İbrahim Paşalı: Analitik zekâsı olmayan akademisyenlerin varlığı ‘akademik terör’dür
Dünya görüşü, ideolojisi ne olursa olsun, aydınlar ‘yaratıcı yazarlık’ dersi vermeyi çok severler. Güya farklı açılardan bakmayı, soru sormayı, sorgulamayı çok severler. Eğer bu gerçekse, bu soruyu niçin sormuyoruz: Aydın dilekçelerinde niçin ‘yaratıcılık’ yoktur? Gerçeği niye itiraf etmiyoruz. ‘Yaratıcılık’ Serdar Ortaç’ın şarkı sözlerindedir, aydın dilekçeleri klişe yağmurudur! ‘Biz aşağıda imzası olanlar’ diye başlar, kopyala-yapıştır cümlelerle devam eder.
Abi yıllar önce ‘Entelektüellerin Hurafeleri’ diye harikulade bir kitap yazmıştınız. ‘Türk aydını’ denilen türün de ipliğini ortaya koyan bir yumruktu o kitap. Ellerindeki fenerin aslında yanmadığını söylediniz onlara. Son uzun zamanlar için konumuz değişmedi. Baştan başlayalım istiyorum. ‘Aydın’ diye bir şey var malum. Hâkim fotoğrafı; ‘bir toplum eğitmeni.’ İlk soru bu olsun, nedir aydın, ne iş yapar?
Ampuldür; karanlıkları aydınlatır! (Gülüyor) Aydın, adı üstünde, Aydınlanma’nın bayiidir. Tekel bayiine de benzetilebilir. Bilgi onun tekelindedir, o da bilginin bayiidir. Paris Türkçesiyle söylersek, “tacheron”dur. Aydınlanma’nın taşeronudur. Türk Dil Kurumu, Fransızca “tacheron” kelimesini “yüklenici” diye tercüme etmiş. Aydınımız “yüklenici”dir, yükü ağır mı ağırdır. Her vesile ile toplu dilekçeler vererek, taşeronluktan kurtulmayı, kadroya alınmayı bekleyen, dertli mi dertli bir topluluktur.
Dürüst olmak gerekirse, benim için sıkıcı bir konu. Kitaptaki yazıları yazarken, ilk başta çok eğleniyordum. Fakat sonra aydınların klişeleri sıkmaya başladı. Gerçek midir, şehir efsanesi midir bilinmez, ama “Halkın 400 kelime ile konuştuğu” söylenir. Eğer bu doğruysa, çok daha vahim bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü aydınların dağarcığı, kelime haznesi halktan geniş değil. Bir aydının dilinden düşürmediği kavramları hatırlayalım: Ötekileştirme, nefret söylemi, faşizm, dünya vatandaşı, basın özgürlüğü, kimlik, varoluşçuluk, din savaşları ve saire. “Evlilik aşkı öldürüyor” deyip dururlar, fakat evlenmeyenler niçin aşkı yaşatamıyor?
Çocuklar öldürülmesin deyip dururlar, güya bütün çocukların sorumluluğunu taşırlar, fakat bir çocuğun sorumluluğunu bile taşıyamazlar. Ezberci eğitime karşıyız der dururlar, eğitimin zaten ezber demek olduğunu bilmezler, eğitim ile öğretim arasındaki farkı açıklayamazlar. Güya hümanisttirler, fakat halkı insan yerine koymazlar. Güya nefret söylemine karşıdırlar, fakat halktan bahsederken nefret söyleminin en galiz örneklerini sergilemekten geri durmazlar. İslam ülkeleri niçin bu halde deyip dururlar, fakat “İslam ülkeleri”nin sadece kâğıt üzerinde ülke olduğunu, bunlar gerçekten ülke olmadığı için İslam dünyasının bu halde olduğunu göremezler. İlk Irak Kralı Şerif Bin Hüseyin’in cv’sine bile baksalardı, meseleyi anlayabilirlerdi. Batılıların işe aldığı Şerif bin Hüseyin ‘profesyonel kral’dı. Irak kralı olmadan önce Suriye kralıydı! (Gülüyor)
Analitik zekâsı olmayan akademisyenlerin yaptığı akademik terördür
Daha birkaç gün önce bin bilmem kaç tanesi toplanıp bildiri yayınlamıştı. Entelektüellik; muhalifliktir iri dolmasının yanında…
Dünya görüşü, ideolojisi ne olursa olsun, aydınlar “yaratıcı yazarlık” dersi vermeyi çok severler. Güya farklı açılardan bakmayı, soru sormayı, sorgulamayı çok severler. Eğer bu gerçekse, bu soruyu niçin sormuyoruz:
Aydın dilekçelerinde niçin “yaratıcılık” yoktur?
Gerçeği niye itiraf etmiyoruz. “Yaratıcılık” Serdar Ortaç’ın şarkı sözlerindedir, aydın dilekçeleri klişe yağmurudur! “Biz aşağıda imzası olanlar” diye başlar, kopyalayapıştır cümlelerle devam eder.
Güya hümanisttirler, fakat halkı insan yerine koymazlar. Güya nefret söylemine karşıdırlar, fakat halktan bahsederken nefret söyleminin en galiz örneklerini sergilemekten geri durmazlar.
Gündemde olduğu için bu örnekle başladık, başlamışken bir iki noktanın altını çizerek devam edelim. “Minibüs terörü” diyebiliyorlar, “devlet terörü” diyebiliyorlar, ama “PKK terörü” diyemiyorlar. Terör Fransızcadan Türkçeye girmiş. Terör kavramı yerine, eskiden ‘tedhiş’ kullanılırdı. İnsanı dehşete düşüren olaylara tedhiş denirdi. Analitik zekâya sahip olmayan akademisyenler de tedhiştir, akademik terördür.
Gerçek şu ki, Türkiye’de iki tane popüler kültür var. ‘Halkın popüler kültürü’ ve ‘aydınların popüler kültürü’. Bu iki popüler kültürün diyalektiğinden oluşuyor gündemlerimiz. Bir başka ifadeyle, halkın ezberleri ile aydınların ezberleri çarpışıyor. En medeni olanları, sadece karşısındakinin sözünü kesmiyor, sıra kendisine geldiğinde ezbere konuşmaya devam ediyor. Hepsi bu.
Haksızlık etmeyelim demiştik. Muhafazakâr mahalleden de bir örnek verelim. İslamcıların/sağcıların/muhafazakârların Batı analizleri (!) de klişelerle maluldür. Hala “adamlarda taharet musluğu yok” diyerek, güya medeniyet kritikleri (!) yapılıyor.
Şimdi böyle bir trend var. Aydınlar, entelektüeller, sanatçılar Türk demek yerine “Türkiyeli” diyorlar. Sanki Türk ile Türkiyeli arasında, zannettikleri gibi bir fark varmış gibi. Türk’iye ne demek? Türklerin yurdu. “Türkiyeli aydın” dediğinde, ne demiş oluyorsun? ‘Türklerin yurdunun aydını.’ Yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın entelektüel örneği.
Neyle kibirlenirsen onunla cezalandırılırsın
‘Türk aydını Türk değildir’ demişti Atilla İlhan. Şu da sizin cümleniz: “Bin yıldır bu topraklara yerleşemeyen insanlara, etnik kökeni ne olursa olsun Türk denir.” Türk’ü anladık. Sorunumuz ‘Türk aydını.’ Onu nasıl tarif edelim, Türk aydını dediğimiz şey nedir?
“Türkiyeli aydın” demek istedin sanırım? (Gülüyor) Şimdi böyle bir trend var malum. Aydınlar, entelektüeller, sanatçılar Türk demek yerine “Türkiyeli” diyorlar. Sanki Türk ile Türkiyeli arasında, zannettikleri gibi bir fark varmış gibi. Türk’iye ne demek? Türklerin yurdu. “Türkiyeli aydın” dediğinde, ne demiş oluyorsun? ‘Türklerin yurdunun aydını.’ Yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın entelektüel örneği. Başka bir örneği hatırladım. “Bilim adamı” demek yerine “bilim insanı” diyorlar son zamanlarda... Adam ile erkek kelimelerini eşanlamlı zannediyorlar, güya ataerkil kültürün izlerini düzeltiyorlar. Ataerkil kültür ile bir alakası da yok, “adam” insan demek zaten. Hazreti Âdem, Hazreti İnsan demek. Hazreti Allah, insana “Hazreti İnsan” diyor. Espriyi yakalayamıyorlar... İnanırsın, inanmazsın, konu o değil. Ama insan bir metni dikkatli okumalı, metnin hakkını vermeli değil mi?
- Cehennem niçin ateşten? Çünkü şeytan ateşten yaratılmıştı ve ateşten yaratıldığı için üstün olduğunu düşünüyordu! Eğer Hazreti Âdem, balçıktan yaratıldığı için üstün olduğunu iddia etseydi, muhtemelen cehennem bataklık olacaktı. Neyle kibirlenirsen onunla cezalandırılırsın.
Kendini çok akıllı zannettiğinde büyük aptallıklar yaparsın. “İslam’ın ilk emri “Oku!”dur, İslam okumaya çok önem verir” diyenleri de unutmayalım. Hazreti Cebrail Hazreti Peygambere “oku!” derken, elinde bir sayfa veya kitap mı vardı? Hayır. “Oku!”manın anlamını, kitap okumak olarak daraltanlar da bunlardır.
Türkiyeli aydınlar Türkiye'yi otel olarak kullanıyor
Selçuklu-Osmanlı tecrübesine göre ideal Türk, en fazla karışık olandır. Aslında Osmanlı padişahlarının Türk olmadığını iddia edenler veya bilimadamı yerine “bilim insanı” demekle meşgul olanlar, bu esprileri yakalayamadığı müddetçe, bu müsamereler, bu kelime oyunları devam edecek. Çünkü asıl mesele etimolojik değil psikolojik olduğu için, burada vakit kaybetmeye de gerek yok. Mesele psikolojik, çünkü “Türkiyeli aydınlar”ın kahir ekseriyeti, Türkiye’yi otel olarak kullanıyor, evi olarak göremiyor, Batı’da yaşamanın hayalleriyle burada günlerini geçiriyorlar. ‘Aydın mutsuzluğu’ ile ‘asık suratlı dindarlar’ arasında kaldık.
Herkes çok güzel konuşuyor, fakat güzel konuşmaların yerini güzel davranışlar almıyor. Hiç kimseyi kayırmadan, belki de herkese şunu sormalıyız: Bu topraklarda, kaç zamandır niçin bizden bir güzellik sadır olmuyor? Gerçeği söylemek gerekirse, halktan da güzellik sadır olmuyor, aydınlardan da... Burayı cehenneme çevirenler, aynı zamanda Türkiye’nin “cennet vatan” olduğunu söyleyenler değil mi? Hani burası cennet vatandı?
Nefret söylemine karşı imza kampanyaları düzenleyenler, özellikle Türkiye ve İslam söz konusu olduğunda, nefret söylemiyle konuşuyorlar! Hani nefret söylemine karşıydın?
Muhafazakârların Çanakkale savaşını hamasi hikâyelerle anlatmasını eleştiriyorlar, eleştirdikleri şeyi kendileri yapıyorlar: Gezi olaylarını hamasi hikâyeler ile anlatıyorlar.
Peki, sorunuza bir cevap bulabildiniz mi? Niçin bizden güzellik sadır olmuyor, niçin güzellik meydana gelmiyor?
Cevabını buldum demek iddialı olur. Yapmaya çalıştığım şeyi söyleyebilirim: Sadece kendi sorularımın peşinden gitmeye çalışıyorum. Ama kabaca gördüğüm şu: Kendi sorularımızın peşinden gitmiyoruz. Kendi sorularının peşinden gitmezsen, meselelerini çözemezsin. Popüler sorulara popüler cevaplar vererek günlerimizi israf ediyoruz.
Mesela: “Osmanlı niçin geri kaldı?” sorusu hala Türkiye’de popüler. Bu popüler soruya verilen cevaplar da popüler. Bir taraf “matbaa yüzünden” derken, diğer taraf “Gerçek Müslüman olamadığımız için” deyip kestirip atıyor.
Bilgi üretebilmek için, sakin ve sabırlı olabilmek, serinkanlı araştırmak gerekir. Bilgi üretmek yerine, başkalarının ürettiği bilgilere bayilik yapılıyor, dünya görüşüne göre popüler cevaplar ezberleniyor, hepsi bu. İlkokul öğretmeninin ezberlettikleri ile cami hocasının ezberlettikleri çarpışıyor.
Halden anlamak, bir ilim dalıydı ve adına ilm-i hal denirdi. Bugün müslümanların ilmihallerine bakın. Halden anlamıyorlar. Halden anlamazsan, halledemezsin. Şikâyet edip durursun. Halden anlamamak, ortak noktamız.
Türkiye'nin ilk havuz medyası Cumhuriyet gazetesi değil mi?
Binlerce akademisyen, binlerce köşe yazarı, binlerce sanatçı var; hiç kimse bilgi üretmiyor mu?
Bir şeyleri çoğaltıp duruyoruz, bu inkâr edilemez. Ezberci eğitime karşı olanların ezberledikleri bir söz vardır: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” Doğru fakat eksik. Daha da geriye gitmek, ilk düğmeyi doğru iliklemek gerekiyor. Yöntem sahibi olmadan bilgi sahibi olunamaz. İnsan, yol/yöntem/usul bilmeden okumalar yaptığında, sonuçta ‘entelektüel yolsuzluk’ yapmış olur. Büyük ihtimalle okuduğunu yanlış anlar, yanlış yere bağlar, yanlış çıkarımlarda bulunur. Eskiden böyle insanlara malumatfuruş derlerdi. Ansiklopedi gibi insan yani. Konuştuğunda çok ilginç bilgiler verir, ama hayat bilgisi çok zayıftır. Hayat hep yanlışlar onu, yorumlarını/ fikirlerini zaman doğrulamaz, öngörülerinde isabet ettiremez.
Geçen gün Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinden önde gelen bir profesörün yazısını okuyordum. Basın ve ifade özgürlüğü hakkında. Şunu düşünmeden edemedim: Bir lise öğrencisi de bu konuda kompozisyon yazsa, aynı örnekleri verirdi. Abdülhamit’in sansürleri, Nazilerin kitapları yakması, 1984 romanı ve saire. Ünlü bir profesörle ünsüz bir lise öğrencisinin basmakalıp aynı örnekleri vermesi, iyi bir şey mi, kötü bir şey mi? Tevhid-i tedrisatın başarısı olduğu kesin. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk basın yayın müdürü Zekeriya Sertel’in sansür yapması istendiği için istifa etmek zorunda bırakıldığı, İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan gazeteciler, Nazilerden kaçarak Amerika’ya giden ünlü Yahudi akademisyen Hannah Arendt’in fikirleri yüzünden özgür Amerika'da başına gelenler veya Roger Garaudy’nin özgür Fransa’da yasaklanan kitabından kimse bahsetmiyor! Türkiye'nin ilk havuz medyasının Cumhuriyet gazetesi olduğundan bahseden de yok. Yunus Nadi’nin torunu Emine Uşaklıgil, hatıratında bütün detaylarıyla Cumhuriyet’in nasıl kurulduğunu anlatıyor. Hem de belgeleriyle. Cumhuriyet gazetesi, Yunus Nadi’nin ev hanımı olan karısına verilen banka kredisiyle kuruluyor.
- Eleştiren ile eleştirilen arasında, zannedildiği gibi büyük bir fark yok. Halkın gecekonduları varsa, aydınların da gecekondu gibi temelsiz fikirleri var. Bunlar sadece bize özgü de değil.
Çok taze bir örnek vereyim. Şu anda vizyonda olan bir film var: The Big Short. 2007’de Amerika’dan dünyaya yayılan ekonomik krizin gerçek hikâyesini anlatıyor. Yarı belgesel. Başrollerinde de Brad Pitt gibi ünlü oyuncular var. Asperger sendromu olan bir fon yöneticisi, reyting kuruluşlarının çok güvenilir notu verdiği Mortgage bonolarının detaylarını tek tek inceliyor. Üşenmeden. Kısaca, şöyle söyleyeyim: Birçok büyük banka başta olmak üzere, bunları denetleyenlerin de ‘Jet Fadılgiller’ tarafından yönetildiğini keşfediyor. Krizin geleceğini, ekonominin çökeceğini görüyor. Asperger sendromu olan bir fon yöneticinin görebildiğini, büyük bankaların uzmanları, bankaları denetleyen kurumlar, Amerika’nın özgür basını görmüyor! Göremiyor değil, görmüyor. Çünkü hepsi oradan nemalanıyor. Şunu da ekleyeyim: Gelişmiş ülkelerde de, hukuk devleti olmakla övünen ülkelerde de bunu yapanların yanına kar kalıyor. Ne yazık ki.
Aslında hikâye “evrensel”... 2001 yılında Türkiye’de de 25 banka batmış, ekonomi çökmüştü. Şu anda basın özgürlüğü ve yolsuzluk yazıları yazan aksakal gazeteciler, o zamanlar ne yapıyorlardı, ne yazıyorlardı? Merak eden, hatırlayan, araştıran yok mu? 25 banka batarken, şu anda basın özgürlüğü ve yolsuzluk üzerine ahkâm kesenlerin sesi çıkmıyordu. Çünkü batan bankaların patronları, aynı zamanda bu büyük gazetecilerin de patronlarıydı.
Memleketin entelektüel sermayesi Bektaşi fıkraları üretmeye yetmiyor mu?
Türkiye olarak bazen fazla ciddiye aldığımızı düşünüyorum bu ‘aydın’ dediğimiz şeyi. Hem önemi hem de etkinliği açısından. Bununla beraber şunu da kabul ediyorum; ‘sinek küçük ama…’ Mide bulantısını nasıl engelleyeceğiz ya da böyle bir şey mümkün mü?
Her zaman şunu savunurum: Her fikre saygı duymak zorunda değiliz, ama her efkarlı insana saygı duymak zorundayız. Biliyorsun, efkar fikir kelimesinin çoğulu. Efkarlı insan da “çok düşünceli” insandır, düşüncelere batmış insandır ve bu yüzden saygıyı hak eder. Ve zannedildiği gibi, insanları fikir ayrılıkları ayırmaz, üslup ayrılıkları ayırır. Dertleşememek, hemhal olamamak... Bence etiketlere çok takılmayalım. Aydın, çoban, tiyatrocu, imam vesaire. Bence soru şu: Gerçekten efkarlı mı bu insanlar? Asıl dertleri ne? Karakterleri nasıl? Bir insanın karakteri mübalağacı ise, aydın da olsa mübalağacıdır, muhtar da olsa. Bir insanın karakteri yalaka ise, tiyatrocu da olsa yalakadır, siyasetçi de olsa... Türkiye’de kültürel iktidar denilen şey, solcuların ürettikleri popüler kültür.
- Behzat Ç. ile Polat Alemdar arasında ne fark var? İkisi de popüler kültür kahramanı. İkisi de kural tanımaz, delikanlı vs. Hep söylerim: Polat Alemdar, bir sabah yatağın “sol” tarafından kalksa Behzat Ç. olurdu.
Bu topraklarda, Bizans ve Selçuklu eserlerinin her birisiyle insan gibi ‘temas’ kurulmadığı, insanlığın kadim birikimi bir bütün olarak, hürmetle ele alınmadığı müddetçe, bu münazaralar, bu müsamereler devam eder. Şeytan taşlar gibi, popüler kültürü taşlayarak da yüksek bir kültür, bir medeniyet inşa edilemez. Hamasete hamasetle cevap vermiş olursun sadece. Nasrettin Hoca popüler kültürümüz, Bektaşi yüksek kültürümüzdü. Şu soruyu bir kere daha sorsak belki faydası olur: Her fıkra karakteri için yeni fıkralar üretilebiliyorken, niçin yeni Bektaşi fıkraları üretilemiyor? Çünkü memleketin entelektüel sermayesi buna yetmiyor. Bektaşi’yi sevenler de yeni fıkralarını üretemiyor, Bektaşi’yi sevmeyen muhafazakârlar da... Oysa Bektaşi karakteri, esprisini yapabilecek kadar Sünni kelamını ve fıkhını iyi bilirdi. Yani bizim dünya görüşümüzün inceliklerine sahipti. Bugün Sünni diye sahnelerde boy gösterenler, Sünniliği kâfir bulma yarışmasına çevirdiler.
Eleştiriyle başladık, özeleştiriyle bitirelim, hep aydınları günah keçisi ilan etmeyelim: Müslümanlar kardeştir deyip duran, güya ümmetin ittifakı için çalışan önde gelen İslamcılara bakın. Normal zamanlarda sohbet edip istişare edemedikleri, dertleşemedikleri gibi, bayram namazlarında bile bir araya gelemiyorlar. Daha bayramlaşamıyorlar bile! Kim engelliyor sizi, Sabatayistler mi? (Gülüyor) Mübalağalı Sabatayist hikâyeleri de ayrı bir konu. Minarelerle süslü Müslüman Selanik’i Sabatayistlerin yurdu zannedenler ve zannettirenler, Sabatayistler değil; Sabatayist uzmanı (!) İslamcılardır.