Sirk gitti palyaçolar burada kaldı

Dünyanın kölesi olmayan insan, dünyalık şeyleri çok ciddiye almaz, bazen ağlar geçer, bazen güler geçer.
Dünyanın kölesi olmayan insan, dünyalık şeyleri çok ciddiye almaz, bazen ağlar geçer, bazen güler geçer.

İki dakika dürüst olabilseydik, başkalarına -İslam’dan veya Batı’dan- medeniyet dersi vermeyi bırakır, derin bir nefes alır ve gerçeğimizi kabul ederdik. Medeni insan, ölçülü insandır. İtirazı olan şimdi konuşsun veya kıyamete kadar sussun: Ölçüsüsüz! Sadece kaldırımlarımız ve ezanlarımız değil, dostluklarımız da düşmanlıklarımız da ölçüsüz; överken de yererken de izandan ve insaftan yoksunuz.

Yıllardır aynı şakayı yapıyorum: Part time İslamcıyım. Ortalık asık suratlı insanlarla doluyken, Türk Türk’e, Müslüman Müslüman’a propaganda yaparken, bir melami meşrep olarak bana sıkılmak ve espri yapmak düşüyor. Mizacım, karakterim Melami; yoksa Melami değilim.

Part time İslamcıyım. Ortalık asık suratlı insanlarla doluyken, Türk Türk’e, Müslüman Müslüman’a propaganda yaparken, bir melami meşrep olarak bana sıkılmak ve espri yapmak düşüyor.


Sadece lakayt görünürüm, güler geçerim, gider tenhada efkârlanırım. İşbu sebeple, Melami meşrep olarak son yıllarda hâlimi yine bir şakayla anlatmış; kendime emekli entelektüel ve amatör Müselman demiş, kaç yıl oldu unuttum, kendimi nadasa bırakmıştım.

Nadas süresini tutturamadığımı biliyorum, onu başka zaman anlatırım. Melami meşreplik daha önemli, oradan devam edelim. Mesela, şu şiir size de dokunuyorsa, sizde de Melami meşreplik olabilir:

“Açıldı defter-i ehl-i melamet kaydolan gelsin

Çekinen nâm u kayddan gelmesin, lakayd olan gelsin”

Bu neş’e bahsini ciddiye al ey canısı! (Nedense cümlenin sonunu “ey talip” diye bitirmiştim, yanlış anlaşılır diye sildim, “ey canısı” yazdım.) Efkâr gibi neş’e de imandandır. Nur yüzlüleri hatırlayın, nasıl da güleç ve neş’elidirler. Dünyanın kölesi olmayan insan, dünyalık şeyleri çok ciddiye almaz, bazen ağlar geçer, bazen güler geçer. “Geçer ya Hu!” der.

Ciddi olmayı asık suratlı olmak zannetmek eski bir gelenektir. Bir işin hakkını vermek yerine kolayına kaçıp suratını asanların, yani iş yapmak yerine sadece ciddi insan pozu verenlerin bu incelikleri kavramasını beklemeyelim. Asık suratlılarla vakit kaybetmeyelim, merhum Elmalı Hamdi Yazır’ı bekletmeyelim. Onun duası, duamızdır:

“Ya Rabbi şaşırtma bizi, doğruyu söylet, neş’eni duyur, hakikati öğret!”

Ne kadar yapabildiğimi bilemem, sadece ne yapmaya çalıştığımı biliyorum: Hem kibar hem net olmak mümkün. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanına gönderme yaparak söyleyecek olursak:

  • Fatih’te kendimizi eleştirelim, Harbiye’de savunalım. Aklımız erdiğince, dilimiz döndüğünce, izan ve insaf ile. Dervişlerin tabiriyle söylersek, “Köpeksek sahipsiz değiliz, bu kapının köpeğiyiz.” misali.

Mütercimler ukalalığımı mazur görsünler lütfen, Kur’an-ı Kerim’deki kâfir kavramının Türkçeye eksik, yarım yamalak tercüme edildiğini düşünüyorum. İşine gelmeyen gerçeklerin üstünü örten kimseye kâfir denir. Kimisinin Allah’ın varlığını kabul etmek işine gelmez, kimisine borcunu kabul etmek, kimisine ise özür dilemek. Kâfirlik hâlleri türlü türlüdür. Yani bir Müslüman da gün içerisinde, işine gelmediği için gerçeği söylemekten korkup kâfirlik edebilir pekâlâ. Kusurunu, borcunu, aşkını gizleyen de kâfirlik etmektedir, zannımca. İşine gelmeyen gerçeklerin üstünü örtmektedir.

Bir gün olsun da ben bu sözü söyleme ihtiyacı hissetmeyeyim: “İki dakika delikanlı olalım, dünya rekoru kırmış olacağız!” Dürüstlükte dünya rekoru iki dakikaymış gibime geliyor. Bu kadar suni bir dünyada, insan dürüstlüğe iki dakikadan fazla dayanamaz sanki. Bünyesi kaldırmaz.

Haberlere göz attığımda, insanlara kulak misafiri olduğumda, bana öyle geliyor. İnsan her gün sadece iki dakika dürüst olabilse; yani iki dakika hakikati seslendirse, iki dakika eğip bükmeden haklının hakkını teslim etse, o günkü 1438 dakikalık gafletin hasarını telafi etmekle kalmaz, dürüstlükte dünya rekoru da kırmış olur.

Sadece vergilerimiz değil neredeyse her şeyimiz dolaylı, dolambaçlı; dolayısıyla doğru dürüst pek bir şeyimiz yok gibi.
Sadece vergilerimiz değil neredeyse her şeyimiz dolaylı, dolambaçlı; dolayısıyla doğru dürüst pek bir şeyimiz yok gibi.

İki dakika dürüst olabilseydik, “dolaylı vergiler”in çokluğundan şikâyet etmeye biraz mola verir, derin bir nefes alır ve gerçeğimizi kabul ederdik. Sadece vergilerimiz değil neredeyse her şeyimiz dolaylı, dolambaçlı; dolayısıyla doğru dürüst pek bir şeyimiz yok gibi. Konuşurken, konuya gelmemiz bile ne kadar uzun sürüyor.

İki dakika dürüst olabilseydik, başkalarına -İslam’dan veya Batı’dan- medeniyet dersi vermeyi bırakır, gerçeğimizi kabul ederdik. Ölçüsüsüz!


İki dakika dürüst olabilseydik, başkalarına -İslam’dan veya Batı’dan- medeniyet dersi vermeyi bırakır, derin bir nefes alır ve gerçeğimizi kabul ederdik. Medeni insan, ölçülü insandır. İtirazı olan şimdi konuşsun veya kıyamete kadar sussun: Ölçüsüsüz! Sadece kaldırımlarımız ve ezanlarımız değil, dostluklarımız da düşmanlıklarımız da ölçüsüz; överken de yererken de izandan ve insaftan yoksunuz.

  • İki dakika dürüst olabilseydik, Fazıl Say’ın merhum Sultan Abdülhamid’in ve Necip Fazıl Kısakürek’in sevdiği müziği yaptığını görebilirdik, bu gerçeği söyleyebilirdik.

Böylece hem sevdiklerimizin sevdiği müziğe biraz daha hoşgörülü olabilirdik. Hem de müzikle ilgili ezberlerin, abartılı/ölçüsüz iltifatların doğru olmadığını hatırlatırdık: İddia edildiği gibi, din, dil, ırk gibi ayrımları aşmak ve insanları yakınlaştırmak gibi bir marifeti olsaydı müziğin, müzik başlayınca kutuplaşma sona ererdi. Biliyorum, biz ayrı play-listlerin insanlarıyız.

Bilmiyorum, uzatmaya gerek var mı: Türkiye’de tabelalar değişiyor, kültür değişmiyor. Ne yaptığımızı biliyorsak, yaptığımızı bile bile yapıyorsak, ondan bir kültür oluşuyor. Bile bile soğanı pembeleşinceye kadar pişiriyoruz, bile bile üç şerefeli minareler yapıyoruz. Çünkü bir yemek kültürümüz, bir camii kültürümüz var.

Sirk gitti, palyaçolar burada kaldı.n
Sirk gitti, palyaçolar burada kaldı.n

Eskiler “bilmek, sebebini bilmektir” demişler. Fakat bir şeyin nasıl yapıldığını bilmek, her zaman niçin yapıldığını bilmek, yani sebebini bilmek anlamına gelmiyor. Gerçekten niçin camii yaptığımızı unuttuğumuzda, birilerine nispet olsun diye camii yapabiliyoruz. Karşıki köyün camiinden daha büyük cami yapma şehvetine yenik düşebiliyoruz; geleneğin özünü unutup, geleneksel formda daha fazla minare, daha fazla şerefe sevdasına düşüyoruz. Sonra instagram için yapılmış bu gösterişli camiilerde, gösterişin ve kibrin ne kadar kötü olduğunu hatırlatan ayeti kerimeler okuyoruz.

İster restoran ister camii tartışmalarına bakın, gelenek ile modernlik kavgasını görürsünüz. Her ikisi için de geçerlidir sanıyorum: Geleneği devam ettiremiyoruz, gelene ek yapamıyoruz, geleneği sadece kopyalamış oluyoruz veya toptan reddediyoruz. Oysa gelenek yaşlanmak gibidir, ilk bakışta anlaşılmaz ne kadar yaş aldığınız, nasıl yaşlandığınız. Zaten devam edemiyorsa, gelenek değildir, antikadır.

Hâl böyle olduğunda, bana sık sık başlıktaki Rus atasözünü hatırlamak ve hatırlatmak düşüyor: Sirk gitti, palyaçolar burada kaldı.