Balkanlar’da perdeyi aralarken
Kalbi, yolu hep Ortadoğu ve Afrika coğrafyasına akmış biri olarak, ilk defa Batı tarafından bir diyarı mesken tutacaktım. Bu sefer temaşa edeceğim coğrafya çok bizden olduğu için bende bırakacağı tesir de çok farklı olacaktı, bunu yola çıkmadan sezebiliyordum. “Onlar yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Baksalar ya, kendinden öncekilerin sonu nasıl olmuş?” (Muhammed Suresi, 10) ayeti kerimesi heybemde, her hayretimde ve haşyetimde sürekli danışıp durduğum tefekkür azığım olarak çıkarım tüm yolculuklara. Yolculuktan ziyade, zihnimde hangi hikmetin ummanıyla dönecektim, bunu daha çok merak ediyordum.
Anne tarafından şeceresi Gül Baba’ya uzanan Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupa’daki Osmanlı mimari eserlerini incelemek için Balkanlar’a doğru yola koyulduğunda, Budapeşte’de konaklayacak otel bulamaz ve “bu yaşta buralara gelmek akıl kârı mıydı?” diye kendi kendine söylenir. Fakat kısa bir zaman sonra silkinir, “Ne oluyorsun? Akça Koca yüz yaşında at sırtında Kandıra’yı almıştı.” diyerek kendini telkin eder ve altmışlı yaşlarında bu coğrafyanın altını üstüne getirerek külliyatını oluşturur. Ekrem Hakkı Ayverdi, “… O zaman anlıyoruz ki, biz de o diyarlardanız; bizim de oralarda saklanmış bir parçamız, hâtıralarımız gizlidir. Ben Bolulu, Ispartalı, Konyalı, Erzurumlu, Vanlıyım; Üsküp, Sofya, Belgrad, Bosna, Selânik hemşerisiyim. Tebriz, Kırım, Semerkant, Taşkent, Delhi benim diyarımdır. Nasıl ki sizler de teker teker ve toplu olarak hep bu ülkelerdensiniz ve hepimiz birden Türk medeniyet devirlerinin en derini, en özlüsü olan ve Allah’ın bu millete emanet ettiği Müslümanlığın potasında yoğrulmuş büyük imparatorluğun müşahhas sembolü İstanbul’un bir rüknüyüz.” der. Fotoğraflarda gördüğüm, insanlardan dinlediğim kısımlar, Ayverdi’yi doğrulasa da yerinde tecrübe etmeden bu sözler bende tam manasını bulmayacak, biliyordum.
*Kosova
Bizi bunca zaman birbirine bağlayan, kendimi bildim bileli Evlâd-ı Fatihân denildiğinde aklımıza ilk Balkan coğrafyasının gelmesinde nasıl bir vefa mefhumunun var olduğunu düşünmeden edemiyorum.
- Balkanlar’a giderken rüyanın hangi bölümüne denk geleceğimi, hangi kısmında yolculuk yapacağımı düşlerken, ilk gün Priştine sokaklarında Amerikan rüyasına denk geleceğimi, Amerikan bayraklarıyla birlikte Bill Clinton’ın resim ve heykelinin beni selamlayacağını da düşlememiştim doğrusu.
Ah bu mezalim rüya, Kosova’yı da sarmış, sarmalamış ve de sallamış demek. Acı tebessümlerle meydanda dolaşıyorum, bir yandan camilerin taşlarına dokunup hangi besmeleyle niyeti alınmış diye anlamaya çalışırken bir yandan da etrafta gördüklerimi okumaya çalışıyorum. Priştine’ ye ibret nazarıyla göz gezdirip, ecdat yadigârlarının zarif abidelerini içime nakşediyorum.
Balkanlar hikâyemi Priştine’de değil, Mazgit köyüne giderken başlatıyorum. Sultan Murad Hüdavendigar’dan bahsediyorlar. Organları burada, bedeni ise Bursa’da gömülü diyorlar ve ben, bir kalbe doğru yolculuk yapıyorum. Bir bedenin bulunduğu şehidi değil, kalbini ziyarete gidiyorum.
Bu nasıl bir kaderdir ki, ruhu bedeninde olmasa bile bütün olmaya meyyal yaratılan insan, kendi varının en kıymetlisinden ayrı düşüyor; kalbini burada, Kosova’da bir köyde bırakıyor.
Meşhed-i Hüdavendigar’ın olduğu köye geldiğimizde derin bir nefes alıyorum, önce şehidin cennet kokusunu alabilmek sonra selim bir kalbi hissedebilmek için. Türbe öncesinde müzeye giriyorum, merdivenleri çıktığım gibi bir kavuk dikkatimi çekiyor. İnsanlar arkamdan gelip geçerken ben dakikalarca kavuğu seyrediyorum. “Asâkir-i İslâm için teslim-i ruha razı olan ve cenk meydanında hem galip hem de şehit olmayı Allah’a niyaz eden Sultan Murad Hüdavendigar, demek bu sadelik veçhinle Cenab-ı Allah kabul etti tüm duanı.”
Bir kavuk haykırıyordu bana, Hz. Peygamber’e (SAV) itaati ve Cenab-ı Allah’a iltica ederken, bu yolda Allah’a nasıl kurban olunabileceğini. “Aman ya Rabbi! İnsanların yıllarca aradığı sorunun cevabı tam da karşımda duruyordu. İslâm’ı eski şerefli günlerine kavuşturacak yegâne cevap işte bu kavuğun tam da kendisiydi.” Bir ihtişam ki, zarafet ufkunda Peygamber hırkasıyla bu sade kavuk. Hızlıca türbe içine giriyorum ve sandukanın ucunda oturup Sultan Murad’ın kalbine gönderiyorum dualarımı. İslâm adına atacağım adımların bundan sonraki kısmına o kalbin sirayet etmesini diliyorum. Türbe etrafındaki güzide insanları da ziyaret ettikten sonra düşüncelerin girdabında Prizren yolunu tutuyoruz.
Prizren, Bistriça Nehri’nin iki yanına kurulmuş bu nahif şehir, yaylamın şehirleşmiş hali gibiydi; çok tanıdık, çok benden. Şehre ecdat yadigârlarını ziyaret ederek başladık. Fakat Gazi Mehmed Paşa (Bayraklı) Camii’ne geldiğimizde, camide görevli imamın oğlundan öğrendiğimize göre, 2021 yılında 40 cami (Prizrenli abinin deyimiyle) kırılmış (hırsızlar girmiş).
Kosova’da İslâm Birliği’nin aldığı kararla camileri sadece namaz vaktinde açıyorlarmış.
Bu durum canımı sıksa da, bir vakit namazında inşallah camiye gelirim diye içimden geçirirken gözüm, cami avlusundaki mezarlıklara, mezarların üzerindeki büyük beyaz taşlara takılıyor. Taşlardan bir tane elime alıp anlam vermeye çalışıyorum. Sebebini rehberimize sorduğumda ise, mezarlara ziyaretleri üç yıldan sonra bıraktıklarını, mezar üzerinde otlar bitip, mezarlar bakımsız kalmasın diye taşları koyduklarını ve bunun bidat olmadığını, buralarda böyle olduğunu belirtti. Atalarından bağlarını neden üç yılın sonunda kopardıklarını o şaşkınlıkla soramadım. Gezi boyunca da sormak nasip olmadı.
Herkesler otele yerleşip dinlemek isterken ben bir an önce yalnız kalıp şehirde kaybolmak istiyorum. Bistriça Nehri’ni takip edip Maraş Köprüsü’nü geçtikten sonra, uzun kavak ağaçları ardındaki parkta bir koku, beni çok eskilere getiren tanıdık bir koku almaya başlıyorum. İlerledikçe yoğunlaşan kokunun keskinliği de artmaya başlıyor. Bir an gözümü kapayıp hatırlamaya çalışıyorum, “Çocukluğumun kokusu buraya göç etmiş.” diyorum. Balkanlar’dan döndükten sonra zifin kokusu olduğunu öğrendim. Genelde bahar aylarında ve yaz başlarında köylerde olurdu bu koku, fakat o kadar uzun zaman olmuştu ki bu kokuyu almayalı, unutmuştum. Prizren’de bu kokuya rastlamak, şehirle farklı bir ünsiyet kurmama sebep oldu. Ara sokaklara saptığımda mahalle aralarında top oynayan çocuklar ve Türkiye’de meşhur bir takımın bayrağı epey gülümsetiyor beni. Çocuklarla hasbihal edip vedalaştıktan sonra kaleye çıkıp şehrin gün batımını seyre dalıyorum.
Gün doğmadan, imsak vakti otelden ayrılıp Dolunay’ın güzelliğine bakarak Sinan Paşa Camii’ne doğru ilerliyorum. Bistriça Nehri’ne yaklaştığımda ezan okunmaya başlıyor ve kendimi acayip bir sahnenin içinde gibi hissederek camiye giriyorum. Dışarı çıktığımda gün aymış, herkesler dağılmıştı. Nehir kenarında biraz oturduktan sonra Maraş Köprüsü’ne doğru giderken ellerinde bastonları, spor kıyafetli yürüyüş yapan birkaç yaşlı insan görüyorum. Yürüyüş yapan insanların sayısı artıp, hepsi aynı yöne doğru gidince bende merakıma yenilip peşlerinden onları takip ediyorum ve kendimi birden tabiatın görsel şöleninde buluyorum. Yol bitmek bilmiyor, bir yandan yolun nereye çıktığını çok merak ediyorum bir yandan da geç kalmak istemiyorum. Allah kerimdir deyip nehir boyunca yürümekle kalmayıp tepeye bir yerlere tırmanıyorum. Bir yanım geç kalma stresi yaşarken bir yanım da yeşilin her tonunda kaybolmanın şükrünü eda ediyor. Prizren’de tepeler arasında geniş bir hilal çizdikten sonra kendimi kalede, manzaraya bakarken buluyorum. “Ah kadir-i hikmeti sonsuz olan Allah’ım, şu cuma sabahının her güzelliği için nice teşekkürler ediyorum Sana.”
**Kuzey Makedonya
Prizren’den umduğumdan fazlasını alarak Üsküp yolunu tutuyoruz. Cuma vakti Mustafa Paşa Camii’ne yetişiyoruz. Cami avlusunda, ağaçların gölgesinde imamın vaazını dinliyorum tüm dikkatimle; imam, gençlerden yana çok dertli. Sosyal medyanın hayatlarımızı ele geçirmesinden, aile ilişkilerden bahsediyor. Annelere ve babalara kızıyor. Bir de hoşgörüden bahsediyor. Hoşgörü, ne muntazam bir kelime; fakat dilde pelesenk her kalpte olmayan bir düsturdur. İmam hoşgörüden bahsederken camide yaşanılan bir durum aklıma geliyor ve gülüyorum. Hayatımıza sirayet etmeyen kelimelerin ne de güzel reklamlarını yapıyoruz diye düşünüyorum içten içe.
Duvardan duvara çarpan seslerin arasında kaybolarak Türk çarşısına giriyoruz ve başlıyoruz güzergâh noktalarımızı adımlamaya. Karşımıza ilk çıkan Arasta Camii oluyor. Öğreniyorum ki 1963 Üsküp depreminde sadece bir duvarı kalıyor ve tarihin şu güzel teşekkülüne bak, Bursa’dan birileri ecdat emanetine sahip çıkarak restore ettiriyor. Mazi, vefa tarlasında ekilen tohum gibi Bursa’da başlayan hikâye yıllar sonra yine Bursa’dan can suyunu alıyor ve hayat buluyor. Kalabalık çarşı içerisinden geçip, Üsküp 2014 projesinin hazin neticesinde, bütün güzel atmosferin havasını soğutan yapay bir tarih anlayışının paslanmış şekilleri arasında ilerliyoruz Taşköprü’ye.
Yürürken, Hz. İsa’nın doğumunun 2000. yılına özel, Vodno Tepesi’ne Milenyum Haçı adını verdikleri haça ve karşısında camiye benzetemediğim fakat cami olduğu söylenen yapılara bakıp duruyorum. Herkesin gözünü aldığı tepede, madde ile ziyadeleştirmeye çalıştıkları kavga, nihayetinde kaderin son zaman yazgısı hâk galibiyetiyle hüküm sürecek, batıl zâil olacak. Tepelere koydukları haç ile sunî medeniyet tasavvurlarına baktıkça Allah’ın ayetleri dönüp duruyor aklımda; “Bütün açık veya gizli kâfir gruplar, her yerde İslâm’a karşı olup Allah’ın nurunu ağızlarıyla, (yani) gerek konuşma gerekse plan, program, fikir, sistem, kanun ve felsefeleriyle söndürmek isterler. Allah ise kâfirler hoşlanmasa da, mutlaka nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe Suresi, 32).
Vardar Nehri üzerine Sanat Köprüsü ve Göz Köprüsü olarak isimlendirilen iki yaya köprü daha yapmalarına rağmen, halinden şikâyet etmeden, şehrin Doğu yakasıyla Batı yakası arasında millî hüviyetiyle mergûp Taşköprü, üzerinde akıp giden bereketiyle iki yaka arasında âdeta vakar bir bağ kuruyor.
Grupça gezimiz sona erdikten sonra arkadaşlarımla Türk çarşısına dönüyorum ve bir amca kesiyor önümüzü, hayr duasıyla başlıyor konuşmasına. “Siz neredensiniz?” diye sırayla memleketlerimizi soruyor ve bir arkadaşımla bana, “Bizim oradansın.” diyor. Bizim oradan hitabı gittiğim başka memleketlerde beni, oldum olası güvende hissettirir. Yine kaderin bir cilvesidir ki, Üsküp’te, çarşının ortasında köklere uzanan bir yakınlıkla karşıma çıkıyor arı cümle. Amca konuşmasına millî ve manevî değerlerden bahsederek devam ederken aniden sinirleniyor ve Üsküp’e gelen, aslını yitirmiş Türklerden bahsediyor büyük bir kızgınlıkla ve hepsini rögar kapağından atıp, İtalya’ya göndermek istediğini söylüyor. Sonra bize bakınca aynı hızla bütün siniri geçiyor ve bu şekilde özünüzü kaybetmeyin diyerek dualarıyla uğurluyor bizi. Bu ani duygu değişimi o kadar tanıdık geliyor ki, sahiden bizim oradanmışsın bey amca diyorum.
İmsak vakti, gün doğmadan yine otelden ayrılıyorum ve arkadaşlarımla yakınımızda bulunan Arasta Camii’ne gidiyoruz. Görevli bizi görünce hemen kadınlar mahfilini gösterip, “Sünneti kılın, hoca gelir birazdan.” diyerek yardımcı olmaya çalışıyor. Her camiden ayrı ayrı ezan sesleri geliyor kulağımıza. Camiden çıkmadan önce siyah şeritte yazılı olan Esmâ’ül Hüsnâ yazısına göz gezdiriyorum, sadıkların piri, Hz. Ebu Bekir’in ismini duvarda görünce içimi kaplayan huzurla dışarı çıkıyorum ve arkadaşlarımdan ayrılarak şehrin sessizliğine bırakıyorum kendimi.
Günün en taze aydınlığıyla kalabalıkta fark edemediğim detayları gözlemliyorum. Rızkının peşine düşenler, gün içerisine hazırlık yapıyorlar. Temizlik yapanlar, çarşının ortasında büyük mangallara köz dolduranlar, oradan oraya koşturan birkaç kişinin arasında Vardar Nehri’ne doğru ilerlerken yöresel kıyafetlere, dükkânların kapı ve pencereleri üzerindeki yazılara, dükkân raflarında satılanlara göz gezdiriyorum. Anadolu’da bir kasaba çarşısında gibi hissediyorum kendimi. Önceki gün kalabalıkta fark edemediğim Taşköprü üzerindeki mihrabı inceliyorum ve sonra Vardar Nehri kenarında yürüyüş yapıyorum. Bu esnada inşaat halinde kalan çirkin yapılar dikkatimi çekiyor fakat ben yine de gözümü Taşköprü ile Vardar Nehri arasında bırakıyorum.
Vardar Nehri, Ege’ye dökülmek, varacağı yere bir an önce varmak için öyle telaşla akıyor ki, nefes nefese dalgalar oluşuyor üzerinde.
Bu telaşeden rızkını arayan, nehir kenarında balık tutan insanlardan, yürüyüş ve spor yapan insanlara denk geliyorum. Dönüş yolunda her yeri fotoğraflamaya çalışan çekik gözlü yaşlı bir hanımla selamlaştıktan sonra çarşının içinden Arasta Camii’ne geri dönüyorum ve uzunca süre cami avlusunda koca ağaçların altında rüzgârla ahenk sağlayan yaprakların zikrine kulak kesiliyorum. Eşsiz, arıtıcı bir lezzetle ruhum doyarak kalkıyorum ve üçüncü günün yolculuğuna hazırlık yapıyorum.
Şar Dağları’nın eteklerinde devam eden yolculuğumuz, Kalkandelen’e geldiğimizde ismi gibi alacalı renklerin ve desenlerin raksına kaptırıyorum kendimi.
Alaca Camii’nde rokoko işlemelerin, kalem süslemelerin hangi birine bakacağımı şaşırıyorum. Yoğunluğun içinde başım dönerken minberin sağında bir tasvir bütün süslemeleri gölgede bırakıyor. Geçiyorum o köşeye doğru, Şeyh Gâlip’in, “Seng isem Kâ’be vü kâşâne kılıp eyle kabûl” niyazıyla birkaç dakikalık da olsa kalabalık içinde inzivaya çekiliyorum.
Duvardaki yazıları detaylı okumaya vaktim olmuyor fakat daha sonra fotoğraflardan incelediğim kadarıyla en üst kısımda tüm peygamber isimleriyle, aralara serpiştirilen Aşere-i Mübeşşere, hadis-i şerifler ve ayet-i kerimelerle gelenlerin âdeta gönül dünyalarını besliyor. Cami girişinde ve birçok camide mühr-i Süleyman motifi gözüme çarpıyor. Yaptığım araştırmaya göre Balkanlar’da nazardan koruduğuna inanılıyor, fakat ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu kestiremesem de benim nazarımda mabet, Hz. Süleyman mirası olduğu için, camilerde mühr-i Süleyman motifine çok sık rastladığımı düşünürüm hep.
Harabati Baba Tekkesi’ne uğradığımızda Alaca Camii’nde kullanılan motiflerin benzerlerine rastlıyorum. Tekkede bulunan derviş, bizlere bir şeyler anlatırken benim için en can alıcı cümleyi kuruyor: “Diplomam yok, ders vermek için icazetim var.” Nicedir eğitimde unutulan bir düsturu hatırlatıyor bizlere.
Türk köyleri içinden incinin memleketi Ohri’ye doğru yol alıyoruz. Güzel bir sahil şehri, asimile olmuş insanların içinden Anadolu’dan pareler yakalıyoruz. Zeynel Abidin Paşa Tekkesi’nde hanımların namaz kıldığı alanda hat yazılarının içinde kayboluyorum. Bu coğrafya, kelâm-ı kibarlarından okuyabildiğim ve araştırdığım kadar maliyet ile dolu olduğunu ve bu yazıların hiçbirinin sergilenmek için değil, hayatların doğruya ve güzele temayül etmesi için insanların arzına sunulsa da, burada yaşayan insanların hayatlarında ne kadar ihtiva ediyor, emin olamıyorum.
***Arnavutluk
Tiran’da, Ethem Bey Camii’nin kalem işi süslemeleri ve latif çizgilerinde bir yapraktan başka yaprağa geçerken, bir nişin yanında gördüğüm Yunus Suresi’nin 62. ayetinin (bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de) rüknüyle, camide bulunan diğer insanların hayretleri arasından dışarı çıkıyorum.
Balkan coğrafyasında bulunan camilere girdikten sonra merhum Süheyl Ünver’i epeyce andım ve kendisi gibi hemen hemen her cami ziyaretlerim sonrasında şaşıp kaldım hakikaten.
- Süheyl Ünver, “Ecdâdımızın bizlerdeki zevk-ı dinîyi ve millîyi artırmak için bu ma’bedlere neler icad etmişlerdir. Her biri bir müze olan camilerimize insan girdi mi çinileri mi, nakışları mı, tarz-ı mimarisini mi? Velhâsıl neleri tedkik etsin şaşırıp kalıyor.” diye camilerimizden bahseder.
Tabii kendisi bu mabetlerdeki zarafetleri çizerken, bense hayranca içime hıfzetmeye çalışıyorum. Bu camilerin hepsi bir libasın çeşit çeşit desenlerle renklere bezenmiş hali gibi. Ellerini buralara değdirenlerin, Allah’ın Cemâl sıfatını yüreklerinde taşıdıklarını, işlerini ihsanla yaptığını ve “Allah güzeldir, güzeli sever” hadis-i şerifine binaen mabetlerde bedii bir alan sunduğunu hissediyorum.
İşkodra meydanında gezerken masaların, sandalyelerin arasında kalmış uzun, ince bir yapının içerisinde bulunan ekrandan siyah beyaz bir gösterim dikkatimi çekiyor. Üzerinde herhangi bir yazı, açıklama yok. Yol ortasında durup gösteriyi izliyorum ve tarihin sayfalarından tanıdık bir sima, Sultan Mehmed Reşad; Balkanlarda çıkan milliyetçi ve isyankâr hareketleri yerinde teskin etmek için çıktığı Rumeli seyahatinden kesitler mevcut. İşkodra meydanında ne manidar bir gösteri. Gösteriyi seyrettikten sonra kalabalık meydana doğru dönüp, “bunca emeğin, zahmetin serencamına bak!” diyorum.
****Karadağ
Karadağ’da turistlik beldelere uğrayıp, Adriyatik Denizi’nin havasını soluduktan sonra uzunca bir yolculuğun ardından Mostar’a varıyoruz.
*****Bosna Hersek
Mostar Köprüsü gecesiyle ayrı büyülerken gündüz ışığıyla nasıl göründüğünü de çok merak ediyorum. Mostar’ın iki yüzüne şahit oluyorum, köprü civarında acısını unutmaya çalışan bir cümbüş varken, şehrin diğer kısımlarında ise daha soğuk ve sessizlik hâkimdi.
İmsak vakti Mostar sokakları arasında arkadaşlarımla Nasuh Ağa Camii’nin yolunu tutuyoruz. Almasa Teyze karşılıyor bizi, görünce öyle mutlu oluyor ki başlıyor güzel bilgilerinden paylaşımlar yapmaya ve ezan birazdan okunur diyerek kadınlar mahfiline çıkıyoruz hep birlikte. Sabah namazını eda ettikten sonra camiyi kapatıp, eve gideceğini ve dinleneceğini söylese de gönlü el vermiyor bizi bırakmaya ve sabahın ilk ışıklarıyla alıp götürüyor bizi. Hikâyesinden, hikâyelerden demler vuruyor gönlümüze ve buruk bir hal alıyor hepimizi. Hacı Kurt Camii’nin oraya geldiğimizde Almasa Teyze, üzüldüğü noktaya değinirken, cami çıkışındaki çeşme duvarında bulunan bakır bir tabelayı göstererek, Türklerin astığını belirtiyor. Tabela üzerinde “SABUR” yazıyordu. Neye sabır diye soruyorum kendi kendime. Geçmişe mi, şimdiye mi, yoksa geleceğe mi bu sabır?
Arkadaşlar otele dönerken ben yalnız kalıp biraz daha tefekkür etmek istiyorum. Almasa Teyzenin küçük Mostar diye isimlendirdiği Eğri Köprü üzerinden geçip Neretva Nehri’ne karışan dereye ve Nezir Agina Camii’nin avlusundan geriye doğru tepelere baktığımda üç minareyi peş peşe kadrajıma sığdırıyorum. Rahmet bulutlarının altında, bu haşmetli görüntüye büyülenmişken göçen kuşlardan da nasipleniyorum ve etrafı adımlamaya devam ediyorum. Neretva Nehri’nin kıyısına gidiyorum, uzunca bir süre oturup nehrin akışını izliyorum, Mostar köprüsünün güzelliğinde kaybolurken Hırvatların yaptığı zulmü de düşünmeden edemiyorum. Nehrin yeşil ile mavi tonları arasında gidip gelen rengini ve rüzgârla oluşan dalga akımlarını seyre dalarken bunca acıya nasıl şahit olduğunu hissetmeye çalışıyorum.
Oturduğum alana yabancı turistlerin gelmesiyle kalkıyorum ve biraz da Mostar Köprüsü’nden etrafı seyredeyim diyorum. Köprüden Koski Mehmed Paşa Camii’ne bakarken kuvvetli bir çan sesiyle irkiliyorum. Başka yerlerde duyduğum çan sesi ortalama bir dakika sürmezken burada kaç dakika sürdüğünü hatırlamayacak kadar uzun sürdü ve kalbim çatlayacak gibi oldu. Daha fazla çan sesi duymaya dayanamayıp son sesiyle kulaklığımı kulağıma takıyorum ve yoluma devam ederken büyük bir kızgınlıkla dualar ediyorum.
Yunus Emre Enstitüsü ile ortak bahçe alanı bulunan, oldukça latif Cejvan–Cehajas Camii’ne bakıyorum, bahçesindeki mezarlara göz gezdiriyorum.
Marsala Tita diye isimlendirilen cadde üzerinde devam ediyorum yürümeye, bir yerlere yetişmeye çalışan insanların telaşeleri arasında adımlarıma devam ederken sağ tarafımda kalan Aleksa Santic Parkı’nın manzarasından kısa bir süre seyrediyorum Mostar’ı; “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân aresinde, bakılacak didâr görinür ol şârın kenâresinde” (Hacı Bayram-ı Veli) ve devam ediyorum adımlarıma.
Sarıca Camii isminde Osmanlı’dan miras küçük camiye denk geliyorum ve avlu içinden ilerlediğimde kendimi Müslümanlar ile Hristiyanların yan yana olduğu koca mezarlık alanının ortasında buluyorum. Hayatımda ilk defa farklı dine mensup mezarlıkları bu kadar iç içe görüyorum. “Sakın ey dost ki aldatmasın seni bu cihân, gözünü aç göresin -küllü men ‘aleyhâ fân” (Ahmedî).
Faniliğin en güzel yanını görüyorum mezarlar arasında dolaşırken, tüm kavgalar nihayete ermiş, herkesler usul usul diriliş gününü beklemekte. Heyhat ki, bitmek tükenmek bilmeyen kavga, dünyada hâlâ devam etmekte.
Beni inanılmaz büyüleyen, Buna Nehri ve kimselerin oralı bile olmadığı Blagay Tekkesi’nin arka tarafındaki mağaraya bakınıp duruyorum. Tekkeden mağaraya çıkan merdiven ve tutamaçlar çekiyor dikkatimi. Mağaraya bakarken Ashâb-ı Kehf gençleri geliyor aklıma. “Râblerine inanmış birtakım genç yiğitler” (Kehf Suresi, 13) gibi tuzaklardan temânu olup, sırra kadem basmak, güzelliklere şahit olmak kim istemez ki.
Biz insanların kaderine, dünyamızda kendi kuytu mağaramıza sığınıp, beri yaşamaya çalışmak düşmüşken o mağarada takılıp kaldım sahiden. Herkesler gidiverse, ben merdivenlerden mağaraya çıksam ve unutuluversem diye bir an düşünmedim değil. İnsan işte, hep kaçmaya, hep sığınak bulmaya meftun.
Savaştan kalan derin izler ardında Saraybosna’ya ulaşıyoruz. İlk gün Aliya’nın mezarına, şehitliğe grup halinde gidiyoruz. Herkesler bir anda sus pus oluyor. Etrafımdaki insanların aklından neler geçiyordur, zihinlerinde ekranda izledikleri hangi görüntünün anları canlanıyordur, hangi acının ıstırabını hissediyorlardır diye düşünürken, Haşr Suresi’nin son ayetleriyle bir nebze de olsa ferahlıyor herkesin yüreği. Sonrasında Bosna çarşısının kalabalığına karışıyoruz, kim Boşnak kim Sırp ayırt edemeden.
Sonraki gün ilk durağımız Saraybosna, Ilıca semtindeki Umut Tüneli’ydi. Tünelin hikâyesini üniversite yıllarımda, bizzat bu tünelden kaçarak Türkiye’ye gelip okuyan bir büyüğümden dinlemiştim. Şimdi ise o tünelin içindeyim, büyüğümün anlattığı hatıraları arasındayım. Anlamak istiyorum, birkaç dakika da olsa buradan geçen insanların psikolojilerini tahayyül etmeye çalışıyorum. Kapalı ve dar alanlarda fazla duramadığım için tünelin sonunun var olduğunu bilmeme rağmen, bir ara bana bitmek bilmedi. Öyle anlıyorum ki insan, kendi tüneline taşları dizip, tünelin ucundaki ışıkla bağlarını kopardığı zaman kaybediyor. İnsan, kaç gün bu bağı diri tutup yaşayabilir, kaç gün kâbusun içinde yaşayıp nefes alabilir, kaç nefes alacağını bile bilmeden bu ıstırabı ne kadar çekebilir, bilemiyorum?
Bana birkaç dakika fazlasıyla yetmişken bu tünelden geçen insanları düşündükçe hâlâ daha nefesim kesiliyor.
Aliya’nın mezarı başındayım yine, mezarına uzun uzun bakıyorum. Kendini yalnızca “Abdullah” olarak gören, ebedi zindanından kurtulmuş bu insanın mertebesi kim bilir ne yücedir? Sonra meşhur sözü geliyor aklıma; “Unutulan soykırım tekrarlanır.” Ama diyorum, ben bu dünyaya geldiğimden beri soykırımlar devam ediyor. Biri bitmeden diğeri başlıyor. Soykırımı unutmak şöyle dursun, unutulmaya fırsat kalmadan dünyanın farklı coğrafyalarında mıh gibi anlımızın çatısından vuruyor bizi. Unutulan soykırım tekrarlanır da umursanmayan soykırımın âhiri ne olur peki? Çevremde nice soykırımlar görmüş, savaşı yaşamış, türlü katliamların içinde sıkıntılara maruz kalmış dostlarım, arkadaşlarım bir bir geçiyor gönlümden. Değişen ne diye soruyorum kendi kendime. Bizler vicdan rahatlatmak için yıllarca havaya sözler savurmuşuz ve de savurmaya devam ediyoruz, savrula savrula. Bu düşünceler içinde şehitlikte, mezarlar arasında dolaşıyorum, tek tek mezar taşlarına bakmaya çalışıyorum. Tepeye kadar çıkınca kalabalık mezarlar ardında Saraybosna şehrine bakıyorum. Gördüğüm manzara içimi acıtıyor ve gerçekle bir kez daha yüzleşiyorum, “Onlara ayetlerimizi gerek ufuklarda gerek kendi nefislerinde göstereceğiz” (Fussilet Suresi, 53).
“Bosna, senin aslın yeşiller ardında koca acıları bağrına basmakta” diye düşünerek merdivenlerden iniyorum. Bir teyze bana doğru adımlayıp, yüzüme tebessüm ederek selam veriyor. Tüm mahcubiyetim ve utancımla Allah’ın selamını, rahmetini, bereketini üzerime alıyorum. Teyzenin yüzüne bakmaya bile çekiniyorum. Halini, ahvalini, burada kiminin bulunduğunu sormaya, gel birlikte gidelim, acını benimle üleştir, birlikte dua edelim demeye hicap ediyorum. Onca yalandan verilen sözler ve umursamazlıklardan sonra o teyzeyle birlikte giderek anlık vicdanımı rahatlatmak bana çok samimiyetsiz geliyor. İçimden, kalbimden selametler dileyerek aleyküm selam diyebiliyorum sadece.
Şehitlikten ayrılırken tekrar dönüp bakıyorum dirilere, emanet yüküyle nice niyetler ve yoğun duygularla vedalaşıyorum hepsiyle. Mertebelerin en yükseği ile başlayan Balkan hikâyem mertebelerin en yükseğiyle nihayete erdi.
Balkanlar, derya-ı şehit diyârı.
Şehitlerin olduğu diyarlar, benden bir bent, kalbimden bir şerh düşen rahmet iktisabı. Duam odur ki, bu rahmet hep benimle olsun.
*
Fotoğraflar: Mervegül Kınalı