3 soruda Ekrem Demirli
Şu an ülkemizde en ciddi sorunlardan birisi meseleleri sürekli basitleştirme temayülüdür. Bu konuda bir terör estiriliyor: İletişim araçlarının geldiği noktada, işgal edilmiş zihinlerin ciddi bir okuma faaliyetine müsait olmadığı iddia ediliyor.
Neden okuyalım?
Bizi bütün varlıklar arasında ayrıştıran temel niteliğimiz “düşünen canlı” olmamızdır. Düşünmenin başlayabilmesi dışarıdan gelen güçlü bir katkı ile mümkündür. Bu katkıyı bize verecek en önemli imkân, başka insanların tecrübelerini, evren kavrayışlarını, kısaca birikimlerini zihnimizin maddesi hâline getirmektir.
Önce dili öğrenmemiz lazımdır. Kendi dilimizi bize öğreten eserlerle başlamak lazım diyemem, onları hiç bırakmamak lazım derim.
Öteki insanların tecrübeleri bize rehberlik eder, bu sayede bir zihin inşa edebilme imkânı bulabiliriz. Zihnimiz eşyayı ve hadiseleri tanıması ölçüsünde faaliyete geçebilecek bir kabiliyetimizdir. Biz eşyayı tanıyarak, hadiseler arasındaki bağları fark ederek neticelere varırız. Bu bakımdan bir zihin sahibi olabilmek için okumak gerekir.
Ne okuyalım?
Soruya bilgece cevap vermek istesem; “kâinat kitabını, insanı” vb. cümleler kurabilirim. Lakin böyle cevapların bir retorik olma ihtimalleri çok yüksek. Bu nedenle sorunuza gerçekçi ve ciddi cevap vermek gerekir: Önce dili öğrenmemiz lazımdır. Kendi dilimizi bize öğreten eserlerle başlamak lazım diyemem, onları hiç bırakmamak lazım derim. Düşünmenin en önemli taşıyıcısı dildir. Dil, hem bir iletişim aracıdır hem de zihnin doğru çalışmasının zeminidir. İletişim hatalarının büyük kısmı dili doğru bilmemekten kaynaklanır. Uygun şartlarda dil, günlük hayatın sadeliği içerisinde öğrenilebilir. Fakat bu teknolojinin öyle baskıcı bir saldırısı var ki, dili öğrenebileceğimiz zemin kaybolmuş. İkinci konu ise, insanlığın ittifak ettiği bazı temel metinlerle sahici bir ilişkimizin olması gerekir. Bunları “klasik eserler” diye isimlendiriyoruz. Liseden itibaren peyderpey bu eserlerle tanışmak gerekir. Türkiye’de bu eserlerin okunmasında çok ciddi sorunlar var; yardımcı metinler olmadığı gibi bu eserleri konuşabileceğimiz ve tartışabileceğimiz bir muhit de yok.
- Şu an ülkemizde en ciddi sorunlardan birisi meseleleri sürekli basitleştirme temayülüdür. Bu konuda bir terör estiriliyor: İletişim araçlarının geldiği noktada, işgal edilmiş zihinlerin ciddi bir okuma faaliyetine müsait olmadığı iddia ediliyor.
Onlara daha basit, kısa süreli bilgiler vermek gerektiği faşist bir dayatma ile savunuluyor. Bu konuda gerçekçi olmamız lazım: Bir insana bilmem kaç harften veya dakikadan sonra idrak dağınıklığı yaşayacağını söylemek onun cahil kalmaya mahkûm olduğunu savunmak demektir.
Herkesin kendine çeki düzen vermesi lazımdır: Bir edebi eser, düşünce kitabı, kısaca ciddi bir eser hızla okunarak veya ana cümleleri birkaç dakikaya sığdırılarak öğrenilemez. Hakkını vererek okuma yapabilirsek, bir zihnimiz olabilir.
Nasıl okuyalım?
Kişisel olarak bu konudaki tarzım, “yazarak okumak” dediğim bir süreçte okuma faaliyetini şekillendirmektir. Zihnimizin sürekli konuları olmalıdır, bunlar hakkında notlar tutmak gerekir, karalama defterlerimiz olmalı vs. Klasik Düşünce Okulu’nu bu amaçla kurmuştuk arkadaşlarımızla. “Yazarak okumak” demek yazma faaliyetini, bilgiyi başka insanlara ulaştırmanın aracı olarak değil, bilginin ve düşüncenin oluşma sürecinde belirleyici amil olarak kabul etmek demektir.
Zihnimizde konular olmalıdır, sorunlar olmalıdır ve biz bir ömür o sorunlar peşinde gidebilmeliyiz.
Kendi adıma veya tanıdığım birçok arkadaşımda gözlemlediğim durum şudur: Neredeyse otuz-otuz beş senedir bir türlü kapatmadığımız tartışma konularımız var. Tanrı, insan ruhunun ölümsüzlüğü, tabiat, “iyi nedir, kötü nedir” gibi soruları liseden beri değişen kavram ve kelimelerle tartışıyoruz. Hemen hiç birinde bir noktaya varamadık. Aslında varacağımız da yok belki. Bu süreçte biz, o konuları bir yere götürmedik belki, lakin o konular bizi bir yere taşıdı ve bir “zihin” inşa etmemizi sağladı.
Sanki sürekli düşmek zorunda olduğumuz bir buzdağını tırmanmak gibi bir iştir okumak. Kalem ise elimizdeki tek araçtır. Biz o kalemi bir kazma gibi kullanarak buzdağında ilerlemek, düşerken de sabit bir yer bulmak zorundayız. Türkiye’de okuma hayatının en ciddi meselesi yazı yazma ile tahkim edilmemiş bir okuma alışkanlığının olmasıdır. Buradan bir “zihin” çıkmayacağı işin başında belli. Bu nedenle okuyanlar ile okumayanlar temelde ayrışmıyor. Mesela ömrünü tembellikle geçiren okumamış bir insan, ömrünü okumakla geçirmiş birine “Okudun da ne oldu?” diyebiliyor.