Defter-i Sani'nin peşinde
Ahmet Yesevi, riyâzetle ulaştığı mânâları hikmet adıyla dile getirmiştir. Bu dile getirme, daha sonraki dönemlerde sufi şair için model teşkil edecek ve onlar şiir yazmak yerine şiir söyleyeceklerdir. Çünkü mânâ dile getirilir; yoksa onu kaydetmek, üzerinde şiir hendesesiyle çalışıp çabalayarak şairlik gösterisi yaparak değil. Daha açık bir ifadeyle şunu söyleyelim: Sufi şair diye tanımladığımız hâl ehli kimseler, şiir yazmaz, şiir söylerler.
Pîr-i Türkistân hikmet söylemeye geleneğe uyarak “Besmele” ile başlar. “Besmele her işin başıdır” ve “cümle işlerin anahtarıdır.” hükmünden hareketle söze besmeleyle başlamak, her şeyden önce Sünnet-i Seniyyeyi ihya etmektir. Bu itibarla gelenekte yazılan her kitap, mutlaka “Besmele” ile başlar, “Hamdele” ve “Salvele” ile devam eder… Hamdele, bir kitabı yazma gücü ve kuvveti sunan, fikrini gönle düşüren ve ilimle kişiyi rızıklandıran Allah’a hamdetmektir. Salvele ise, bize Allah’ı, ilahi kanunları ve esasları öğreten muallimimiz ve yol ufkumuz Hz. Peygamber’e salât ve selâm okumaktır.
İlim bir usûl ve erkân ile tahsil edildiği gibi, yine bir usûl ve erkân içinde muhataba sunulur. Bu, sanat ve edebiyat için de böyledir. Şair, şiir diliyle “Besmele”sini çeker ve yine şiir diliyle “Hamdele” ve “Salvele” ederek sözünü bereketlendirir.
İlim bir usûl ve erkân ile tahsil edildiği gibi, yine bir usûl ve erkân içinde muhataba sunulur. Bu, sanat ve edebiyat için de böyledir. Şair, şiir diliyle “Besmele”sini çeker ve yine şiir diliyle “Hamdele” ve “Salvele” ederek sözünü bereketlendirir. Onun hamdi, tevhid ve münâcaattır; salavâtı ise, nât… Türkçeyi hakikat dili haline dönüştüren ve şiir dilimizi kuran Pîr-i Türkistân, geleneği bu şekilde tahkim ediyor: Söze Besmele ile başlıyor.
Bismi’llâh dip beyan eyley hikmet aytıp
Tâliplere dürr ü güher saçtım muna
Riyâzetini katıg tartıp kanlar yutup
Min defter-i sânî sözün açtım muna
Dîvân-ı Hikmet’in açılış kıt’ası bu şekildedir. Bunu bizim hâlihazırda kullandığımız Türkçeye şu şekilde aktarmak mümkün:
Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip;
Talep edenlere inci ve cevher saçtım ben.
Riyazeti sıkı çekip kanlar yutup,
Defter-i sâni sözünü açtım ben iste.
- Söze besmele ile başlayıp hikmetler söyledim… Yola Besmele ile çıkılır. Ama bu çıktığım yol, daha doğrusu söylediğim hikmetler, öyle laf olsun diye söylenen sözler değildir. Onlar birer inci ve cevherdir.
Hikmetleri inci ve cevher olarak nitelendirilmesi, daha sonraki dönemlerde klasik şairlerimizin poetikasını oluşturan aslî dayanak olacaktır. Nitekim ünlü tezkireci Latîfî Tezkire- i Su’arâ’da şairi, mânâ denizinin derinliklerinden inci ve mercan çıkaran dalgıca benzetecektir. Benzeri teşbihler pek çok şair tarafından kullanılmış, “şiirimiz inci ve cevherdir” demişlerdir. Ama Pîr-i Türkistan, kendi şiirini hikmet olarak tanımlıyor ve bunun öyle kolayca tahsil edilen bir husus olmadığı hakikatini daha ilk dörtlükte bize söylüyor: Hikmete talip olanlar riyâzet sahibi olmalıdır.
Peki, riyâzet nedir? Riyâzet, kelime mânâsı itibariyle, terbiye, ıslahi idman, eğitim gibi anlamlara geliyor. Ama burada kastedilen anlamıyla, nefsi terbiye etmek, ıslah etmek ve eğitmek anlamı dikkatlere sunulmaktadır. Bu da evvelemirde insanın nefsini yani kendini tanımasıyla başlayan bir süreçtir. Kendimi tanımam, imkânlarımı, gücümü ve kuvvetimi bilmemin yanında sınırımı, hududumu da bilmemdir. Zaten hikmet de bu anlama gelmez mi?
Hikmet, “hüküm” kelimesiyle birlikte düşünüldüğünde, insanın yerini yurdunu bilmesidir. Bu bilgiyi kişi ancak riyâzetle tahsil edecektir. Riyâzet, evvelemirde nefse sınırını bildiren bir eğitimdir. Ona her istediğini vermemekle başlayan bu eğitim, onu kötü düşünce ve fikirlerden uzaklaştırarak daima hayrı, iyiliği ve güzelliği düşünmeyi telkin eden bir sistem. Hadiselere müspet tarafından bakmayı, insanın gördükleri ve yaşadıklarından bir hikmet arayıp bulmasını telkin eden bu eğitim sistemi, ilimle ahlakı cem eder. Daha açık bir ifadeyle öğrenilenin sadece bir bilgi olarak kalmaması, onun içselleştirilerek hayata geçirilmesi üzerine bina olur. Dolayısıyla bilgi kişide ödünç bir eşya gibi kalmaz, onu tecrübeye dönüştürerek kendine ait bir özellik hâline getirir. Bu bakımdan nefsin arzu ve isteklerine sınır koyarken, onu sonsuz mânâ denizi olan ibadet ve taat ile buluşturur. Böylece riyâzet, kişiyi Hak ve halka karşı sorumluluklarını müdrik ve onu yerine getirmekten zevk alan, samimi, ihlaslı ve muttaki bir fert haline dönüştürür.
Bu dönüşmenin adı, “olmak” yahut “kemâle ermek”tir. İnsan, riyâzetle beşerlikten hakîki anlamda “insanlığa” doğru tekâmül eder. “Olmak” yahut “kemâl”, bu tekâmülü ifade için kullanılmıştır. Nitekim mutlak anlamda olmak veya kemâle ermekten söz edilmez. İnsân daima yoldadır; beşikten mezara kadar bu yol devam edecek. Dolayısıyla riyâzetle kazanılan hâlin süreklilik arz etmesi için daima insanın rikkatli ve dikkatli olması icap eder. Buna “havf ve recâ” arasında yaşamak derler; korku ve umut arasında, daima dikkatli, gayretli ve ihlaslı bir hayat telakkisi… Bu yüzdendir ki, insanın en baş düşmanı gaflet ve kibirdir. Gaflete kapılıp sözü edilen hayat telakkisinden uzaklaşır veya “Ben oldum, kemâle erdim” yanılgısına kapılır ise insan, riyâzetle ulaştığı hikmet bilincini kaybeder. O sebepten Pîr-i Türkistan, “Riyazeti sıkı çektim.” diyor. Böylece onun, artık o tahsil ettiği hakikate ilişkin bilgileri unutması, tattığı zevkleri terk etmesi ve eriştiği mânâya yabancı olması beklenemez. Bu tam bir duruş hâlidir; o, bu hâle sahip olması hasebiyle hikmetler söylediğini ifade eder.
Hikmetlerin önsözü (mukaddime) olarak kabul edilmesi mümkün olan bu ilk kıta, onun poetikasını da ele verir. Her ne kadar edebiyat tarihi kitaplarında bir şair olarak anılsa da o, şair kavramının içine sığmayan büyük bir ruhtur.
Ancak söylediği hikmetlerin birer şiir olarak değerlendirilmesi sebebiyle biz de onun şairlik vasfına dikkat ederek poetikasından söz ediyoruz. Yoksa o, “Ben bir şairim ve şiir anlayışım budur.” dememiş; aksine riyâzetle ulaştığı mânâları hikmet adıyla dile getirmiştir. Bu dile getirme, daha sonraki dönemlerde sufi şair için model teşkil edecek ve onlar şiir yazmak yerine şiir söyleyeceklerdir. Çünkü mânâ dile getirilir; yoksa onu kaydetmek, üzerinde şiir hendesesiyle çalışıp çabalayarak şairlik gösterisi yaparak değil. Daha açık bir ifadeyle şunu söyleyelim: Sufi şair diye tanımladığımız hâl ehli kimseler, şiir yazmaz, şiir söylerler.
Peki, bu nasıl olur? Sufi şair, nasıl şiir söyler? Onu bir yerden bakarak okur mu? Bu gibi soruların sorulması mukadderdir. Esasen bu sorulara cevabı yine Pîr-i Türkistân kendi veriyor. Ne diyor? Şunu söylüyor: “Defter-i sâni sözünü açtım” Hikmet, bu defter-i sânide bize intikal eden mânâlardır. Şu hâlde bu defter-i sâni’nin ne olduğunu araştırıp incelemek gerekir. Bu defter nerededir? Kim bu deftere notlar almıştır? Mahiyeti nedir? Bu soruları bir sonraki yazının konusu edinip, biz şimdilik sözünü ettiğimiz hikmete kulak verelim. Evet, Yılmaz Öksüz’ün Türkçeyi Kuran Şairler dizisi içinde yayımlanan Pîr-i Türkistân adlı eserinde günümüz şiir diliyle yeniden yazdığı ilk hikmeti birlikte okuyalım.
Yeni defter sözleri
Besmeleyle beyan ettim hikmeti
Taliplere inci mercan saçtım ben
Kanlar yutup katı çektim çileyi
Yeni defter sözlerini açtım ben
Sözü dîdâr isteyene söyleyip
Canı cana kattım damar ekleyip
Garip yetim gönülleri oksayıp
Gönlü bütün olanlardan kaçtım ben
Gönlü kırık görür isen merhem ol
Yolda kalan mazlumlara hemdem ol
Mahser günü dergâhına mahrem ol
Senlik benlik davasından geçtim ben
Ümmet isen gariplere tâbi ol
Âyet hadis her kim dese sâmi ol
Nasip kısmet her ne ise kâni ol sen
Kâni olup sevk sarabın içtim ben
Aklın varsa garip avla gönül al
Ahmed gibi il il gezip yetim bul
Dünyaperest soysuzlardan uzak ol
Yüz çevirdim derya olup tastım ben
Vah ne yazık ask sarabın içmeden
Çoluk çocuk evden barktan geçmeden
Suç ve isyan dügümünü açmadan
Seytan galip can verirken sastım ben
Garip fakir yetimleri sâdmân et
Aziz canın parçalayıp kurban et
Yemek bulsan canın ile ihsan et
Hak söyledi bu sözleri açtım ben
Yedi yasta gördüm Arslan Baba’yı
Selam verip suâl ettim hurmayı
Tamamladım bin bir zikri duayı
Nefsim ölüp lâ-mekâna uçtum ben
Sünnet imis gel incitme bir canı
Huda sevmez gönlü katı olanı
Allah sahit cehennemdir mekânı
Bilgelerden böyle duyup dedim ben
Geçti ömür gaflet ile Kul Ahmed
Gözde dizde ne fer kaldı ne kuvvet
Pismanlıgın vakti geldi ne hasret
Yok amelim kervan olup göçtüm ben