Korkut Ata ne söyledi?
Suç ve Ceza’yı okuduğumuzda, Hazreti Ali Cenkleri’ni okuduğumuzda, Binbir Gece Masalları’nı okuduğumuzda, Gılgamış Destanı’nı okuduğumuzda hatta Şampiyonların Kahvaltısı’nı, Görünmez Kentler’i, Kara Kitap’ı dahi okuduğumuzda değişmeyen şey; hikâye anlatıcısının bize kendi dönemi ve toplumuyla ilgili şaşmaz hakikatlerden bahsettiğidir.
Bir süre önce bu isimde bir kitap çıktı. Aykut Ertuğrul, Güray Süngü ve on öykücü daha Dede Korkut hikâyelerini yeniden yorumladılar.
Her biri anlatılan hikayeleri kendi meşreplerince yeniden yazdılar. Kimi dilini kimi kurgusunu kimi karakterleri değiştirerek Korkut Ata’ya ve ölmeyen hikâyeye saygı duruşunda bulundular. Ama konumuz bu değil. İyi ki de değil çünkü bu yazıya şöyle başlamak niyetindeydim: Sahi ne söyledi? İnsanlık, dünyaya adım attığı ya da bir başka deyişle düştüğü ya da en doğrusu gönderildiği andan beri kendi kendisine ve başkalarına hikâyeler anlatıyor.
“Ben kimim” sorusuna cevap verirken bir hikâye; “Neredeyiz? Burada ne arıyoruz?” sorularına cevap verirken başka bir hikâye; “Onlar kim? Neden savaşıyoruz?” sorusuna cevap verirken bir hikâye; “Burada neden yaşıyoruz, burası neden bizim evimiz?” sorusuna cevap ararken başka bir hikâye anlatıyor.
Anlayacağınız, anlayacağımız, hikâyeler olmadan bir şeyi doğru dürüst kavrayabilmemiz namümkün. Malzeme bu, fıtrat bunu gerektiriyor. Öyle ya, kutsal kitaplar, kadim metinler, ne söylüyorsa bunu hikâyeyle süslemiyor mu? Hikâye, kendimizi anlamanın yanında anladıklarımızı elden ele ön sıralara ulaştırdığımız bir çeşit kopya gibi bilgiyi sonraki kuşaklara aktarmanın da yolu.
İlyada’yı okuduğumuzda sadece bir kadın için birbiriyle savaşan ordular, tanrılar, yarı tanrılardan ibaret bir safsatalar bütünüyle karşı karşıya olduğumuzu düşünmüyoruz değil mi? Bu hikâyenin anlatıldığı dönemde insanlar için ne önemliydi? Dünyaya nasıl, hangi perspektiften bakıyorlardı, düşünme biçimleri nasıldı?
Hikâyeler ölmez. Gören göz için Tepegözler de, aslan yürekli Basat’lar da, yiğit Boğaç Han’lar da, Bamsı Beyrek’ler de kafirler de olanca parlaklığıyla yanmaya devam eden ateşlerdir.
Bu soruların cevapları hikâyenin içinde gizli bir hazine gibi gömülüdür. Suç ve Ceza’yı okuduğumuzda, Hazreti Ali Cenkleri’ni okuduğumuzda, Binbir Gece Masalları’nı okuduğumuzda, Gılgamış Destanı’nı okuduğumuzda hatta Şampiyonların Kahvaltısı’nı, Görünmez Kentler’i, Kara Kitap’ı dahi okuduğumuzda değişmeyen şey; hikâye anlatıcısının bize kendi dönemi ve toplumuyla ilgili şaşmaz hakikatlerden bahsettiğidir. Yalan söylerken bile. Yalan söylerken bile çünkü anlatıcı son tahlilde kendi döneminin yalanını söyler.
Öyleyse Korkut Ata’yı, Dede Korkut Hikâyeleri’ni kıymetli kılan nedir? İçinde bolca ahenkli söyleyiş barındıran kelimeler topluluğu olması mı? Cevabın buysa geri dur! Beni hiç mi dinlemedin? Sıradan bir geçmiş zaman hikâyesi değildir Dede Korkut’un anlattıkları. Türk İslam ruhunun, Türklerin İslam’ın ruhuyla mayalanmasının hikâyesidir. Bir ecnebi, şöyle der; “Her Yunanlıda bir Oidipus ateşi yanar. Her dokunuşta bu alev parlar. Aynı ateş Alman milletinde Faust için geçerlidir.” Bu sözü aktaran Bilgin Saydam -ki kendisi Deli Dumrul’un Bilinci deyu olağanüstü bir çalışmanın müellifidir- ekler; “Benzer bir ateşli ilişki de Türk insanıyla Kitab-ı Dedem Korkut arasında mevcuttur.” Üstelik bu ilişki durağan değildir. Milletleri şekillendiren hikayeler hep sıcaktır, tarih boyunca hep yeniden dirilir, taze anlatıcılar eliyle yeniden yeniden yeniden anlatılır dururlar; aynı Faust’un Goethe eliyle yeniden yazılması ve bu metnin adeta modern insanın manifestosuna dönüşmesi gibi.
Burada soru şu; bugünün Dede Korkut’u olmaya, milletine model olacak hikâyeler anlatmaya heveslenen hikâyeciler var mı? Bu soru, hikâyecilere gelsin. Onlar düşünürken; biz okurlar ise şunu sormalıyız kendimize; Korkut Ata sahi ne söyledi? Deli Dumrul neden köprünün başına dikildi? Azrail’in karşısına ne cüretle nasıl çıktı? Azrail, Allah’ın emriyle onun canını almaktan neden vazgeçti? Deli Dumrul, anasından babasından görmediği sadakati, vefayı neden eşinden gördü? Sonra ne oldu? Bir hikâye için bunca soru yetmez mi?
Yetmezse Basat’ın Tepegöz’ü öldürmesi bahsine ilerleyin? Tepegöz nedir? Kimdir? Neyi temsil eder? Kendisini aslanların yetiştirdiği Basat kimdir? Tepegöz Oğuz boyunu neden haraca bağladı? Basat, neye güvenip Tepegöz’ün karşısına çıktı? Yetmezse Salur Kazan’ın, oğlu Uruz Bey’in’, Bamsı Beyrek’in, Kan Turalı’nın, Kazıcık Koca oğlu Yiğenek’in, Begil oğlu Emren’in, Uşun Koca oğlu Seğrek’in hikayesine.
- Hâlâ Türk ve hâlâ İslam’ken -ikisi de bir ve aynı ya gerçi- ve o gün olduğu gibi bugün de biz ne vakit birbirimize düşsek, ne vakit uyuyakalsak düşmanın oralarda bir yerlerde bitip beylerimizi, yiğitlerimizi esir almasından, ola ki bugün dersler çıkarırız.
Hikâyeler ölmez. Gören göz için Tepegözler de, aslan yürekli Basat’lar da, yiğit Boğaç Han’lar da, Bamsı Beyrek’ler de kafirler de olanca parlaklığıyla yanmaya devam eden ateşlerdir. Hikayeler ölmez ve töre ve anlam ve tecrübe ve deneyim o hikayelerin arasında bir inci tanesi gibi saklıdır. Dinleyene, anlatana, okuyana, okutana! Öyleyse yom vereyim hânım:
“Yerli kara dağların yıkılmasın!
Gölgelice kaba ağacın kesilmesin!
Kan gibi akan görklü suyun kurumasın!
Kanatlarının ucu kırılmasın!
Kaadir seni namerde muhtaç etmesin!
Koşarken ak-boz atın sürçmesin!
Çaldığında kara polat öz kılıcın kedimlesin!
Dürtüşürken ala gönderin ufanmasın!
Aksakallı baban yeri cennet olsun!
Ak pürçekli anan yeri uçmak olsun!
Allahın verdiği umudun kırılmasın!
En sonunda arı imandan ayırmasın!
Ak alnında beş kelime dua kıldık kabul olsun!
Derlesin, toplasın, günahınızı,
Kaadir Tanrı adı-görklü Muhammed’in yüzü suyunu bağışlasın!
Bu duaya amin diyenler Tanrı’yı görsün!