Dünyanın en büyük gezgininin yola düşmesi bahsidir
Önce İstanbul’u dolaştı, sonra adımının yettiğince dünyanın geri kalanını. Yolculuğu elli yıl sürdü. Şehirler gördü, kalelere girdi, merdivenlerden indi, kuyulara düştü, tepelere çıktı, kulelerden semayı izledi, âleme ve âlem eden insana ve allem eden insana baktı da gördü onun sûretini de özünü de. Gördüğüne muhayyilesinden görüntü kattı.
İnsanlar eskiden yollara düşerlerdi. Yollar bitmek bilmezdi ama ömürler biterdi. Hani yeni zaman insanı için gün geçmez de yıllar rüzgâr gibi geçer ya, yaşanan bir nevi bunun yol hâliydi. Evliya Çelebi de bir gün yollara düştü. Mevzu bu kadar basitti. Dünyanın en büyük gezgininin hikâyesi aslında sadece bir yola düşme hikâyesiydi. O zamanlar her yer birbirine yakındı zira insanlar uzağı bilmezdi, bildikleri sadece yakındı. Bildikleri yakın olduğundan gittikleri de yakındı.
Evliya Çelebi başkalığı gördü daha çocuk yaşlarında. İnsanlar da insandılar nihayetinde, hepsi iki kollu, iki ayaklı, bir baş, bir gövde, ama hepsi nasıl da başka başkadır.
Yol bir ömür sürecekmiş gibi hacca gidenler vardı, bir de üç beş ayını ayırıp rızık için yola dökülenler. Âlemin akıllısı da çoktu, delisi de aranırsa bulunurdu. Derlerdi ki, her yer birbirine benzer, burası orasıdır, orası da burası. Ama illa ki bir başkalık da vardır. Evliya Çelebi başkalığı gördü daha çocuk yaşlarında. Derler ki bir ağacın dalları bile birbirinden başka başkadır, dalların çiçekleri bile birbirine benzer ama başka başkadır. İnsanlar da insandılar nihayetinde, hepsi iki kollu, iki ayaklı, bir baş, bir gövde, ama hepsi nasıl da başka başkadır.
Evliya Çelebi daha gençliğinin ilk evresinde esen bir rüzgârın peşine düşüp adımlaya adımlaya İstanbul’un bin bahçesini gezip bin bir çiçeğini kokladı. Her bağın bahçenin içinde, her taşın tepenin üstünde, her caminin çeşmenin dibinde soluklandı ve içine doğduğu âlemin içine doğmasıyla bir duaya durdu. Duaya durmak için bir sualle yola koyuldu, dedi ki; Rabbim, ana baba üstat ve kardeş yamacından sıyrılıp da nasıl şu âlemin sırlarına ereyim? Bu aynılık ile bu başka başkalığı göreyim. Nereye nereden yola çıkarıp gideyim de gittiğim yere nasıl kendimi de götüreyim de götürdüğüm yerde kendimi nasıl bulayım? Yardım et bana, göreyim hem görülecek olanı âlem içinde, hem de âlemi kendi içimde. Duasına ameliyle de amin dedi ki önce dervişlerin yanına vardı, sohbetlerine katıldı, gezginlerin muhabbetlerine düştü; yedi iklimin, dört mevsimin, yedi bucağın, dört köşenin hikâyelerini dinledi. Dinledikçe kalbi harlandı.
Kalbinin en ateş olduğu 1040 senesinin Muharrem ayının Aşure gecesinde yattı rüyaya daldı. Yakaza hâlindeyken girdiği rüya âleminde Yemiş İskelesi dibindeki Ahi Çelebi Camii’ndeydi. Öyle durmaktaydı. Caminin içi, kapısı açık olduğundan devamlı sûrette dolmaktaydı. Çelebi hafifçe eğilip yanındaki zâta sordu; Efendim, sizler kimlerdensiniz? İsminizi lütfeder misiniz? Zât cevap verdi; Aşereyi Mübeşşere’den Kemankeşlerin Pîri Sad İbn Ebi Vakkas’ım, buradakiler de hem cümle peygamberlerin ruhlarıdır, hem evliyanın ve asfiyanın ve sahabeyi kiramın ruhlarıdır. Bir yanda Hz Ömer ve Hz Ebubekir vardır, bir yanda Hz Ali ve Hz Osman vardır. Mihrabın önündeki Veysel Karani hazretleridir, az ötesindeki senin pirin müezzinin Bilal-i Habeşi’dir.
- Âlem buradadır. Dünyanın devri daimi için namaz gerekir, dua gerekir. Evliya Çelebi gencecik bir adam, eyvallah dedi eğdi boynunu.
Bir yandan da dedi, bu âlemin ortasındayım da bana düşen nedir? Bu nasibi neye borçluyum hem, bu nasiple ne yapacağım hem. Böyle derken baktı ki mihrapta Efendimiz bulunmakta. Gözleri karardı, vücudunu bir titreme aldı. İki rekat sünnet kılındı. Evliya Çelebi nasıl destur verildiyse kendisine, segâh makamında kamet getirdi, tekbir etti. Efendimiz elbette bütün âleme imamlık etti. Selamdan sonra delikanlı Çelebi Ayet-el Kürsi okudu. Bilal “Sübhanallah” dedi. Çelebi “Elhamdülillah” dedi. Bilal “Allahuekber” dedi. Çelebi “âmin” dedi. Cemaat hep bir gönülden tevhid etti.
Hazreti Peygamber uzzal makamında Yasin-i Şerif, üç “İza Câe” ve Muavvezeteyn surelerini okuduktan sonra Bilal Fatiha dedi. Pir, girdi koluna Çelebi’nin Hazreti Peygamber’in huzuruna götürdü. Dedi ki; sadık âşıkın, müştak ümmetin, Evliya kulun şefaatini ister. Çelebi Hazreti Peygamber’in mübarek elini öptü, başına koydu, “Şefaat ya Resulallah” diyecekti, gönlü al oldu, alı mor oldu, moru aklına sirayet etti, dili sürçtü “Seyahat ya Resulallah” dedi.
- Hazreti Peygamber tebessüm etti; şefaati seyahat ve ziyareti sıhhat ve selametle kolay eyle Ya Rabbi. Âmin dendi, Fatihalar okundu. Çelebi koluna giren Sad ile dışarıda, caminin avlusunda buldu kendini. Ondan dua aldı.
Sad buyurdu ki; Yürü, ok ve yay ile gaza eyle, Allah’ın muhafazasında ve emanetinde ol, sana müjdedir ki şu âlemde ne kadar ruhlar ile görüştün ve ellerini öptünse onların hepsini ziyaret etmen nasip olur, dünyayı gezer ve insanlar içinde tek olursun, gezdiğin ülkeleri, kaleleri, beldeleri, nadir eserleri, güzel işleri, yiyecek ve içecekleri, topraklarının boylarını enlerini, açan çiçeklerini, mevsimlerini yaz, bir eser meydana getir ki eserin adınla anılsın, adın eserin olsun, sen de benim ahiret oğlum ol, hak yolundan ayrılma, gönlün ateşten yangından beri olsun, ekmeğin ve tuzun hakkını gözet, sadık ol, dost ol, iyilerden iyilik öğren, iyi ol, yaramazlara yar olma, âleme yararlı ol, insana yar ol… Alnından öptü. Evliya Çelebi rüyasından uyandı. Koca Marmara’yı tepesinden aşağı dökmüşler gibi terden sırılsıklamdı. Coşkunlukla ayağa kalktı sokaklara aktı, İstanbul’un yedi tepesini bir solukta dolaştı, bütün âlimlerin ellerini öptü, rüyasına tabir istedi.
Âlimlerin hepsi, rüya berraktır bir su gibi, dedi. Yola düş. Evliya Çelebi böyle düştü yola. Önce İstanbul’u dolaştı, sonra adımının yettiğince dünyanın geri kalanını. Yolculuğu elli yıl sürdü. Şehirler gördü, kalelere girdi, merdivenlerden indi, kuyulara düştü, tepelere çıktı, kulelerden semayı izledi, âleme ve âlem eden insana ve allem eden insana baktı da gördü onun sûretini de özünü de. Gördüğüne muhayyilesinden görüntü kattı. Sûreti soyutladı, var olanı büktü, işin esasına dair kafa patlattı, düşüne düşüne dilini inşa etti, az konuştu, çok dinledi, akabinde oldu dediği an divitini sivriltti, hokkasını doldurdu, görüp görmediği ne varsa duyup duymadığı ne varsa, gördüğünü duyduğunu dinlediğini öğrendiğini ve muhayyelisinin lütfuyla yaşayıp var eylediğini rika hat ile alvarlı kâğıda her bir sayfada otuz altı satır olacak şekilde yazdı yazdı yazdı…
Ömrü boyunca yürüdü, dolaştı, seyretti ve yazdı. Yazdığı on cilt oldu. Kendi ömrü tükendi, koskoca bir hayat yaşamış, yaşadıkça yürümüş, gezmiş dolanmış Evliya Çelebi toprağa kondu ama eseri yürümeye, gezmeye, dolanmaya devam etti. Sonrasını biliyorsunuz.