Biz, her şeye rağmen onurlu insanların hikayesini anlattık
Şunun altını çizmek istiyorum. Biz BBC gibi National Geographic gibi Discovery Channel gibi o insanları, o coğrafyaları dilenen, el açan, acziyet içindeki insanlar olarak değil; maruz kaldıkları her türlü sömürüye, yoksulluğa, imkânsızlığa rağmen mücadele eden, elindekine kanaat eden, el açmayan asil ve onurlu insanlar olarak anlattık, aynı oldukları gibi...
Geçtiğimiz Nisan ayında TRT Belgesel’de final bölümü yayımlanan Aile Olmak, gündemler içinde yeni bir gündem. Etrafında kümelendiğimiz bütün odakları sorgulatan, “daha önemli olan nedir?” sorusunu yeniden sorduran bir belgesel çalışması. Birbirinden farklı coğrafyalarda aile olmanın, her şeye rağmen yaşamaya devam etmenin hikâyesini anlatan belgeseli, belgeselin yönetmeni Emre Karapınar’la konuştuk. Emre Karapınar, ortaya koydukları ekip çalışmasının hikâyesini ve amacını Cins’e anlattı.
“Değişmeyen tek bir şey var, aile olmak.” Belgesel çalışmanızın belki de özeti niteliğindeki bu cümleyi sizlere kurduran ve bu işi yapmanızı sağlayan temel sebep neydi? Aileyi bu şekilde anlatma fikri, ihtiyacı nasıl oluştu? Bildiğim kadarıyla bu daha önce benzeri yapılmamış bir iş.
Bunun kendi hayatımla çok ciddi bir bağı var aslında. Ama bunu tetikleyen şey ise İHH İnsani Yardım Vakfı’nda hizmet ediyor olmamdan dolayı farklı coğrafyaları gidip görme imkânımın olmasıydı.
Bunun kendi hayatımla çok ciddi bir bağı var aslında. Ama bunu tetikleyen şey ise İHH İnsani Yardım Vakfı’nda hizmet ediyor olmamdan dolayı farklı coğrafyaları gidip görme imkânımın olmasıydı. Bu yolculuklar ufkumuzu genişletti. Üniversite eğitimimi de - imam hatipli olduğumuz için kat sayı probleminden dolayı- Viyana’da aldım. Dolayısıyla hem Avrupa’yı hem Doğu’yu görme imkânına sahip oldum. Bir karşılaştırma yapma imkânıydı bu.
‘Aile’ kavramı sizde de epey ‘ağır’ bir yerde duruyor olmalı… Yoksa böylesine insanların ruhuna dokunan bir iş çıkmazdı sanıyorum…
Öncelikle benim annem ve babam ayrı. Bunun hayatımda çok büyük bir etkisi oldu haliyle. Hayatım aileme olan özlemimle geçti. Ama Allah bir taraftan alıyor bir taraftan veriyor. Yani kan bağı olan annem ve babam olmasa bile lise hayatım boyunca, üniversite hayatım boyunca çok sevdiğim bir dostum vardı. Fatih Kışla ve ailesi… Lisedeyken onlarla tanıştım. Bir gün Fatih beni evlerine götürdü. Biz o zaman yurtta kalıyoruz… Fatih, evine götürdü bizi lise hazırlıktayken. O evde o kadar güzel bir atmosfer vardı ki anlatamam. Misafir olarak gittiğim evden yıllarca çıkamadım. Hatta öğrenci evinde kalıyordum ama haftanın 3-4 günü muhakkak Fatih Kışla’nın ve ailesinin yanında kalıyordum.
O evde beni en çok etkileyen şeylerden birisi akşam yemekleri, sabah kahvaltıları ve hafta özellikle sonlarıydı. O evde akrabalar hiç eksik olmuyordu. O iletişim o muhabbet aman Ya Rabbi! O kadar hoşuma gidiyordu ki kendimi o evden ayrı tutamıyordum. Yani kendi evimde ailemde bulamadığım o duyguyu ben Kışla ailesinin evinde buldum. Bu da hayatımı etkiledi tabii. Fatih’in babası İsrafil Amca bana baba gibi davrandı, Nisa teyze de hakeza anne gibi… Yani kendi ailemle bir sofra etrafında birlikte yediğimiz bir akşam yemeğine dair bir fotoğraf karesi hiç gelmiyor gözümün önüne. Ben bunun ukdesiyle yaşadım.
Enteresan bir tecrübe olmuş sizin için…
Ama ben aile olmanın lezzetini bir nebze de olsa Kışla ailesinin yanında tattım, Allah’a şükürler olsun. Aile olmayı kendi evimde kaybettim, ama başka bir evde bulduğum için ne demek olduğunu iyi bilirim. Tabii sadece bir sofra değil o muhabbet, o sevgi, o merhamet, o paylaşmayı da görüyorsunuz. Bütün bu yaşadığım şeylerden sonra üniversite için Avrupa’ya gittiğimde, o şehirlerin gayet muntazam olması vesaire güzeldi evet; ama Avrupa’da insanlarda bir ruh yoktu. Dolayısıyla insanlarda olmayan o ruh şehri de ruhsuzlaştırıyordu ve ben güç bela 6 yıl tahammül edebildim orada kalmaya. Bu 6 yıl içerisinde Avrupa’daki insanların birbirleriyle dolayısıyla aileleriyle, çocuklarıyla olan iletişimine şahit oldum, diyebilirim ki bu aslında olmayan bir iletişim…
Avrupa’da artık yalnız yaşayan ve yalnız ölen binlerce, milyonlarca insan var. İlk kısa filmimizi de bunun üzerine çektik. Viyana’da yalnız yaşayıp yalnız ölen ve öldüğü seneler sonra anlaşılan bir teyzenin hikâyesini çekmiştik ki gerçek bir hikâye. Bunun gibi zaten binlerce olay oluyor. Tabii Müslüman olarak ve bir insan olarak bu bizi baya bir yaralıyordu. Evinde yalnız ölmek ne demek? Hem de çocukları olmasına rağmen, komşuları olmasına rağmen. Ve öldükten seneler sonra anlaşılması. Çok garip geliyordu bana, üzücü geliyordu. Bu yüzden bunu konu alan bir film çektik. Şimdi bakıyorsunuz, aile kurumu Avrupa’da çökmüş ama bunun sıkıntısını sadece Avrupa yaşamıyor.
Hikâye çocukluğunuzdan itibaren birikmiş anlaşılan. Peki, başlangıç noktası ne zamandı?
2011’de Türkiye’ye döndüğümde ki kesin bir dönüş değildi. Staj yapmak için 1 yıllığına gelmiştim. Eşyalarım, evim kurulu olarak duruyordu Viyana’da. 2011’de İstanbul’a döndüğümde İHH gönüllüsü olarak hayatımda ilk defa Afrika’ya gittim Etiyopya’ya. Aman Ya Rabbi! Resmen vuruldum, âşık oldum. Varlığın içindeki o ruhsuzluk ile yokluğun içindeki, hem de imkânsızlıktan değil sömürgeden zulümden ötürü oluşan o yokluğun içerisindeki o muhabbet, o merhamet, o paylaşım hâlleri beni kendine âşık etti. Ve bir daha dönemedim ben Avrupa’ya. O gün bu gündür hep doğuya seyahat ediyorum. Etiyopya’da o yokluğun içerisindeki merhameti, muhabbeti, paylaşmayı görünce ve ailelerin birbiriyle olan ilişkisini görünce şunu dedim. Bir çocuk paylaşmayı sevgiyi, merhameti, adaleti ilk nerede öğrenir? Ailede…
- Peki, bundan mahrum yetişmiş bir çocuk büyüdüğünde tamamen hazları için yaşayan, kendinden başkasını düşünmeyen bir bireye dönüştüğünde Irak’a gittiğinde, Afganistan’a gittiğinde, Somali’ye gittiğinde, Suriye’ye gittiğinde neler yapar tahayyül bile edemiyoruz ki geçen zaman içerisinde Irak’ta, Afganistan’da kaç milyon insanın öldüğünü, yüzbinlerce kadının tecavüze uğradığını gördük...
Ben şöyle bir düşünce geliştirdim bunlardan; eğer ‘’aile’’ kurumu toplumlarda tekrar yeşertilirse dünyaya merhamet yayılır. Merhametin yayıldığı bir dünyada ne sömürü olur ne zulüm olur. Kalkış noktamız buydu. Tabii birden olmadı uzun zamandır yapmayı istediğim bir şeydi. Süreç içinde elhamdülillah hem İHH ile yaptığım yolculuklarda bu iyice olgunlaştı ve bu imkânına sahip olduğumuz ilk fırsatta harekete geçtik.
Bir mesaj kaygımız yok, sadece o coğrafyaların hakikatinin anlatmak istiyoruz
Peki, çekim yaptığınız coğrafyaları, aileleri nasıl seçtiniz? Onların evlerine nasıl misafir oldunuz ve size evlerini açmalarını sağlayan o güven bağını nasıl kurdunuz?
Öncelikle çekim yapacağımız ülkeleri rastgele seçmedik tabii ki. Veyahut da ekonomik kaygılara göre ülke belirlemedik. Biz aile olmayı anlatırken temel bir kaç tane mevzumuz vardı. İstedik ki, aile olmayı zor coğrafyalarda anlatalım; zor coğrafyalarda mazlum ve mahzun insanlarla anlatalım ki bunu izleyenler öncelikle kendini sorgulasın, sahip olduklarının kıymetini bilsin ve bir şekilde harekete geçsin. O coğrafyanın sesi olsun ya da sesi olmak için mücadele etsin. Belgeseli izleyenler, o coğrafyanın insanını BBC’nin gösterdiği gibi el açan, pısırık, tembel olarak bilmesin. O onurlu, şerefli haysiyetli insanları görsün ki kendi sorumluluğunun farkına varsın…
O coğrafyayla bizim kadim bir bağımız var. Bu bir sorumluluk tabii ki. Dolayısıyla çekim yapacağımız ülkeleri seçerken şuna dikkat ettik, hem aileyi daha iyi anlatmaya hem o coğrafyayı kimler o mazlum hâle getirdi onu ifşa etmeye çalıştık. Bir mesaj kaygımız yok, sadece o coğrafyaların perdelenen hakikatini anlatmak gibi bir derdimiz var. Öncelikle bunu anlattığımız kişi kendimiziz. Yani bu işi yapanlar olarak ilk kendimize anlatmaya çalışıyoruz. Mesaj vermek, millete bir şey anlatayım, size bunu anlatmaya çalıştım demek ayıp bir şey. Çünkü bu durumu ilk önce anlaması gereken kişiler bu işi yapanlar. Bunu anlayabilmek için de coğrafyaya gittiğimizde bütün sıfatlarımızdan kurtulmuş olarak gitmemiz gerekiyor. Biz evvela insanız, Müslümanız. Oralara bir sinemacı, belgeselci olarak gidemeyiz.
O insanları kardeş olarak gördüğünüzü hissettirdiğinizde; bütün kapılar size açılıyor. Bu aynı zamanda gönül kapısı…
Çünkü o bölgeler bir film platosu değil…
Elbette. Hâlihazırda insanların açlıkla susuzlukla mücadele ettiği, hatta bombaların düştüğü, savaşların yaşandığı yerler. Ve yapmaya çalıştığımız da bir film değil. Biz öncelikle Müslüman olarak, insan olarak o coğrafyaya gidiyoruz. O insanlarla hemhâl olabilelim, onların ne yaşadığını hissedebilelim ve kendimizi onların yerine koyup belgesel çekmek için değil onlar için ve hatta kendimiz için orda olduğumuzu hissedelim… Böyle olduğunda hem oradaki insanlara bir faydamız oluyor, dolayısıyla kendimize bir faydamız oluyor. Kendimize olan faydamız şu: Coğrafyanın halini hep kendimize hatırlatacak bir şey yapmış oluyoruz. Bir belgesel malzemesi olmaktan ziyade, o insanları kardeş olarak gördüğünüzü hissettirdiğinizde; kardeşlerini başka bir diyardan ziyarete gelmiş bir kardeş olarak, bütün kapılar size açılıyor. Bu kapı sadece ev kapısı da değil, aynı zamanda gönül kapısı…
Bir de en nihayetinde o insanlarla oturuyorsunuz, hemhal oluyorsunuz, halini hatırını soruyorsunuz, bu ilişkiyi tabii ki güçlendiriyor, hele hele de Müslüman coğrafyaya gittiğimizde… Hristiyan bölgelerine gittiğimiz de oldu. Beyaz olduğunuzu gördüklerinde ister istemez Batılı sömürgeci olarak baktılar ilk etapta, ama Müslüman olduğumuzu öğrendiklerinde hele de Türkiye’den geldiğimiz öğrendiklerinde işin rengi değişiyor. Muhabbet bağı çok daha hızlı gelişiyor. Bu çok önemli bir hakikat, bunun altını çizmekte fayda var.
Asıl şaşırılması gereken, su olmayan çölün ortasında Coca Cola götürüyor oluşumuz
Teknolojik olarak dünyanın gerisinde kalmış coğrafyalara gittiniz, oradaki insanlar kameraya ve diğer teknik ekipmana nasıl yaklaştılar? Çektiğiniz görüntüleri onlara izlettiniz mi, belgeselin son halini görebildiler mi?
Tabii belgesel çok uzun soluklu bir şey… 3 yıldan fazla sürdü, bu nedenle belgeselin son halini çoğu göremedi. Ulaştırmak da bir sorun o bölgelerde internet sıkıntısı olduğu için. Ama bir kısmı izleyebildi. Çok güzel tepki verdiler, hoşlarına gitti. Çünkü coğrafyayı onları olduğu gibi anlatan, onurlu bir şekilde anlatan hikâyelerdi. Şunun altını çizmek istiyorum. Biz BBC gibi National Geographic gibi Discovery Channel gibi o insanları, o coğrafyaları dilenen, el açan, acziyet içindeki insanlar olarak değil; maruz kaldıkları her türlü sömürüye, yoksulluğa, imkânsızlığa rağmen mücadele eden, elindekine kanaat eden, el açmayan asil ve onurlu insanlar olarak anlattık, aynı oldukları gibi... Dolayısıyla belgeseli izleyenler kendilerini bu şekilde gördüklerinde hem onur duydular hem de mutlu oldular bundan ötürü.
- Kamerayı ve ekibi görüp de tepki vermeyen hiçbir bölge olmadı. Ama bu daha önce görmediklerinden değil, kameraya tepkileri önemsiz. Onlara bir misafir geliyor ve hiç beklenmemiş, tanınmamış misafirler… Asıl ilgi çeken şey bu onlar için.
Tabii kameraları görüp şaşıranlar da oluyor, ama en nihayetinde çok bilinmeyen şeyler değil oralar için bile artık kamera. Ancak ilginç olan, oralarda, o teknoloji olmayan yerlerde Coca Cola’yı görmemizdi. Onların kamerayı görmesinden ziyade, bizim çölün ortasında su olmayan bir yerde Coca Cola görmemiz şaşkınlık vericiydi. Asıl konuşulması gereken belki de bu olsa gerek.
Aile olmanın önemini anlatmak adına siz ve diğer ekip arkadaşlarınız zorlu yolculuklara çıkıp, kendi ailelerinizden ayrı kaldınız. Daha başka ne gibi zorluklarla karşılaştınız, umutsuzluğa düştüğünüz anlar oldu mu? Tüm zorluklara rağmen sizi motive eden neydi, karşılaştığınız insan manzaraları mı, birlikte çalıştığınız arkadaşlarınız mı, ya da başka neler?
Tabii çok farklı zorluklar yaşadık. Ama asıl zorluk şu oluyor. Oralara gidip 1, 1-5 ay o insanlarla beraber oluyoruz, her türlü sıkıntılarına şahit oluyoruz. Ve ayrılık vakti geldiğinde, döndüğümüzde maalesef onlar aklımızdan çıkmıyorlar. Artık onlar hayatımızda varlar ve biz onlar yokmuş gibi davranamıyoruz. Bunun altında ezilmek, bunun altında kalmak bize ıstırap veriyor. Neticesinde biz elimizden geldiğinde bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, anlatmaya çalışıyoruz, insanlara göstermeye çalışıyoruz (kendimize de gösterirken) Bir şekilde bir kitleyi harekete geçirmesi için dua ediyoruz gücümüz buna yetiyor ama bu bizim kahrolmamızı engellemiyor. Ben kendi adıma hiçbir şey yapmamış gibi hissediyorum. Bu sorumluluğun altında eziliyorum. Keşke daha fazla bir şeyler yapabilsem diyorum kendi kendime. Bizi e çok zorlayan şey bu oldu. Orada yaşanan zorluklar gelip geçici.
Bakın şuan bitmiş ve son bölümü yayınlanmış bir belgeselden bahsediyoruz. Yaşadığımız bir sürü zorluk olmuştur; ama hala devam eden zorluk bu ıstırap. Bir ay kalıp geri geliyorsun ve o insan orada yaşamaya devam ediyor. Sen o zorluktan buradaki bolluğa ve imkâna geliyorsun ve senin orada yaşadığın zorluk bitiyor; ama o insan orada yaşamaya devam ediyor. İşte en çok zorlandığımız nokta bu. Artık onlar yokmuş gibi yaşayamayız, davranamayız. Onlar hala ordalar hala varlar. Gittiğimiz yerler bazen savaş bölgeleri oldu tabii, o daha da acıydı. Belgeselin 2. Bölümü olan “Fida” bölümünde bir okulda öğretmenlik yapan bir kızcağızı çekmiştik, Fida Öğretmen’i… O okulun müdürü çekim yaptıktan 1 sene sonra bir bombalamada şehit olmuştu. Bu bizi darmadağın etti tabi inanılmaz bir acı bizim için…
Allah şehadetini kabul etsin. Maddi zorluklar, çekimlerde yaşanan zorluklar, hepsi o adamın şehadetinden sonra boş geliyor. Daha ne anlatayım bilmiyorum ki? Drone bozuldu, moralimiz çok bozuldu; nasıl yapacağız dedik, birden kameramanımız drone’u düzeltti. Ama bu maddi zorlukları anlatmak bana basit geliyor. Çünkü asıl zorluk, o bahsettiğim ıstırabın verdiği zorluk. Unutamıyoruz onları. O yüzden her coğrafyaya gittiğimizde daha ağır sorumluluklarla döndük. Bu yüzden bir bölümü bitirip dönerken “oh çok şükür bu bölümde bitti” rahatlığıyla dönemedik. Çekim için gittiğimiz her coğrafyadan sırtımız, boynumuz biraz daha bükük, saçımızı biraz daha ağarmış döndük... Şunu da söyleyeyim bizi motive eden şey şuydu, bir şekilde o coğrafyaların hâli bizi terbiye etti.
Sıkıntılarımızı unutturdu, dert ettiğimiz şeylerden utandık. Orada olmak, bunu kayıt altına almak ve bunu döndüğümüzde tekrar tekrar izleyip, her unuttuğumuzda kamera vesilesiyle tekrar hatırlama imkânına sahip olmak bizi hâlâ motive ediyor. Aynı zamanda daha önce de dediğim gibi, o coğrafyanın perdelenen hakikatini anlatmaya çalıştık. İnşallah anlatabilmişizdir. Bu da bizi en çok motive eden şeylerden biri... Ve şunu kesinlikle söyleyebilirim ki; ne kadar iyi yönetmen olursanız olun ne kadar iyi görüntü yönetmeni olursanız olun ne kadar iyi sesçi müzisyen olursanız olun. Şunu iliklerime kadar hissettim, öyle anlar oldu ki Allah’ın yardımı olmasa bu iş asla olamazdı. Eğer bu iyi bir iş oldu diyebiliyorsak, bu kesinlikle bizim iyi yönetmen, kurgucu veya görüntü yönetmeni olduğumuzdan değil Allah’ın yardımı sayesindedir.
“Sizin şer gibi gördüklerinizde hayır, hayır gördüklerinizde şer vardır.” İşte şuan o gün yaşadığımız şer gibi görünen şeyler Allah’ın bir lütfuymuş diyoruz. İyi ki o şerler yaşanmış, çünkü şimdi baktığımızda o şerrin bir hayır olduğunu görüyoruz. Bunun ne iyi bir yönetmenlikle, görüntü yönetmenliğiyle iyi bir metin yazarlığıyla anlatmanız mümkün değil. Bu saf bir şekilde Allah’ın iyiliği ve Allah’ın yardımı… O anlamda herkesin haddini bilmesi gerekiyor diye düşünüyorum.
En çok ne kaldı aklınızda, oralardan buradaki hayatınıza en çok ne yansıdı?
Mesela güven duygusunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu Suriye’de anladım ben. Çünkü bir sınırdasınız. Sınırın bir tarafı, bir adım berisi güvenli, bir adım ilerisi her an ölebileceğiniz bir yer. Bir keskin nişancı sizi vurabilir, bir bomba düşebilir. Aman Ya Rabbi, bir ay beraber olduğumuz insanlar Suriye’den bizi uğurladıklarında güvenli bölgeye geçiyoruz ve onlar o bölgede kalmaya devam ediyorlar. Mesela Suriye’de duyduğum uçak sesleri hiç aklımdan çıkmıyor. Artık İstanbul’da bile, evim havalimanına yakın bir yerde. O uçak sesleri bana Suriye’deki savaş uçaklarının seslerini anımsatıyor. Ve aklıma direkt onlar geliyor. Biz bunu 15 Temmuz’da yaşadık millet olarak. Ama burada o uçaklar ses çıkarıyordu, Suriye’de ise bombalar patlıyordu. Hâlâ patlıyor. İşte bunları tabii unutamıyoruz.
Biz aile olmayı anlatırken temel mevzumuz mahzun insanlarla anlatalım ki bunu izleyenler sahip olduklarının kıymetini bilsin ve o coğrafyanın sesi olsun ya da sesi olmak için mücadele etsin di.
Çölün ortasında susuzluğu yaşarken iki gün sonra Taksim’de İstiklalde bambaşka bir dünyada olmak bu kadar zıt bir dünyada yaşamak ister istemez insanı zihninde çok derin yolculuklara çıkarıyor… Sorguluyorsunuz, susuzluğun olduğu bir yerden suyun israf edildiği bir yere gelmeyi… Sonra zamanın israf edildiği bir yere gelmek, mekânın israf edildiği bir yere gelmek. Bunlar ciddi anlamda zihnimizde kalbimizde çelişkiler yarattı. Dolayısıyla kendimizi sorguluyoruz, kendimizi sorumlu hissediyoruz bundan. “Dünya bu hâlde, çünkü benim yüzümden…” gibi bir duyguya kapılıyorum bazen...
Sizin de bildiğiniz gibi geleneksel aile yapısı hızla kayboluyor ve şimdinin çocukları nine ve dedeyle beraber yaşamayı bırakın anne ve babadan da uzakta büyüyor. Ya aileler çocuklarını projeleştiriyor ve birer makineye çeviriyor ya da çocuklar sanal dünyada kaybolup aileye yabancılaşıyor. Yakın mesafelerde uzaklıkların yaşandığı zamanlardayız. Gittiğiniz gördüğünüz o coğrafyalardaki aile yaşamlarından, modern aileye ve modern bireye bakınca nasıl bir manzara görünüyor?
Şimdi yeni bir trend var. Anne baba olmanıza gerek yok, evlat da edinebilirsiniz, evlat edinerek de aile olabilirsiniz şeklinde garip bir trend. Sperm bankaları var mesela Avrupa’da, Amerika’da. Enteresan bir yaşam biçimi dünyaya pompalanıyor. Bu yaşam biçimi sadece Avrupa’da yaşanmıyor. Popüler kültür vesilesiyle, kitle iletişim araçları vesilesiyle bu kültür bütün toplumlara dayatılıyor. Şöyle bir şeyle karşılaştık enteresandır anlatayım: İlk bölümü çekmeye gitmiştik Moritanya’ya. Ümeyme diye bir ablamızın hikâyesini çektik. Orada beni sarsan bir şey yaşadım. Ümeyme’yi bir iki gün gözlemledim. Sahra Çölü’nün ortasında yaşıyor. Ümeyme’ye “Kaç yaşındasın?” dedim. “Bilmiyorum” dedi. “Peki, Ümeyme bugün günlerden ne?” “Bilmiyorum” dedi. “Hangi aydayız, hangi yıldayız?” diye sordum yine bilmiyorum dedi.
- Ben sarsıldım. Zaman diye bir kavram yok. Çadırdan dışarı baktım uçsuz bucaksız çöl tepeleri. Ve Allahualem burası bin iki bin yıldır bu hâldeydi. Ve Ümeyme Paris’le New York’la, İstanbul’la aynı anı, aynı zamanı yaşıyor. İnanamadım. Bu kadın için hangi gün olduğunun bir önemi yok.
Bu kadın her gün su için kilometrelerce yol gidiyor. Ailesinin karnını doyurmak zorunda, bunun peşinde. Bugün hangi günmüş ne önemi var. Bugün hafta sonu tatil yapayım biraz, deme lüksü yok. Bunları düşünürken bir de öğreniyoruz ki tabii her köyün zengini olur. Oranın zenginlik emaresi de şu: Zenginler çamurdan evlerde, fakirler çadırda kalıyorlar. Köyde bir evde jeneratör, buzdolabı ve tabii ki televizyon var. Köyün kadınları haftada veya iki haftada bir kez o evde toplanıyor. Yaşını bilmeyen Ümeyme o evde televizyon ve dizi izliyor. Ve öğreniyoruz ki yaşını bilmeyen Ümeyme çölde Aşk-ı Memnu izliyor. Bu tabii baya sarsmıştı beni. Tabi yanımızda bir Moritanyalı vardı çekimler sırasında.
Moritanya halkı çok bilinçli ve Müslüman bir halk, Türkiye’yi de çok seviyorlar. O Moritanyalı yetkili şunu demişti. Biz Türkiye’yi çok seviyoruz, ama Türk dizileri bizim aile yapımızı bozuyor. Bunu dediğinde başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü, utancımdan kıpkırmızı olmuştum. Bir geçmişinize bakıyorsunuz bir de kendi elinizle kendi ayağınıza nasıl sıktığınızı görüyorsunuz. Bu insanı kahrediyor. Nasıl yıllar önce bizim memleketimize Dallas girdiyse şimdi Aşkı Memnu da Doğu’nun çöllerine en uçsuz bucaksız, ulaşılmayacak yerlerde, yaşını bile bilmeyen Ümeymelere kadar ulaştı. Gerisini varın siz düşünün.
Bu topraklara ve bize bir şey olmuyorsa mazlumların duası buna sebeptir
Belgeselin final bölümünde, bir ucuyla bizim ülkemize bağlanan bir hikâyeyi anlattınız, nasıl karar verdiniz final bölümünde bu konuyu işlemeye?
Bu topraklara, bize bir şey olmuyorsa mazlumların duasındandır. Türkiye’de yanlış bir anlayış var maalesef. Veren el alan elden üstündür sözünü biz yanlış anlıyoruz, bir üstünlük özelliği olarak algılıyoruz. Bu çok yanlış bir şey. Bu perspektiften bakınca mazlumların duası olmazsa biz ne halde oluruz? Bunu bir düşünsek şöyle yaklaşacağız. Onların bize değil bizim onlara çok ihtiyacımız var. Ne elimizdekinin kıymetini biliyoruz. Ne sorumluluğumuzun farkındayız. O mazlum coğrafyalara gidince insan, sıkıntı ettiği şeylerden utanıyor. Elindekilerin kıymetini biliyor. Dolayısıyla onlara çok ihtiyacımız var. Kendimizi tanımak için onlara çok ihtiyacımız var. Kendi hakikatimizi görmek için onlara ihtiyacımız var. Onların bize ihtiyacı yok. Bizim onlara çok ihtiyacımız var. Bizim oralarla çok kadim bir bağımız var. Ve bu bağ kardeşlik bağı, sömürge bağı değil. En nihayetinde final bölümünün adı “büyük dua” idi. Bu coğrafyaya bir şey olmuyorsa mazlumların duası sayesinde diyoruz ve son bölümümüzü bu yüzden İstanbul’da çektik. O mahzun coğrafyalarla olan kadim bağımızı anlatabilmek için İstanbul’da çektik.
Bizim oralarla çok kadim bir bağımız var. En nihayetinde final bölümünün adı “büyük dua” idi. Bu coğrafyaya bir şey olmuyorsa mazlumların duası sayesinde, son bölümümüzü bu yüzden İstanbul’da çektik.
Her bölümün sonunda ve belgeselin tamamında devam eden bir umut, bir bekleyiş var… Bu iş biraz da o umudu diri tutmaya yardım etmek için yapılmış gibi. Bu konuda neler söylersiniz?
Elbette ki sorumluluklarımızı fark etmek için. Hatırlatma yapıyoruz biz. Çünkü insan pek unutkandır, pek nankördür. Bu yüzden insanın en çok ihtiyacı olan şey hatırlamaktır. Hatırlatma yapmak istedik. Öncelikle kendimize… Kameranın imkânı da bu işte… Aslında biz coğrafyaya gidip var olan duruma şahitlik ediyoruz. Kamera da bu şahitliğimizi kayda alıyor. Kendi şahitliğimize seyirciyi de şahit kılıyoruz. Kamera bize bunu sağladı. Tekrar dönüp eski bölümleri izlediğimde eğer unuttuysam ve tekrar bir rehavete kapıldıysam tekrar silkeliyor ve bana tekrar hatırlatıyor. Ve kaybettik dediğimiz, zayıfladı dediğimiz sorumluluklarımızı tekrar hatırlatıyor. Ve elbette biz karamsar değiliz. Seyirciye katarsis yaşatıp mutlu olmasını sağlamaya çalışmak bize uygun değil, çünkü coğrafyanın hakikati bu değil. Biz karamsar, kasvetli bir şey de anlatamayız çünkü biz kıyamet kopsa dahi elimizdeki fidanı dikmekle yükümlüyüz. Ve biz her şeye rağmen Allah’tan ümidimizi kesmemekle yükümlüyüz. Bu yüzden işimiz de bu minvalde olmak durumunda. O umut varsa, diri kalmak zorundaysa işte bu yüzden var. Çünkü Allahtan ümit kesilmez.
Aile Olmak’ın uyandırdığı etkiyi takip edebildiniz mi? Geri dönüşler nasıl oldu? Nasıl yorumladınız?
Elhamdülillah. Bütün kusurlarına rağmen bütün eksiklerine rağmen içimizde kalan bir sürü ukdeye rağmen geri dönüşler gayet güzel oldu. Bu da Rabbimizin lütfu ve yardımıyla oldu. Ben şuna çok inanıyorum Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerinin sözü; “Niyet hayırsa akıbet de hayır oluyor.” Kendi içimizde hissettiğimiz ‘acaba seyirci söyler mi’ dediğimiz şeyleri de seyircide de gördük. Bu özellikle sosyal medyada da insanların kurduğu cümlelere bakınca bunu sağladığımızı gördük. Bu tabii çok mutlu etti bizi.