Terapiste gittim, döneceğim

Beş yıl önceydi sanırım, kendimi terapistin karşısında buldum.
Beş yıl önceydi sanırım, kendimi terapistin karşısında buldum.

Bir kelimeye takılmak, sadece entelektüellerin sorunu değil. Şarkının nakaratı o söz olan bir şarkı söylüyorlar, ana teması o söz olan bir hikâye anlatıyorlar. Arkadaşlarına, sevgililerine, terapistlerine. Entelektüeller de bir söze, bir kavrama takılarak kavga ediyorlar yıllardır. Bir başka ifadeyle, gerçeğe takılıp hakikati ıskalıyorlar.

“Karanlık ve aydınlıkla savaştım, var olmak için Öyle yakın ki Gölgeler ve yalanlar benden gizliyor seni”

Ólafur Arnalds’ın “So Close” şarkısından

Suçtan ve gerilimden uzak yaşayan bu huzurlu Nordikler, bunları nereden ve nasıl biliyorlar?
Suçtan ve gerilimden uzak yaşayan bu huzurlu Nordikler, bunları nereden ve nasıl biliyorlar?

Suç oranının çok düşük olduğu İskandinav ülkeleri, ne ilginçtir ki polisiye dizileriyle de meşhurdur. Huzur denilince akla ilk gelen bu Nordik ülkeleri, dünyaya çok iyi polisiye hikâyeleri anlatıyorlar, çok iyi gerilim dizileri yapa-biliyorlar. Suçtan ve gerilimden uzak yaşayan bu huzurlu Nordikler, bunları nereden ve nasıl biliyorlar? “Kurgu onlar, gerçek değil” uyarısına gerek yok ey canısı! Yazının başındayız daha, hevesimi de kalbimi de kırma. Kurmaca ile gerçeği birbirine karıştırıyor değiliz. Dahası, senin “gerçek” diye anlattıkların da kurmaca/kurgu, fakat daha bundan bile bihabersin. Hiç düşündün mü, gerçek ile hakikat arasındaki farkı niye açıklayamıyorsun? Kırk beş yıldır güneşin altında, dünyanın üstündeyim. Yıllardır güneşin altında olmama rağmen huyum kurumadı, kırk yaşındayken de espri yapıyordum.

Şaşırmıyorum, pervasızca uluslararası hukuku çiğneyenler ile dünyaya demokrasi ihraç edenlerin aynı ülkeler olmasına.

Kırk yaş travmasını anlatmak ve atlatmak için: “Kırk yaşındayım, Efendimiz gibi kırk yaşında peygamberlik gelecek değil ya! Peygamberlik bekleyen de yok zaten, şeytan gelmesin kâfi!” Bunlar ve birazdan söyleyeceklerim, aramızda kalırsa sevinirim. Şaşırmıyorum artık, güzellik malzemelerini pazarlayan satış danışmanı kadınların, genelde güzel olmamasına. (Methettiğin “mucize yaratan krem”lerin faydası olsa, sana olurdu.) Şaşırmıyorum, pervasızca uluslararası hukuku çiğneyenler ile dünyaya demokrasi ihraç edenlerin aynı ülkeler olmasına. Futbol ligimizin “yerli ve milli” olmamasına, işgal altında olmasına. (“Ülkenin bütün tersaneleri” gibi bütün stadyumları da yabancılar tarafından işgal edilmiş olabilir.) Her fırsatta gazetecilik dersi vermekten olsa gerek, gazeteci olduğunu söyleyenlerin gazetecilik yapmamasına. Muhabirliğe tenezzül etmeyişine.

Hep aynı hikâyelerin anlatılmasına, hikâyenin değişmemesine, yeni hikâyelerin peşinden gidilmemesine. İtalikleyerek söyleyeyim: Şaşırmıyorum. İnsan, bizzat kendisi yaşamasa da, şahidi olmasa da, iyi hikâyeler anlatabilir. Hatta –mazisinden seçtikleriyle kurguladığı– kendi hikâyesi de çok iyi olabilir! “Based on true story” yazmasına, gerçek olaylardan esinlenilmesine, yaşan-mış olmasına gerek yok; -mış gibi yapmak kafi. Hikâye anlatmada iyi olmak ve/ya hikâyesinin iyi olması, bir insanı iyi yapmaya yetmeyebilir. “Nasılsın” sorusuna, “iyiyim” diye cevap veremeyebilir. Yıllar önce, ilk kez terapiste gittiğimde, kim bilir ne ummuştum, ne bulmuştum? Aslında hazırlıksız sayılmazdım. Kaç kişi bilir, Freud’un meşhur “divan”ını Bosna-Hersek’ten aldığını, öz be öz Türk divanı olduğunu. Düşmanlarından ve hayranlarından kaç kişi, Freud’un hiçbir hastasını tedavi edemediğini biliyor.

Böyle detayları bilmekle kalmıyor, malumatfuruşluk yapıyordum, bunları bilmekle övünüyordum. İnsan üzülebildiği kadar sevinebilir diyordum, mesela. O da yetmezse patinaj metaforum vardı. Hepimiz farklı yerlerde patinaj çekiyoruz haddizatında. Senin takılıp kaldığın şeye ben saplanıp kalmamışım, benim mesele ettiğim şeylere sen takılmamışsın. Sonuçta hepimiz bir yerlerde, bir şeylere saplanıp kalmışız. Çırpınıyoruz, patinaj çekiyoruz, etrafımızdakilere çamurumuzu sıçratıyoruz. Eleştiri adı altında, suçluyoruz, aşağılıyoruz. Patinaj çektiğimiz için olsa gerek, bu cendereden çıkamıyoruz; konuşarak, yazarak bir yere varamıyoruz. Benim aforizmalarım yetmezse, Rilke’yi yardıma çağırıyordum: “Terapi mi? Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?” Emekli entelektüel olsam da, Irwin D. Yalom gibi ünlü terapistlerin kitaplarına aşinaydım.

  • En sevdiğim kitaplardan biri, Adam Phillips’in Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine idi, laf aramızda. Meğer terapiste gitmek, insanın -yıllardır anlatıp durduğu- hikâyesini değiştirmeye açık olması demekmiş. Önce insanın hikâyesi değişirmiş, sonra kendisi. Bilmiyordum.

Bunu anlamam için, geçen yıllar içerisinde birkaç terapiste gitmem gerekti. Yazısının bir virgülünün dahi değiştirilmesine açık olmayanlar, korkarım, bunu hiç öğrenemeyecekler. Çok kötü bir boşanma yaşamış bir arkadaşımın terapist hikâyesini dinlemeseydim, bir terapist sayesinde “kızgın kumlardan serin sulara” çıktığını öğrenmeseydim, büyük ihtimalle, terapiste gitmek gibi yeni bir hobim olmayacaktı. Bir gün özgeçmişimi güncelleyecek olursam, hobilerim kısmına, terapiste gitmeyi de eklemem gerekecek.

Beş yıl önceydi sanırım, biraz merak, biraz can sıkıntısı sayesinde, kendimi arkadaşımın çok methettiği, namını duyduğum terapistin karşısında buldum. Eksik olmasın, arkadaşım randevuyu almakla yetinmemiş, çalıştığı kurumun özel tarifesinden istifade etmemi de sağlamıştı. Melamileri taklit ederek hep söylüyorum: “Bu Allah’la uğraşılmaz!” Kırk yıl düşünsem, Bağdat caddesinde bir terapiste gideceğimi hayal bile edemezdim. Kırk yaşında terapiste gidince, o şaşkınlıkla “Bu Allah’la uğraşılmaz” deyiverdim.

Divana uzanmayı bekliyordum, divan da yoktu. Bunu beklemiyordum. Karşı karşıya oturduk.
Divana uzanmayı bekliyordum, divan da yoktu. Bunu beklemiyordum. Karşı karşıya oturduk.

Bir travma yüzünden hayatına devam edemiyor değildim. “An”ın çoğunun mazimiz tarafından oluştuğunu, “an”ı yaşarken aldığımız kararları mazimizin şekillendirdiğini bilsem de. Aksine, “gelişine dış falso” vurur gibi espriler yapmaya devam edebiliyordum. Yakınımdakiler zaman zaman dalgınlığımdan şikayet etse de, hızlı cevap verdiğimi, neredeyse her şeyden hızla espri çıkarabildiğimi sanıyordum. Özetle, idare ediyordum. Terminolojiye meftun okuyucuya gelsin bu malumat, furuşluğunu yapsın doya doya: TSSB diye kısaltılan, “travma sonrası stres bozukluğu”m yoktu. Divana uzanmayı bekliyordum, divan da yoktu. Bunu beklemiyordum. Karşı karşıya oturduk. Niye geldiğimi çok iyi anlattığımı iddia edecek değilim. Fakat bütün kusur bende olsaydı, “Kusuruma bakmayın ama niye geldiğinizi anlayamadım.” demezdi.

Bir yazı hangi müzik dinlenerek yazılmışsa, o müzik dinlenerek okunmalıdır. Bu yazıyı yazarken, İzlandalı müzisyen Ólafur Arnalds’ın “So Close” adlı şarkısını, sürekli başa alarak dinlediğimi söylemiş olayım.

Böyle bir cevabı da beklemiyordum. İlk terapist hikâyeme birazdan geri döneceğim, fakat şimdi kısa bir ara verip anlatmazsam, unutabilirim. Bu olaydan birkaç yıl sonra, ikinci bir terapiste gitmiştim. Bu defa hazırlıklıydım, kısa ve öz cümlelerle, niçin geldiğimi anlatacaktım. “Size geldim, çünkü yaşadığım hayat ile dinlediğim şarkıların bir alakasını göremiyorum.” dedim. Bahtıma, iki terapist de salon kibarı değildi, gerçekten kibar insanlardı, klişelerle konuşmuyorlardı. Yüzü aydınlık, insana gerçekten güven veren, haza bir beyefendi diye tarif edebileceğim ikinci terapistim de “Niçin geldiğinizi anlayamadım!” dedi, tebessüm ederek. Bu kadarı da fazlaydı artık. Unutmadan: Bir yazı hangi müzik dinlenerek yazılmışsa, o müzik dinlenerek okunmalıdır. Bu yazıyı yazarken, İzlandalı müzisyen Ólafur Arnalds’ın “So Close” adlı şarkısını, sürekli başa alarak dinlediğimi söylemiş olayım.

İki terapistim de sağ olsunlar, su gibi aziz olsunlar, niçin geldiğimi anlayamasalar da anlamış gibi yapmadılar, doktorluk taslamadılar. İlk terapistime, niçin geldiğimi açıklarken galiba sözü uzatmış, konuyu dağıtmıştım; ikinci terapistte ise çok kısa anlatmıştım. Biraz daha açıklamaya çalıştım: “Belki benim göremediğimi dışarıdan bakarak siz görebilir, bana da gösterebilirsiniz? Hayatım ile ayrı tellerden çalan bu şarkıları niçin dinlediğimi, belki siz anlayabilir, benim de anlamama yardımcı olabilirsiniz.” Bu defa güldü. “Farkındalığınız çok yüksekmiş” dedi. İnsana yalan söyletiyorsa, tevazu değildir.

  • Siz mütevazı veya kibirli diyeceksiniz diye, yalan söyleyecek değilim, genelde olduğum gibi hazır cevaptım: “Fakat bu –farkındalık– hiçbir işe yaramıyor! Hiçbir şeyi kolaylaştırmıyor! Hiçbir şeyi değiştirmeye yetmiyor!” dedim. Bu defa kahkaha attı.

Hikâyenin sonuna gelemesek de bize ayrılan sürenin sonuna geliyoruz. ‘Niçin geldiğimi anlayamayan ikinci terapistim’i bırakıp ‘niçin geldiğimi anlayamayan birinci terapistime dönelim. “Kusuruma bakmayın ama niye geldiğinizi anlayamadım” dediğinde, ergenler gibi “kimse beni anlamıyor” deyip pes etmedim, kendimce açıklamaya çalıştım: “Psikolojik check-up yaptırmaya geldim denebilir belki. Bedenimize check-up yapılıyor da, ruh sağlığımız kontrol edilemiyor mu? Davranışlarımızın sağlıklı olup olmadığı incelenemiyor mu?” O da güldü, ama gülüp geçmedi, kitabi cümlelere girişmedi. Hatırladığım kadarıyla, aramızda şöyle bir konuşma geçti. Gözümün önünde olan biten birçok şeyi, kelimelere takılıp göremediğim üzerine bir hayat dersi verdi bana. Ders verir gibi bir üslubu olmasa da.

Anladığım kadarıyla “söz” sizin için çok önemli, kelimelere hassas olduğunuz yazarlığınızdan da belli...
Anladığım kadarıyla “söz” sizin için çok önemli, kelimelere hassas olduğunuz yazarlığınızdan da belli...

Meğer kelimelere takılıp düşüyormuşum, sonra da “niçin yine düştüm” diyormuşum. – Gördüğüm kadarıyla entelektüel bir kişiliğiniz var. – Estağfurullah, çoğu arkadaşım kitaplarım olduğunu bile bilmez. – Onların bilip bilmemesi önemli değil, onlar bilmese de entelektüel bir kimliğiniz olabilir. Öyle gözüküyor. Farkındalığınız yüksek. – Güya entelektüelim, güya iletişimciyim, güya ağzıma geleni saymam, çok kızsam da genelde kelimelerimi seçerim, karşımdakinin egosuna batacak kelimelerden uzak durmaya, empati yapmaya çalışırım. Fakat zaman zaman kendimi aciz hissediyorum, ne kadar dikkat edersem edeyim, ne kadar kendimi haklı çıkarma kolaylığına düşmesem de, gocunmadan özür dilesem de, bildiklerim bir işe yaramıyor, aciz hissetmeme engel olamıyor. – Anladığım kadarıyla “söz” sizin için çok önemli, kelimelere hassas olduğunuz yazarlığınızdan da belli...

Fakat size hatırlatmak zorundayım ki, hayatın merkezinde sözler değil davranışlar vardır.

Fakat size hatırlatmak zorundayım ki, hayatın merkezinde sözler değil davranışlar vardır. Karşınızdakinin sözlerine dikkat ederek, her kelimesini didik didik ederek, karşınızdakinin asıl derdini, asıl meseleyi her zaman anlayamayız. – Nasıl yani? – Gözünüzün önüne getirmekte zorlanmayacağınız bir örnek vereyim. Hafta sonu alışveriş merkezlerinin otoparkında birçok çiftin yaptığı tartışmaları hatırlayın. Kadın “şurada boş yer vardı” diye söylenir, erkek “arkamda araba vardı, geri gidip oraya dönemezdim” diyerek tersler, “şu düzgün park etseydi, şuraya biz de sığardık” diye açıklama getirir. “Hep böyle yapıyorsun, hiç beni dinlemiyorsun” diyerek alevlenir konuşma. Sizce asıl mesele park yeri midir? – Ben sorunu, karşımdakinin fevri olmasıyla izah ederdim sanırım. Abartılı tepkiler vererek huzurumuzu kaçırmayalım, derdim sanırım. Bunu söylerken, suçlamamaya çalışsam da.. Abartmayalım derdim. – Galiba siz “bunun asıl derdi ne?” diye sormuyorsunuz.

Herkes derdini açık konuşamaz, her şey ortada, görmüyor mu, kör mü diye düşünür. Karşınızdakinin söylediklerine, kelimelerine takılıyorsunuz, kelimelerin arkasına bakmıyorsunuz gibi. – Hayatımın dersini aldım! – Estağfurullah. Bir kelimeye takılmak, sadece entelektüellerin sorunu değil. Kızlar annelerinin, anneler kızlarının, oğullar babalarının, babalar oğullarının, âşık maşukun, maşuk âşıkın fi tarihinde ağzından çıkan o sözü hâlâ unutamıyor, o söze takılıp kalıyor, asıl meseleyi anlayamıyor. Şarkının nakaratı o söz olan bir şarkı söylüyorlar, ana teması o söz olan bir hikâye anlatıyorlar. Arkadaşlarına, sevgililerine, terapistlerine. Entelektüeller de bir söze, bir kavrama takılarak kavga ediyorlar yıllardır. Bir başka ifadeyle, gerçeğe takılıp hakikati ıskalıyorlar. O ki İskandinav dizileriyle başladık söze, sizin buradan baktığınızda, huzur gördüğünüz o karlı dağlara, kara bulutlu ovalara sinmiş karanlık Nordik yalnızlığı’yla bitirelim.

Stellan Skarsgård’ın canlandırdığı erkek dedektifin aşık olduğu kadın öldürülmüştür, onu koruyamamıştır, onu ne kadar çok sevdiğini hayattayken söyleyememiştir.
Stellan Skarsgård’ın canlandırdığı erkek dedektifin aşık olduğu kadın öldürülmüştür, onu koruyamamıştır, onu ne kadar çok sevdiğini hayattayken söyleyememiştir.

Modern bir ağıt, bir başyapıt olarak gördüğüm polisiye görünümlü drama dizisi River’da, büyük oyuncu Stellan Skarsgård, bir İsveçli olarak o efkârı çok güzel canlandırmış ve bize göstermişti! Stellan Skarsgård daha çok zihninin içinde vakit geçiren, dalıp dalıp giden, bir hamburger siparişi vermeyi bile başaramayan bir “introvert” dedektiftir. Onun mesai arkadaşı dedektifi canlandıran Nicola Walker ise çok güzel gülen, gözleri ışıldayan, bulunduğu her yeri canlandıran, dışa dönük “extravert” bir karakterdir. (Entelektüelcesini söyleyecek olursam: Ben extravert görünümlü introvert’üm.) Nicola Walker’ın canlandırdığı kadın dedektif, bir operasyon sırasında, öldürülmüştür. Stellan Skarsgård’ın canlandırdığı erkek dedektif onun yalnızlığıyla, onun üzüntüsüyle, sessizce yaşamaya çalışmaktadır.

  • Âşık olduğu kadın öldürülmüştür, onu koruyamamıştır, onu ne kadar çok sevdiğini hayattayken söyleyememiştir. Onunla birlikte şarkı söyleyememiş, onunla dans bile edememiştir.

Sevdiği kadın ölmüş olsa da yalnız kaldığında hep onunladır, onunla konuşmaktadır. Bir kaç kere kendi kendine konuşurken yakalanınca, amirinin zoruyla terapiste gönderilir. Mecburen terapiste gitmektedir. Delirmemiştir, sadece çok üzgündür. Dördüncü bölümdeki bir sahnede, ölmüş Nicola Walker, o ışıldayan gözleriyle Stellan Skarsgård’a görünerek, onunla konuşur, ona ağzına geleni sayar, ona kelimelerle sarılır: “Ne yapacağını bilmiyorsun. Bir soru bazen kafamı çok kurcalıyor. Ben mi deliyim, yoksa diğerleri mi deli? Şunu söyleyeyim. Seni tanıyan biri olarak...

Tanıyordum yani. Kaçığın tekisin. Kafanın içi saman dolu. Birkaç vidan gevşek. Birkaç parçan eksik Deli! Divane! Sen! Ne yazık ki kaçıksın, dengesizsin, aklın beş karış havada. Tehlikelisin, sağın solun belli olmuyor. Kudurmuş, zıvanadan çıkmışsın. Beş kuruşluk aklını bir kenara bırakmışsın. Deliliğin içinden geçen yolu bul! Kaosundaki düzeni bul! Yoksa beni nasıl bulacaksın?”

***

Aramaya devam, kim bilir, belki terapist hikâyelerine devam ederiz.