Pir-i Türkistan kul Hoca Ahmet Yesevi'nin izinde
Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî hikmetleriyle insan toprağını işleyen bir bahçıvan… İnsandaki cevheri ortaya çıkaran bir kimyagerdir. Yusuf-ı Hemedânî’den tedris ettiği Hanefi fıkhını, usûl ve esasını öğreten, Asya steplerini mektep ve medreseye çeviren bir müderris, bir fakih ve bir büyük muallimdir.
Türkistan'a dair
Anadolu’yu mayalayan ruhun izini takip ettiğimizde varıp duracağımız en mühim durak Türkistan’dır. “Türk-ili” anlamına gelen “Türkistan” tabiri, büyük bir kültür coğrafyasının adıdır.
Bu bereketli coğrafya, özü itibariyle Asya’nın kalbi, Türk’ün beşiğidir. Magcan Cumabayev’e kulak verelim. Ne demişti bu koca şair? Şunu söylemişti:
- “Türkistan iki dünya eşiğidir
- Türkistan her Türkün beşiğidir”
İki dünya eşiği olarak tarif ve tavsif edilen bu coğrafya, Oğuzhan’ın başkenti Otrar’ı da içine alarak genişler. Bu kadim şehrin üzerinde, İslamlaşmayla birlikte, daha sonra Fârâb şehri kurulacak ve buradan büyük âlimler yetişecektir. Mesela, büyük âlim ve filozof Ebû Nasr el-Fârâbî (ö. 339/950) buralıdır.
Türkistan, İslam ilim ve kültür tarihi içinde çok önemli bir merkez olmuştur. El-Fârâbî gibi, nice büyük âlim, şair ve mütefekkirler yetişmiştir.
Türkistan, İslam ilim ve kültür tarihi içinde çok önemli bir merkez olmuştur. El-Fârâbî gibi, nice büyük âlim, şair ve mütefekkirler yetişmiştir. Esasen bu büyük coğrafyanın Afganistan’dan başlayarak Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Kazakistan’a kadar genişleyen bir havzaya sahip olduğunu bir kenara not edelim. Öte yandan, günümüzde Çin zulmü altında ezilen Doğu Türkistan’ı, Uygurları da hatırlayalım. Bu hatırlayışlarla birlikte ilim ve düşünce tarihine baktığımızda, hakikaten Türkistan’ın bir ilim havzası olduğu gerçeğini görmüş olacağız.
Anadolu’yu bize vatan kılan ruh, bu ilim ve irfan havzasının nefesidir. O nefesi, bu topraklara taşıyan muhacir âlimleri, askeri güç ile irfanı buluşturan Alperenleri, kurdukları zaviye ve dergâhlarla gönülleri fetheden Horasan Erenlerini, aşkla yola düşen abdal dervişleri ve âşıkları hatırlayarak cümlemizi tekrar edelim: Anadolu’yu mayalayan ruhun izini takip ettiğimizde varıp duracağımız en mühim durak Türkistan’dır.
Yesi: Ruhani astane
Günümüzde Türkistan denildiğinde, sadece Yesi şehri anlaşılıyor… Asya’nın muktedir hakanı Emir Timur’un yaşadığı dönemde küçük bir köy olarak tavsif edilen Yesi, burayı merkeze dönüştüren “büyük ruh” Ahmet Yesevî ile birlikte seçkin bir şehir olmuştur. Ahmet Yesevî,Türk illerinde İslam’ı yayan bir veli ve söylediği hikmetlerle Müslüman ahaliyi ahlâken olgunlaştıran bir mürşit olarak tanınmaktadır. Bu sebepten de Pîr-i Türkistan olarak anılmaktadır.
Bu bölgeyi almak için sefere çıkan Emir Timur, gördüğü bir rüyanın tesirinde kalarak Ahmet Yesevî türbesini inşa ettirmiştir. Türbeyi merkez edinerek medrese, tekke, hamam ve mescidiyle adeta Anadolu’da da benzerleri görülen bir külliye tasarlamıştır. Böylece bir köy görünümünde olan Yesi, bu külliye etrafında yeniden kurulmuştur. Zamanla Pîr-i Türkistan’dan dolayı, burası Türkistan olarak anılmıştır. Bazı kaynaklar, XIV. asırdan itibaren Türkistan tabirini Yesi için kullanmıştır. Bu kullanım, bir bakıma Yesevî’ye hürmet dolayısıyladır.
Keza buranın “rûhânî astane” yani ruhânî başkent olarak anılması, bütün bir Türkistan’ın manevî başkenti anlamına gelir. Ama asıl Türkistan tabiri -Sovyetler döneminde “Türkistan cumhuriyeti” olarak bilinen bu coğrafya- Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan gibi tabirler kullanılarak ve etnik kimlikler inşa edilerek daraltıldıkça daraltılmıştır. Böylece. zamanla Türkistan tabiri, sadece Yesi’den ibaret kalmıştır.
Son dönemlerde güzel bir gelişme olmuş, Kazak hükümeti, Güney Kazakistan eyaletinin adını Türkistan olarak değiştirmiştir. Böylece Türkistan tabiri, tarihte sahip olduğu o geniş coğrafyayı ifade edemese bile Yesi’yi merkez edinerek biraz genişlemiştir.
Pir-i Türkistan kimdir?
Pîr-i Türkistan kimdir? Yol inşa eden “kurucu” bir bilgedir. Bu yol, ilim, irfan ve sanat yoludur. Yolun adı, “Yesevilik” olarak tarihe geçmiştir.
Bu soruya daha başka nasıl cevap verilebilir? Şunu söyleyebiliriz: Ahmet Yesevî Türkistan toprağını Muhammedî muhabbetle yoğuran bir ermiş; sözü kelama tebdil eden bir âriftir… Bu sözlere biz, “hikmet” diyeceğiz. Bu hikmetler, Anadolu’ya Yunus Emre ile birlikte “ilahi” adıyla gelecek ve irfânî şiirimizi besleyen sağlam bir kaynak olacaktır.
Evet, Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî hikmetleriyle insan toprağını işleyen bir bahçıvan… İnsandaki cevheri ortaya çıkaran bir kimyagerdir.
Yusuf-ı Hemedânî’den tedris ettiği Hanefi fıkhını, usûl ve esasını öğreten, Asya steplerini mektep ve medreseye çeviren bir müderris, bir fakih ve bir büyük muallimdir.
Kaynaklara bakılırsa, Türkistan’da eski adı Akşehir olan Saydam’da doğdu. Babası İbrahim Ata, Hz. Ali Soyundan gelen bir âlim ve fazıl şahıstır. Küçük yaşta babasını kaybetmiş; ablasının rehberliğinde Sayram’dan Yesi’ye gelmiş ve eğitimine burada başlamıştır. Hocası, Arslan Baba (er-Resul Ata) hakkında da pek çok menkıbe anlatılır. Bu menkıbelere sadece atıfta bulunarak şunu söylememiz mümkün: Ahmet Yesevî’nin aklen ve ruhen yetişmesi, şahsiyetinin inşası Arslan Baba sayesinde olmuştur.
Arslan Baba’nın irtihalinden sonra, Türkistan’ın o dönemdeki ilim merkezi olan Buhara’ya gitmiş ve burada Yusuf-ı Hemedânî’nin talebesi olmuştur. Bu talebelik, temel dini ilimlerin yansıra, bilhassa fıkıh eksenli olmuştur.
- Bilahare tasavvuf ilmi aldığı, manevî eğitimini de tamamladığı görülmektedir. Daha sonra Yesi’ye dönerek burada hizmetlerini sürdürürmüştür.
İlim ve irfan ortamına doğan Ahmet Yesevi, bazı kaynaklarda anlatıldığı gibi, el emeğiyle geçinmiş, ağaçtan kaşık oyarak maişetini karşılamıştır. Ömrünü daima ilim taliplerine öğrendiklerini aktarmakla geçiren, İslam’ı anlatmak ve yaymakla bereketlendiren, kapısına gelen bey yahut halkın gönlünü mamur etmek için çaba sarf eden bir gönül adamıdır. Çokça anlatıldığı gibi, bu şekilde hizmetlerini sürdüren Pîr-i Türkistan, 63 yaşına erdiğinde, kendisine husûsî bir “çilehane” inşa ederek ömrünün kalan kısmını orada münzevi olarak geçirmiştir.