tarafı, Ağaç Meydanı adıyla bilinen meydanlık. Bir yanını dağlara diğerini de surlara veren bu hoş açıklık, kedilere tahsis edilmiş gibi görünüyor. Kendilerine yakışır bir umursamazlıkla öğlen sıcağının tadını çıkaran hayvancağızlar, merakla etraflarında gezinen birkaç turisti de eğliyor bu sırada. Bu manzarayı eski şehrin neredeyse tamamında görmek mümkün;

zira Kotor, kedileriyle de bilinen bir şehir. “Cats of Kotor” adıyla lisanslı ürünler satan bir mağaza ve bir kedi müzesi dahi var sur içinde.

Kedilerle iç içe yaşadığımız şehirlerimizde bu türden markalar ortaya çıkaramayışımıza hayıflanarak yola devam ediyorum.

Ağaç Meydanı’nda bir Kotor kedisi.
Ağaç Meydanı’nda bir Kotor kedisi.


Eski Kotor’u körfezden ayıran surları takiple, irili ufaklı mağazalar, birbirine açılan avlular, butik oteller ve şehre özgü saray adı verilen apartmanlar arasında dolaşıyorum bir süre. Yeşil panjurların altına ve hatta camdan cama uzanan tellerle iyice darlaşan sokakların tavanına asılı çamaşırlar çekiyor dikkatimi. Biraz olsun aralanan bulutlar, günü temizliğe ayıran Kotorluları harekete geçirmiş olmalı. Kimi çivit yardımıyla “sakız gibi” yaptığı beyazlarıyla iftihar ediyor kimiyse renklilerinden bir kompozisyon sarkıtıvermiş ziyaretçilere. İlk bakışta dekordan bir parça gibi görünen bu sergiler, yakından bakanlar için şehirde elân devam eden hayatın tertemiz alâmetleri esasında. Bahar esintili deterjanla tazelenmiş bir çarşafa uzanır rahatlıkta çıkıyorum Silah Meydanı’na. Burası, Kotor’un en büyük ve ferah açıklığı. İkişer üçer katlı saraylarla çevrili alan, kafe ve restoranların birbirine yaslı masalarına itinayla dağıtılmış insanları ağırlıyor. Biraz ileride şehrin simge yapılarından saat kulesi çıkıyor karşıma. İlkin 1600’lü yıllarda bir çan kulesi olarak yükselen yapı, zamanla yapılan ilâvelerle tipik bir saat kulesine tahvil edilmiş. Elbette ki bu tipikliğin en önemli parçası olan saat de kuleye 19. asrın sonlarında eklenmiş. Meydanla hayli uyumlu görünen kule, günün yarısına yaklaştığımı hatırlatıyor. Devam etmeliyim…


Kotor’un çamaşır sergileri.
Kotor’un çamaşır sergileri.

Saat kulesinin hemen karşısında, şehrin ana girişi olarak bilinen Deniz Kapısı var. Adından da anlaşılacağı üzere deniz yoluyla Kotor’a gelenlerin şehre adım atmak için geçtiği ilk eşik burası. Venedikliler zamanında açılan kapı, zamanının ruhunu ve Yugoslavya’nın ruhsuzluğunu bir arada yansıtıyor. Yüzyıllar boyunca buraya yolu düşen kimseler, alınlıktaki ihtişamlı Venedik arması ve onun yukarısına oyulan griffonlarla karşılanmış. Bu kıymetli işçilikler, İkinci Cihan Harbi’nin ardından Josiph Broz Tito liderliğinde teşekkül eden Demokratik Federal Yugoslavya döneminde kaldırılmış ve yerlerine bu yeni devletin arması ve Kotor’un Mihver işgalinden kurtuluş gününü haber veren “21 XI 1944” yazılı mermer bir kitâbe konulmuş. Arma ve kitâbe arasınaysa Tito’nun meşhur “Tude necemo svoje ne damo” yani “Bizim olmayanı istemeyiz, bizim olanı vermeyiz!” sözü nakşedilmiş. Bereket ki kapının iç tarafında yer alan kabartmaya dokunulmamış; kucağında İsâ ile birlikte Meryem Ana’yı ve onları koruyan Aziz Trifon ve Aziz Bernard’ı tasvir eden bu 15. asır hâtırası, dikkatli bakan gözler tarafından hâlâ görülebiliyor.

Kapıdan çıkmışken biraz deniz havası alsam iyi olacak. Sağ yanımda marina, diğerinde muhkem duvarlar… devam ediyorum. Sur boyunca birbirine ekleşip uzayan tezgâhlar, bir semt pazarından geçiyormuş hissi veriyor. İncik boncuk satan esnafa taze meyve-sebzeciler karışıyor bir süre ve biraz sonra bitiyor bu küçük ölçekli çarşı. Sakince yürüyüş yapanlara dahil olup, Gurdiç Burcu’na ilerliyorum. Şehrin güney sınırını belirleyen Gurdiç, kendisinden dağlara birleşip de araziyle el ele yükselen surlar ve turkuaz yeşili berraklığında bütün bunları ikiye katlayan sularıyla birlikte epeyce haşmetli görünüyor. Bu güzel görüntünün sağından aşan ve surları karaya bağlana küçük köprüyü geçiyor ve Güney Kapısı’ndan tekrar Eski Kotor’a giriyorum. Kapının hemen iç tarafındaki merdivenlerden surların üstüne çıkma imkânı var, değerlendiriyorum. Birkaç basamakla birbirine alçalıp yükselen yürüyüş yolları, kayalıklara yaslı mahalleleri bir başka zaviyeden önüme seriyor. Kuytuya düşen sokaklar, saksılarla süslü balkonlar, mevsimi kuşanan avlular, tamire muhtaç çatılar, yolunu arayan insanlar, hiçbir şey aramayan kediler… Tüm bunlara birkaç metre yüksekten baka baka Deniz Kapısı’na kadar ilerliyorum. Artık aşağıya dönebilirim.

Gurdiç Burcu ve sağından aşan köprü.
Gurdiç Burcu ve sağından aşan köprü.



“Güzel; ama bir pürüz var!”

Silah Meydanı’na iniyor ve saat kulesinin sağ tarafına düşen Bizanti Sarayı’nın yanından açılan dar geçitten yürüyorum. Foto Parteli’nin vitrinindeki fotoğraflara göz gezdiriyor, ona komşuluk eden birkaç hatırâ dükkânının sergilerine şöyle bir bakıyor ve Un Meydanı’nı da geçip, nihâyet Trifon Çarşısı’na varıyorum. Şehrin simge yapılarından Aziz Trifon Katedrali, burada karşılıyor beni. İlk defa 800’lü yılların ilk çeyreğinde inşa edilen bina, adını, ömrünün tamamını ülkemiz topraklarında geçiren Hristiyan azizi Trifon’dan almış. Üçüncü asırda Ege’nin bir köyünde dünyaya geldiği tahmin edilen Trifon, inancına adadığı hayatı ve gösterdiği kerametler vesilesiyle Hristiyanlık’ın erken dönem âlimlerinden biri olarak kabul görüyormuş. Daha çocuk yaşta duâlarıyla köyünü kıtlıktan kurtaran Trifon’un serencâmı, nâmının kulaktan kulağa yayılmasının ardından tahminlerin ötesinde bir kesinlik kazanmış.

Dönemin Roma imparatorunun kızlarından biri, dermansız dertlere dûçâr olmuş. Hastalığın, kızın içine giren bir iblisten kaynaklandığı düşünülüyor; ancak bir türlü çare bulunamıyormuş. Hasta kız rüyasında genç Aziz Trifon’u ve şifâsının onda olduğunu görünce, İmparator Üçüncü Gordianus da cümle Roma’yı ayağa kaldırmış ve sonunda Trifon bulunarak iyi olacak hastanın tâkatsiz ayağına getirilmiş. Duâlarıyla hasta kızcağızı da iyileştirmeyi başaran Trifon, ilmine hürmeten kendisine bahşedilen serbestlik sayesinde İznik’te yaşamaya ve tebliğ faaliyetlerinde bulunmaya başlamış. Ne var ki Gordianus’un seleflerinden İmparator Decius’un Hristiyanlara yönelik baskıları günbegün artmış ve sonunda Trifon da Pagan Roma’nın gadrine uğramaktan kaçamamış. Gördüğü ağır işkencelere rağmen dininden dönmeyen Trifon, inancının bedelini başıyla ödemiş. İmparatorluğun Hristiyanlaşmasının akabinde İstanbul’a taşınan kemikleri, bu kadar iâdeiitibâr kâfi görülmemiş olmalı ki, başkent Roma’ya nakledilmek istenmiş. Trifon’un kalıntılarını da taşıyan kafile sefer sırasında fırtınaya yakalanınca, her daim sakinliğini muhâfaza eden Kotor Körfezi’ne sığınmış. Kafileyi törenlerle karşılayan Kotor halkı, Aziz Trifon’un kafatasının sur içine defnedilmesiyle ödüllendirilmiş ve bir efsane daha böylece doğmuş: Kotor’un koruyucusu Aziz Trifon!


Aziz Trifon Katedrali.
Aziz Trifon Katedrali.

Kutsal kafatasının üzerine hızlıca başlanan kilise, 1166 senesinde katedral formuna kavuşmuş ve zaman içinde geçirdiği türlü değişikliğin ardından şimdi tam karşımdaki görüntüsüne kavuşmuş. Bölgeyi epeyce etkileyen 1979 depreminden burası da nasibini almış tabîî; ancak titiz birkaç restorasyonun ardından aslına uygun olarak ayağa kaldırılmış. Son olarak 2016 yılında elden geçmiş katedral, meşhur çan kulelerin birinde bu tarihi görüyorum. Diğerinde de yapılış tarihi işlenmiş. Farklı dönemleri ve akımları hakkıyla temsil eden bir bina var karşımda; Romanesk, Rönesans, Barok… Binanın narteksinden apsisine değin içerisinde çok fazla detay var; ancak Ortodoks mâbetleri kadar süslü bir yapı olmadığını söylemeliyim. Yine de taş ve mermer oymaları, orta nefin tonozuna gizlenmiş mozaikleri, altın sunağı ve farklı devirlerden bakiye el işçiliği eşyaları için şöyle bir içerisine göz atmaya değer gibi geliyor. Aziz Trifon, Hristiyanlık henüz çatışmalar ve aforozlarla ayrışmazdan önceki devrin azizi olduğu için, tüm mezheplerden hürmet gören bir isim. Hâliyle bu durum, katedrali de özel kılıyor. Hepsinden ve şehre ayak basan herkesten izler taşıyor Aziz Trifon Katedrali. Kendine uydurduğu meydanlıkla birlikte, şehrin alemi olmayı hak eder bir intiba uyandırıyor bende katedral. Uyandırmak demişken, bir kahve içsem iyi olacak…

Trifon’un hemen arkasına düşen kafelerin birinde, “Doyç” eşliğindeki kısa molanın ardından âheste bir yürüyüşe koyuluyorum. Yeniden deniz tarafındaki surların üstüne çıkıyor ve bu kez en sona, Kampana Burcu’na kadar ilerliyorum. Kuzey ve batı duvarlarını Sturda’nın şâhitliğinde birbirine kenetleyen burç, adını şeklinden alıyor olsa gerek. Yürüyüş yolu, buradan Yeni Kapı’ya doğru bu kez küçük bir park eşliğinde devam ediyor. Solumda Sturda, sağımda Assisili Azize Klara Kilisesi, Aziz Nikola Ortodoks Kilisesi ve ondan evvel aynı yerde bulunan manastırın soğan kubbeli kalıntısı, karşımda manzaranın hududunu belirleyen tepeler… Kotor’da karşılaştığım en güzel görüntülerden birisi var Kampana’dan öteye. Ayırdığım vakte değen bu güzel görüntünün üstüne yürüyor ve bir kez daha Yeni Kapı’dan şehre iniyorum. Hâlâ görmek istediğim birkaç mekân var; ama itiraf etmeliyim ki bir andan sonra bu ziyaretler sıkıcı gelmeye başlıyor, hızlanıyorum.

Kampana Burcu’ndan Eski Kotor’a bakarken.
Kampana Burcu’ndan Eski Kotor’a bakarken.


Sur içinin en yeni yapılarından olan Aziz Nikola Ortodoks Kilisesi’ni bir de ön yüzünden görüyor, aynı meydanı paylaştığı Aziz Luka Kilisesi’ne dışından bir bakış bakıyor, Aziz Mihail Kilisesi’ne şöyle bir nazar eyliyor ve kilise bahsini burası için kapatıyorum; zira kalan vaktimi şehrin sokaklarında sallanmaya ve fotoğraf çekmeye ayırmak istiyorum artık. Eski Kotor, kendisini vücûda getiren tüm meydanlar, sokaklar, binalar, merdivenler, vitrinler, desenler, işlemeler, renkliler, beyazlar ve diğerleriyle muazzam bir açık hava galerisi gerçekten. Burayı epeyce beğendiğimi fark ediyorum. Yine de herhangi bağ kurabilmişim gibi gelmiyor, şöyle bir köşeye çekilip bakınca. O şiirin bir diğer dizesi düşüyor şimdi hatırıma: Güzel; ama bir pürüz var! Yahut da bir şeyler eksik, allahuâlem. Bir iki saati de böylece geçirdikten sonra Kelly’ye döner, arabayı alır ve gün batmaya geçmezden evvel bir sonraki durağıma doğru hareket ederim; Karadağ’daki son gecemi geçireceğim o sahil köyüne…

Bir kartpostalın içinde

Perast’tayım… Kotor’dan aşağı yukarı yarım saatlik bir sürüşle vardım buraya. Aslında daha kısa sürecek bir mesafe var arada; ancak sahil boyu devam eden yol çok güzel manzaralar sunuyordu ve ben de bir ikisini değerlendirmeden geçmek istemedim. Arabayı ve eşyalarımı kalacağım yere bıraktıktan sonra, komşu evlerin bahçelerine ve teraslarına inip çıkan merdivenlerden döne döne denizin kıyına vardım. İşte şimdi bu başından sonu görünen köyü boyan boya geçen caddenin başındayım. Günün son ışıkları ve seyahatin son demleri için ziyadesiyle doğru bir seçim yapmışım. Dört bir yanı küçük dağlarla çevrili bir deniz parçası burası. İnsan elinin değdikleri de dahil her şey, güneşin tepeler ardına saklanmasıyla ormanın rengini kuşanan suyun devamı sanki. Saraylar, taş binalar, kiliseler ve diğerleri zamansız bir sakinlikle uzuyor, bir kilometreyi biraz aşan cadde boyunca. 55 metrelik kulesiyle köyün simge yapılarından olan Aziz Nikola Kilisesi’nin yanındaki meydanlıkta top oynayan birkaç çocuk da olmasa handiyse bir kartpostalın içine yerleşmişim gibi hissedeceğim; Souvenir de Perast!


Perast’tan körfeze doğu.
Perast’tan körfeze doğu.

Kerâhetten dökülen ışıkları toplaya toplaya tâ sonuna kadar yürüyorum köyün. Ayrı yumurta ikizleri Aziz George ve Kayalıkların Meryem Anası adacıkları buradan çok daha net görünüyor. Körfezi Adriyatik’e bağlayan Zincir Boğazı keza… Şimdi buradan dönüp bakınca, tüm güzellikleri tek kadraja sığıyor Perast’ın. Yol boyu avucumda biriktirdiğim ışıkları gönlümce yerleştiriyorum manzaraya; saray pencereleri, dükkân vitrinleri, kayık alâmetleri, sokak lâmbaları… hepsi birbiri ardına işaret veriyor bu yabancıya. Bir yerlerden yahut bir zamanlardan tanış gelen çifter çifter zaranbula, etraf denen bu perdede arzıendam eyliyor biraz sonra. Zaman ve mekân mefhumlarının ilgasını temâşâ ediyorum, minik havaîlerden dağılan, sarıya çalar huzmelerde. Omzuma attığım hırkayı şöyle bir çekiştirip, eşyaya bağlandığım pamuk ipliğini de koparmak istiyorum; ama fark ediyorum ki ne omzumda bir hırka ne de pamuk ipliğinden de olsa bir bağım var bu güzel köyle. Ufak dalgınlığımı savıyorum böylece. Dönüş yolunda bir mola vermeli ve deniz mahsulü bir şeyler yemeli sanırım. Peşine de bir kahve belki... Hem daha o merdivenleri geçip, kalacağım evi tekrar bulmalı ve körfez manzaralı terasın keyfini biraz olsun çıkarmalıyım. Sabah ola, hayrola...

Souvenir de Perast!
Souvenir de Perast!

Karadağ’daki son günüme şafak sökmeden başlıyorum. İlk ışıkları, dünden gözüme kestirdiğim o deniz kenarındaki bankta karşılamak niyetindeyim. Kaldığım evin terasına çıkar çıkmaz, artık zincirsiz olan boğazı geçip de İliya Tepesi’ni dövmeye giden Adriyatik menşeli rüzgârla karşılaşıyorum; son hazırlıklarını yapıyor yanaklarımda. Canını verip de hıncını alamayan Sicilyalı bir korsanın asırlardır bu kayalıklara çarpan son nefesiyle kendime getiriliyorum… Alacakaranlığın koluna girip, komşuların teraslarına uğraya uğraya aşağı yuvarlanıyorum. Biz basamakları inerken, güneş de göğe dayadığı merdiveninkileri çıkıyor hararetle. Düze vardığımda sabahı buluyorum kolumda. Bronza Sarayı’ndan başlıyorum gezintiye. Avamlığımın hakkını veriyor ve dışarıdan bakmakla yetiniyorum bu fevkalâde binaya. Perast’ta Venedikli tacirler ve denizci ailelerden kalma on sekiz saray var irili ufaklı. Her biri birbirinden güzel bu saraylar, hikâyelerine dair epeyce detay veriyor yakından bakanlarına. Kimi otel olmuş bugünlerde kimiyse müze; ama hemen hepsi de aktif olarak kullanılıyor hâlâ. Viskoviç, Baloviç, Şestokriloviç, Baraykoviç, Mazaroviç… Fısıldadıkları isimlerin izini sürmeye çalışarak, dış cephelerine sırlanmış zarif taş işçiliklerini arayıp bularak, çiçeklerle bezeli avlularına bakıp çıkarak ve bazen de sırf karşılarına geçip öylece temâşâ ederek oyalanıyorum bir süre.

Perast’ta sabah.
Perast’ta sabah.


Sarayların arasına itinayla serpiştirilmiş on yedi kilise de var Perast’ta ve onları da mümkün olduğunca görmeye gayret ediyorum. Meryem Ana Katolik Kilisesi, Vaftizci Yahya Kilisesi, Kutsallar Kutsalı Tanrı Annesinin Doğuşu Ortodoks Kilisesi, Aziz Mark Kilisesi, Aziz John Evanjelist Şapeli… Bunların en büyüğü ve en meşhuru, şüphesiz ki Perast siluetinin en dikkat çeken yapılarından biri olan o heybetli çan kulesini de ihtiva eden Aziz Nikola Kilisesi. 1600’lerin başlarında ilk kez inşa edilen kilise, asrın sonlarına doğru devrin ünlü mimarlarından Venedikli Guiseppe Beati’nin hünerli ellerine teslim edilmiş. Beati’nin Barok dokunuşlarıyla genişleyen yapı, aradan geçen yüzyıllar boyunca arzu edilen hâliyle bir türlü tamamlanamasa da en azından dışarıdan bakanlar için bütünlük arz eder bir görüntüye kavuşmuş. “Cümle Kotor Körfezi’nin en yükseği” unvanını gururla taşıyan kulenin de yine Beati imzalı olduğu düşünülüyormuş; ancak Barok’tan ziyâde Romenesk bir tarzı olması da akılları bulandırmıyor değilmiş. Aziz Nikola Kilisesi’nin önündeki açıklık, aynı zamanda köyün meydanlığı mesabesinde.


Aziz Nikola Kilisesi ve 55 metrelik çan kulesi.
Aziz Nikola Kilisesi ve 55 metrelik çan kulesi.

Saraylar, kiliseler ve onlardan geriye kalan az sayıdaki evler arasından geçip, köyün batı sınırı sayılabilecek Perast Müzesi’ne kadar geliyorum. Saat hayli erken olduğu için, müzeye giremiyorum ama yavaş yavaş aydınlanan köyü buradan görmek, yürüyüşümün karşılığını fazlasıyla veriyor. Hemen karşımda tabîî bir ada olan Aziz George ve bitişiğinde sunî kardeşi Kayalıkların Meryem Anası var. Servilerle çevrili Aziz George Adası’nda aynı isimle bilinen, faal bir manastır varmış ve bu nedenle ziyarete kapalıymış. Kayalıkların Meryem Anası’ysa turistik bir ada. Üzerindeki renkli kiliseyle birlikte ziyaretçilerini bekliyormuş. Benim uymayı başaramadığım belirli saatlerde... İçerisine dair fotoğraflar görmüştüm ve merak ediyordum esasında burayı; yakından görmek kısmet değilmiş. Yâ nasip…

Yavaş yavaş dönüşe geçip de yeniden köyün ortalarına doğru yanaşınca, insanlar bitiveriyor kesme taşların arasından. Yürüyüşler yapılıyor, dükkânlar açılıyor, tezgâhlar diziliyor… Kilise meydanının önünde yaşlıca bir kadın, el işi olduğunu tahmin ettiğim birkaç çeyizliği sunuma hazırlıyor. Bir delikanlı, kendi elleriyle yaptığını söylediği ahşap bibloları diziyor deniz tarafındaki duvarın üzerine. Restoranlardan birinin önünde temizlik yapan bir beyefendiyle selamlaşıp, içecek bir şeyler yapıp yapamayacağını soruyorum; hayhay, diyor. Kahvemi alıp, gün batımında oturanlarını kıskandığım banka yerleşiyorum; Karadağ’ın büyük kısmı ardıma düşüyor şimdi. Güneş, aklım onda kalsın istercesine takındığı bu ülkede gördüğüm en parlak hâliyle vuruyor Perast’a. Evler, saraylar, ağaçlar, deniz… Her biri bir başka güzel geliyor gözüme. Birkaç metre ilerideki rıhtıma orta yaşlardan beklenmeyecek sıskalıkta bir adam tabure atıyor biraz sonra. Cebinden çıkardığı misinayı usulca çözüp salıyor suya. Dudağının kenarına kıstırdığı sigaradan bir iki duman çekip bırakmanın peşine, ilk nasipleri rast geliyor iğneye. Eh, kedisiz olacak manzara değil; sabah güneşiyle kızaran bir sarman dahil oluyor kadraja.


Misinalı balıkçı ve bu açıdan poşetlerin ardından kalan kedi… Arkada, Aziz George ve Kayalıkların Meryem Anası.
Misinalı balıkçı ve bu açıdan poşetlerin ardından kalan kedi… Arkada, Aziz George ve Kayalıkların Meryem Anası.

Çok da yüzüme yansımayan bir neşeyle veda ediyorum kendimce bu diyâra. İnsan bilmediğinden dönerken, ister istemez bir keyifleniyor sanırım. Hele de böylesi bereketli bir seyâhatle heybesini doldurmuşsa! “Cümle nasibin yollardadır” hissi tarafından kuşatılıyorum birkaç gün arayla yeniden. Bir sonbahar sabahının sıcağında ve bir yabancı vedanın serininde, aynı vakitteyim elân. Bir yolun daha sonuna gelmenin neşesiyle, dolu zihnimi boşaltıyorum körfezin baharda yeşillerin kıskanacağı sularına…

***

Köydeyim... Sofra kurup kaldıranlara has bir telaşla koşturanların artık yapacak pek bir işi kalmadığında, gözlerin bana döndüğünü hissediyorum. Bir süre öylece bakıp, “Eee…” diyorlar uzunca. Sen yine bir yerlere gideceksin herhâlde, diye devam ediyor sözcülüklerini üstlenen güler yüzlü hanım. Yeni bir yola koyulacak olmanın dışarıdan bakan gözlerce anlaşılabilen bir hâl olduğunu bilmiyordum doğrusu. Nereye gideceksin, sorusu geliyor hemen ardından. “Karadağ… Karadağ’a gideceğim nasipse.” diyorum çok düşünmeden. Gülüşmeleri işitiyorum ardı sıra. “E zaten Karadağ’dayız ya İsmail Abi!” diye şakıyor oradan bir kuş dilli. Beni bir tabure üstünde eyleyen yüklerimi geçmişin kaldırma kuvvetine bırakıyor ve sığa yaklaşmanın yorgunluğundan biraz olsun sıyrılıyorum; evet yahu, burası Karadağ! Köyün bu mevkii, oldum olası “Karadağ” deyu bilinir, anılır. Bu isim benzerliğini o ana dek fark etmeyişime ve üzerinden türetebileceğim nice kötü şakayı ıskalayışıma ayrı ayrı şaşırıyorum. Neden sonra şaşkınlığıma galebe çalıp, son bir gayretle çıkıyorum daldığım ummândan: “Başka bir Karadağ daha var, oraya gideceğim ben. Balkanlar’ı biliyor musun, duydun mu hiç? Orada bir ülke Karadağ.”

Şaşmak hâlini, törensiz bir devir-teslimle küçük hanımın kocaman birer zaranbula gibi ışıldayan gözlerine bırakıyorum böylece. Uzak mı ki orası, sorusu geliyor kaçınılmaz bir şekilde. “Buradan İstanbul kadar aşağı yukarı.” deyince, “E çok uzak değilmiş o zaman… İstanbul’a gelmiştik ya biz!” diyor tebessümle ve devam ediyor şakımaya:

-Niye gidiyorsun ki, n’apacaksın orada?

-Yeni yerler göreceğim, insanlar tanıyacağım, fotoğraflar çekeceğim…

-Bizim Karadağ güzel değil mi de oraya gidiyorsun?

-Burası en güzel Karadağ; ama oranın da güzelliği başka.

-Burada olmayıp da orada olan ne var ki?

-İşte ben de ona bakacağım... Hem belki gördüklerimi de yazarım dönüşte, sen de okuyup öğrenirsin ne varmış ne yokmuş.

-Ama ben daha tam okuyamıyorum.

-Olsun, tam okuduğun zaman bakarsın sen de.

-Tamam ama yazmayı unutma sakın!

-Anlaştık.

***

Her daim seyahat etmeye ve yazmaya teşvik eden Taha Kılınç’a; destek ve önerilerini esirgemeyen Aslan Can Delibaş, Sedâ Midi, Melike Kübra Yaltırak, Servet Dizdareviç, Gamze Emine Süleymanoğlu ve yazıda adını andığım tüm Karadağlılara şükranla…

*Fotoğraflar: İsmail Çağılcı

*Bu yazı, 2025 yılında kaleme alınmıştır.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım