Heidegger’in köyü: turist olma otantik ol

NESİBE SENA ARSLAN
Abone Ol

Gidersin Kreuzberg, yürürsün Piccadilly, oturursun Cihangir olursun. Akışkan mekânları daha akışkan kimlikler olarak doldurursun. Otantik bir varoluş mudur bu? Martin Heidegger’e göre değil.

İş veya eğlence amaçlı olsun, bir yere gitmek konusunda hiç iyi şeyler düşünmez Heidegger: otantik varoluşu bu şekilde tecrübe edemeyeceğimize inanır.

Doğduğu Almanya’dan ilk kez 1936’da, 47 yaşındayken ayrılır ve Roma’ya gider

Bu gezi onu hayrete düşürür ve öfkelendirir. Hayatını adadığı Antik Yunan felsefesinin yeşerdiği toprakları ziyaret ettiğindeyse -geç değil, erken değil- 73 yaşındadır. Orada ne tanrıları bulabilir ne kahramanları. Yıl, 1963 ve Heidegger, modern Yunanistan’ın turistik gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalır.

Hayatını adadığı Antik Yunan felsefesinin yeşerdiği toprakları ziyaret ettiğindeyse -geç değil, erken değil- 73 yaşındadır. Orada ne tanrıları bulabilir ne kahramanları.

Peki nedir otantik olmanın yolu? Rousseau’dan Schiller’e, Kierkegaard’dan Nietzsche’ye, Heidegger’den Sartre’a otantiklik, Avrupa’da yol aldığı kadarıyla yabancılaşmayla birlikte tartışılmış. Yabancılaşma derken kavramı daraltmak gerek. Sosyal, kültürel ve ekonomik boyutuyla Marx’ın bu başat kavramı, Heidegger’de varoluşsal- ontolojik bir düzlemde ele alınır. Üç bileşenden bahseder: özne (ben), nesne (öteki) ve aralarında kurulan ilişki. Özne ya da Dasein çevresiyle kurduğu ilişkide “kendiliğini” yaşadığı ölçüde otantik ve özgürdür. Böylece Heidegger varlığı, özne ve nesne olarak ayıran Kartezyen düşünceye karşı çıkar.

Tüm bunları Varlık ve Zaman’da tartışır. Kitabın büyük bir kısmını ise 1922’de yerleştiği kulübesinde yazar. Almanya’nın güneyinde, Kara Ormanlarda, üç odalı bir kulübedir bu. Bulunduğu köy Todtnauberg, şehirlilerin “dürtülerini kamçılayan” (öyle demiş) bir kaçamakken Heidegger’in dünyasını inşa edip varlığını yerli yerine koyar. Dağları ve insanlarıyla. Durgun, pastoral bir peyzaj. “Allah’ın lütfu gibi bir yer” diyor köyü hakkında ve ekliyor: “şahsen manzarayı neredeyse hiç fark etmiyorum; zamanın akışını, günü ve geceyi, mevsimlerin geçişini deneyimliyorum sadece.” Yani en küçük kıpırtının dahi fark edilebildiği bir durgunlukta zamanı deneyimlemek... Ona göre felsefe için en mükemmel vakit: “Uzun bir kış gecesi. Vahşi, şiddetli bir kar fırtınası kulübeyi ve her şeyi sarıp sarmaladığında. O zaman sorular yalınlaşır, esas kıvamına gelir. Her bir fikrin üzerinde titizlikle çalışmak meşakkatlidir, amenna. Zaten bir şeyi dile dökmek, ulu köknarların fırtına karşısında direnişine benzer.” İşte bu sahne, ulu bir köknar gibi sıkı sıkı tutunmak isteyen bir düşünceyi de doğurur.

  • Eski adıyla “Der Ister” olan Tuna, Heidegger gibi Hölderlin’i de derinden etkilemiş, “Der Ister” şiirini yazdırmış ona.
  • Manzarayı olmasa da Tuna nehrini fark edebilmiş Heidegger. Nehir de zaten bir akış. Olgu değil varoluş. Eski adıyla “Der Ister” olan Tuna, Heidegger gibi Hölderlin’i de derinden etkilemiş, “Der Ister” şiirini yazdırmış ona. Şiirde Tuna, antik Yunan’ın metaforik köklerinin uzandığı Karadeniz’e doğru akan bir nehir olarak resmedilmiş. Ama tersten. Başlangıcını bulmak, evine dönmek gibi. Şiir gibi bir düşünce ama teoride. Çünkü pratikte şu var: bir açıdan Heidegger’in en “görkemli” eve dönüşü 1933’te Nazilere katılması ve sonuna kadar bırakmaması olur.

Yıl 1942, Hölderlin’in bu şiiri üzerine (Der Ister) verdiği derste Heidegger, sınıfa hitaben “size kim olduğunuzu söyleyeceğim” der: Almanlar için vaki ve makbul olan, netlik ve anlaşılırlıktır; yabancı olansa “cennetten gelen ateş” (İncil’de bahsedildiği gibi). Bu ateşle bir şekilde tanışmak gerek. Aksi hâlde kendi ateşimizi canlı tutamayız; kural koymak adına kurallar koyar, sınırlanırız. Hölderlin işte bu ateşle karşılaşmıştır, diye ekler. (Neden bunu ancak şiirle yapabildi? diye sorar devamında, önemli bir soru ama şimdi yeri değil.)

Bir Alman taşrası, şair kadar düşünür için de büyük şeylere gebe kalabilecek, kalması kaçınılmaz bir yer olur. Estetik tecrübe uğruna peşinde koşulan zorlama fırsatların değil, köyünün insanıdır Heidegger. Köylüdür yani. Varlığı eve sığdırır. Turizm ise banal bir gerçekliktir çünkü evde olmanın yetersizliği fikrine dayanır. Yetersiz kalır çünkü gündelik olan en nihayetinde sıradanlaşır. Varlık, bu sıradanlıkta yabancılaşır. Ve bunun ilacının evden uzaklaşmak olduğuna inanılır. Heidegger buna karşılık şöyle düşünür: Umur, içimizde. Öteki’ni zaten umursar, daha doğrusu öteki’yle varolmadıkça otantik olamayacağımızı keşfedebiliriz. Heidegger bunu gitmeyerek, 700 nüfuslu Todtnauberg’de kalarak tesis eder.

Ona göre felsefe için en mükemmel vakit: “Uzun bir kış gecesi. Vahşi, şiddetli bir kar fırtınası kulübeyi ve her şeyi sarıp sarmaladığında. O zaman sorular yalınlaşır, esas kıvamına gelir.

Diyelim bir yerlere gitmiyoruz, yeni mekânlar ve yüzler görmüyoruz, kalabalığa karışmıyor, kalabalıkta kaybolmuyoruz. Burada nasıl bir öteki’den bahsedebiliriz? Kendi’ne öteki kaldığın kadar bir öteki’den. Gerçek bir öteki olmadığı müddetçe ise kendi’ne zaten öteki kalırsın, iyi dostlar aynamızdır yani. Seyyah’tan farklı olarak “yüzeysel” diyebileceğimiz turist ise buna karşılık ‘kendini fazla umursama’ya çıkabiliyor. Kendi-merkezli, anti-sosyal, diğerkamlık ve merhameti ortadan kaldıran bir zemin burası. Bu açıdan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tartışmalarda otantiklik kavramı, narsisizm ile sıkça kıyaslanmış. Bir bakıma narsistler de kendi dünyalarının köylüleri zaten. İtidal mühim. Heidegger Kara Ormanlar’da, hepi topu 700 nüfuslu bir yerde yaşadı. Fazlası özgürlüğe tehdittir belki de, öteki cehennem olabilir. Hep öyle olur.