İnsan kitabını okumak
İnsan kitabını okumak, öyle pek kolay bir iş değildir. Çünkü insan kitabını okumak, “nefsini bilmek” anlamına gelir. Nefsini bilen de Rabb’ini bilecektir. Bir hiyerarşi içerisinde birbirini takip eden bu “bilme” faaliyeti, bizi nihayetinde hikmete ulaştıracaktır.
Pîr-i Türkistan, Besmele ile başladığı hikmetlerini “Defter-i sânî sözünü açmak” olarak nitelendiriyor. Diğer bir ifadeyle o şunu söylüyor: Benim söylediğim hikmetler, Defter-i sânî yani ikinci defteri şerhten ibarettir. Burada elbette “şerh” tabirini kullanmıyor, ama ilim geleneğimizde bir metni açmak demek, o metni şerh etmek demektir. Pîrimiz de bunu söyleyerek kendini bir şârih olarak takdim ediyor. Bu takdim yerinde bir nitelemedir. Nitekim biyografisine aşina olanlar, onun ilim geleneğine âşina ve bu dile vâkıf bir kâmil olduğunu hatırlayacaklardır.
Pîrimiz “Defter-i sânî” sözünü açan bir şârihtir. Peki, bu defter nedir? Defterde kaydedilen sözden murat nedir? Bu sorular etrafında düşündüğümüzde, bazı edebiyat tarihçilerinin yaptığı gibi “defter” tabirini sadece zahiri anlamda ele alma kolaycılığına kaçmamamız gerekir.
Evet, Pîrimiz “Defter-i sânî” sözünü açan bir şârihtir. Peki, bu defter nedir? Defterde kaydedilen sözden murat nedir? Bu sorular etrafında düşündüğümüzde, bazı edebiyat tarihçilerinin yaptığı gibi “defter” tabirini sadece zahiri anlamda ele alma kolaycılığına kaçmamamız gerekir. Bu meyanda Hikmetler üzerine ülkemizde ilk derli toplu çalışmaları yapan Kemal Eraslan’ın ifade ettiği gibi, Defter-i sânî, “Ahmed-i Yesevî’nin hikmetlerini yazdığı birkaç defterden biri” olsa gerektir. Nitekim Eraslan, “Defter- i sânî”nin Divân-ı Hikmet mecmualarının ikinci defteri olduğu düşüncesini kabul eder. Bu düşüncenin ilk işaretlerine Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıfları’nda rastlamaktayız. Bunlara göre, Pîr’in birkaç defteri vardır; asıl hikmetler birinci defterdedir. Bu ikinci defter ise, Yesevî dervişlerinden birisi tarafından tertip edilmiştir. Şu hâlde o ilk defter nerededir? Bu soruya sağlıklı bir cevap verilmemektedir.
Eğer ileri sürüldüğü gibi, zahiri anlamda bir ikinci defter var ise, elimizdeki hikmetler birinci defterin şerhinden ibarettir. Asıl hikmet, hâlihazırda bilmediğimiz birinci defterde saklıdır. Bu böyle olmadığına göre biz “Defter-i sânî” ifadesini zahiri anlamın ötesinde aramalıyız. Bir ötesi derken, bu tabirin bir istiare (metafor) olarak kullanılmış olma ihtimaline işaret ediyoruz Bu bakımdan bu metaforla ifade edilen anlamı aramak, Pîr’in açtığı sözün kaynağına ilişkin bir fikre ulaşmak için gayret sarf etmek gerekir. Meseleye buradan bakan bazı araştırmacılar, “Defter-i sânî”nin “levh-i mahfûz” olduğunu düşünmüşlerdir. Değişmeyen kader levhası olarak tanımlanan “levh-i mahfuz”, bazı metinlerde defter olarak anılır. Ancak levh-i mahfuzdaki bilgi beşerî bir bilgi değildir; onu şerh edecek olan “Kul Hoca Ahmed” olamaz. Dolayısıyla işaret edilen mânâyı başka yerde aramak gerek.
Defter-i sânî bizzat kitâb-ı nâtık olan, insandır. Defter-i evvel, Kur’an’dır, Peygamber efendimizin sünnetidir, Hadîs-i Şerîfleridir.
Efendimizden gelen miras defter-i evveldir; ama o defteri tefekkür edip, kendi hakîkatini aramak isteyen insanın ortaya koyduğu şey de bizzat kendisidir. Yani defter-i sânîden kastettiği Pîr’in doğrudan doğruya kendi hakikatidir; insandır. Biz bu insana “kitâb-ı nâtık” diyoruz; konuşan kitap… Her insan bir kitaptır ve her insan okunmaya değer bir özelliğe sahiptir. Mesele insanı okuma meselesidir. Pîr-i Türkistân, o insanı okumuş ve okuduğu o insanı şiirleriyle bize anlatmaya çalışıyor. O bu defteri yani insan kitabını ancak riyâzet ile okuyacağımızı dile getiriyor.
Şunu açıkça ifade etmek mümkündür: Pîr-i Türkistân, insan kitabını okumuş bir bilgedir… Onun önceliği şiir değil, o okuduğu insan kitabını birer hakikat huzmesi olarak sunmaktır.
Bu konuda daha evvel dile getirmeye çalıştığım hususu yeniden dikkatlere sunmak isterim:
“Bendeniz burada Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî ile bir şair arasında geçen hikâyeyi hatırlıyorum. Tasavvuf şiiri açısından bir ehli hüner, bir büyük söz sanatkârı, söz mimarı, bir şair Mevlânâ’ya gelip bir gün diyor ki; ‘Yahu sen şairim diye niçin dolaşıyorsun? Senin şiirlerinde hayat yok, kafiye sorunlu, vezin sorunlu, söz sorunlu.’ Mevlânâ diyor ki; ‘Ben şiir yazmıyorum ki. Ben cemâl-i yâri temâşâ ediyor, yani tasvir ediyorum. Bende niçin şiir arıyorsun ki? Ben mânâ söylemeye çalışıyorum.’
Şimdi Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî’nin söylediği o mana Ahmet Yesevî’de defter-i sânî olarak karşımıza çıkıyor. Defter-i sânîyi şerh eden bir âriftir. Hikmetleri baştan sona okursanız, kendinizi tanımış olacaksınız. İnsan kitabını okumuş olacaksınız Pîr-i Türkistan üzerinden. O kendi kitabını okuyor ama biz de onun okuduğu kitaptan yola çıkarak, ona ayna tutarak kendimizi okumuş oluyoruz. Bahçıvanlık da budur zaten. Bahçıvan dikene katlanıp gülü yetiştiren kişidir. Bahçeyi tanzim eden kişidir. Eğer biz kendi bahçemizi tanzim etmek istiyorsak işte bu bahçıvana bu aynaya bakmamız gerekir.”
- Evet, Pirimiz bizim aynamızdır. O aynaya bakıp kendi kitabımızı okumanın yolunu yordamını tahsil ediyoruz. İçimizdeki bahçeyi, düşüncelerimizi, umutlarımızı, korkularımızı, kaygı ve endişelerimizi insan olarak taşıdığımız hakikate uygun bir şekilde tanzim etmemizi salık veren bir okuma.
Ancak insan kitabını okumak, öyle pek kolay bir iş değildir. Çünkü insan kitabını okumak, “nefsini bilmek” anlamına gelir. Nefsini bilen de Rabb’ini bilecektir. Bir hiyerarşi içerisinde birbirini takip eden bu “bilme” faaliyeti, bizi nihayetinde hikmete ulaştıracaktır.
Pîr-i Türkistan’ın insana yüklediği anlama ilişkin, Yılmaz Öksüz’ün Türkçeyi Kuran Şairler dizisi içinde yayımlanan Pîr-i Türkistân adlı eserinde günümüz şiir diliyle yeniden yazdığı ilk İnsanlar başlıklı hikmeti birlikte okuyalım.
İnsanlar
Hak kulları dervişler hakikati bilmişler
Hakk’a âşık olanlar Hak yoluna girmişler
Hak yoluna girenler Allah deyip gidenler
Erenlerin izinde varlığından geçmişler
Fahr-i âlem Mustafa öyle dedi merhaba
Mirâcında fahr edip fakr yolunu seçmişler
Gönül vermez dünyaya el uzatmaz harama
Hakk’ı seven âşıklar helâlinden yemişler
Dünya benim diyenler cihan malı yiyenler
Leş kargası misâli haramlara batmışlar
Molla müftü olanlar yalan fetvâ verenler
Akı kara kılanlar cehenneme girmişler
Kadı imam olanlar haksız davâ kılanlar
Tıpkı eşek misâli yük altında kalmışlar
Rüşvet alan hâkimler haram alıp yiyenler
Parmağını dişleyip korku ile kalmışlar
Tatlı tatlı yiyenler türlü türlü giyenler
Taht üzere duranlar toprak altı olmuşlar
Mü’min kullar sâdıklar sıdkı ile duranlar
Dünyalığın sarf edip cennetlere varmışlar
Hoca Ahmed bilmişsin Hak yoluna girmişsin
Hak yoluna girenler Hak dîdârın görmüşler