Lunapark kalecisinin penaltı anındaki endişesi
Anlıyorum ki irademizin kendisini en çok eylemsizliğimizde gösterebilmesi laneti ile yaşıyoruz bu dünyada.
O yaz bir Fellini filminde rol almış gibiydim. Balerin eteklerini savuruyor, gondol dalgaların arasında inip çıkıyor, arabalar mütemadiyen çarpışıyordu.
Hepsi benimdi. Bir kez daha batacak olan bir işletme deneyiminin küçük tanığı olarak makinelerin, oyuncakların, biletlerin ve çocuk kahkahalarının bir köşesinde duruyordum. Çabuk sıkıldım her zaman olduğu gibi. Başka bir köşeye geçtim. Orada yuvarlak bir halkayı iki paket kırmızı Marlboro’nun üzerine isabet ettirmeye çalışan adamlar, olmayınca da bu kez küçük bir halı sahadan bozma alanda üç penaltıdan birini gole çevirerek yine o kırmızı paketlere sahip olmaya çalışıyorlardı.
Sanki bir banka veznesinde gibiydi. Hemen hemen hiç gol yediğini görmedim. Sonradan yediği her golün yevmiyesinden düştüğünü öğrendiğimde bu ciddiyete bir anlam verebilmiştim.
Yaşamın içerisinde sürekli kaybedenlerin küçük bir kazanma duygusu için gün ortasında geldikleri bu absürt yerde, kâğıt helvasını dişleyen bir çocukla, uzamış sakallarından ve ağır hareketlerinden işsiz olduğu anlaşılan adamlar aynı anda vardılar. Türlü tuhaflıkların arasında bana en tuhaf gelen ise sürekli çömelmiş bir şekilde kalede müşterilerinin bekleyen kaleciydi. Zalad diyorlardı ona. Pijamadan bozma kıyafetlerini tamamlayan, avuç içleri erimiş eldivenleri ile çok ciddi duruyordu.
Sanki bir banka veznesinde gibiydi. Hemen hemen hiç gol yediğini görmedim. Sonradan yediği her golün yevmiyesinden düştüğünü öğrendiğimde bu ciddiyete bir anlam verebilmiştim. Kale çizgisi üzerindeyken hiç fark etmediğim ve ancak akşam eve giderken örme süveterinin üzerine geçirdiği kasketiyle bir anda kaledeki devden mahcup bir adama dönüştüğü o anlarda şaşırtan bir detay daha vardı; topallıyordu Zalad. Fiziksel bir aktiviteden hayatını kazanıyor ama topallıyordu. Bunu kale çizgisi üzerinde asla anlayamazdınız. Bir zaman sonra neden ona Zalad dediklerini de öğrendim. Yıllar önce ikinci ligde oynanan şikeli bir maçta yemesi gereken golü yanlışlıkla kurtardığı için daha soyunma odasında bacağına kurşunu yemiş. Teknik olarak şike yapmamış olsa da bir kere adı karıştığı ve bacağına kurşunu yediği için Ankaragücü’nün şaibeli kalecisi Zalad’ın adı ona lakap olarak kalmış. Lunapark kapanıp da Fellini filmi yazın sonunda yerini post apokaliptik bir filmin setine bırakınca Zalad nereye gitti hep merak ettim.
Başka kalelerde başka kösele ayakkabılarla vurulan topları çıkarmanın mesaisi devam etmiş olsa gerek. Yıllar sonra Peter Handke okurken tekrar aklıma geldi Zalad; “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi”ni hatırladım. Romanın ana karakteri Joseph Bloch’u önceden tanıdığımı fark ettim böylece. Handke, ifade edilemezin yazarı. Edebiyatı insan ayağı değmemiş bölgelerde dolaştıran bir adam. Bizim Zalad’ı görmese de kimsenin bakmadığı yerlerde duranların gizli kardeşliği “aynı endişede” bir araya getirdi hepimizi.
Yıllarca maç seyrederken topun olduğu değil olmadığı taraflara bakmak gibi bir alışkanlık geliştirmiştim. Özellikle kalecinin yalnızlığı, akan giden bir oyunun içerisinde sınırları çizili ve sabit olanın sadece o olması çok melankolikti. Handke bunu bir miktar gülünç de buluyor. Hayatın bir huyu da görüş alanımızın dışında kalan yerlerde gelişen olayları ayaklarımıza pranga etmesidir. Ufkumuza doğru neden yürüyemediğimizi düşünür dururuz biz de.
- Öte yandan özellikle penaltı olduğunda bütün dikkat hem de bir an için değil bir seremoni gibi devam eden bütün bir eylem müddetince kalecinin üzerinde oluyor. Görüş dışında kalan yerlerin yıldızını odak noktasına feda ediyoruz.
O büyülü karar anını izlemeyi vaat ediyor futbol böylece. Bir karar anının böylesine somutlaştığı eylemler pek nadiren görülür ve daha nadiren izlenir. Genelde verdiğimiz kararın sonuçlarını görebilmek için bize uzun bir zaman ve çetrefilli olaylar zinciri gerekmektedir.
Kale çizgisi üzerinde bekleyen kalecinin zihninden geçenler ise yani “Sağa baktı demek ki sola atacak.
Ancak bütün penaltıcılar bunu yapıyor ve bunu o da, ben de biliyoruz. Benim onun sağa baktığımı görüp sola atacağını önceden bildiğimi bildiğinden sağa bakıp yine de sağa atacak olabilir...” şeklinde aslında pekâlâ var olmanın koşullara bağlı, tahmin ve ihtimallere dayalı ağırlığıdır. İki insanın birbirine endişe duvarlarından çevreledikleri yaşam alanını tanımlar aslında “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi...” Peki ya Zalad’ın endişesi de böyle bir endişe miydi? Yani şikeyi batırıp, bahisleri yan yatırdığı o malum günde neden o topu “yanlışlıkla” çıkarmıştı?
Handke’nin romanındaki o sahnede kalecinin en sonunda atlamak için hiç bir köşeyi seçemeyişi ve öylece durması sonucu topun doğrudan kucağına gelmesi gibi miydi? Şimdi anlıyorum ki irademizin kendisini en çok eylemsizliğimizde gösterebilmesi laneti ile yaşıyoruz bu dünyada. Yoksa lütuf mu demeli? Benim bunu bir lanet olarak tanımlayacağımı zaten kestiren sen ey okuyucu, çoktan bu eylemsizliğin lütfunu hesapladın mı yoksa? Benim sağa bakıp sola atacağımı... Olduğun yerde kal. Dünyayı kucağında bulacaksın. Ve bu sevindirici olmayacak.