Ahmet Haşim'in son deminde: Frankfurt
Main Nehri ve dev gökdelenleriyle, aynı karenin içinde ayrı şarkılarsöyleyen, sessiz görkemlerle örülmüş bir Alman ruhu. Neşesizgüzellik. Tahtında ekonominin oturduğu sıkıcı bir dükalık. Berlin,Hamburg ya da Münih değil. Frankfurt am Main. Nam-ı diğer Mainüzerindeki Frankfurt. Nehir kıyısına kurulmuş finans kapitalinbaşkenti, şairlerin ve düşünürlerin şehri.
Almanya’nın para, fuar, festival merkezi. Heidi’nin, Clara’nın penceresinden bakıp; İsviçre Alplerini, çıplak ayakla dolaştığı karlı dağları, yemyeşil kırları ve dedesini özlediği şehir. Peter’in -ondan Heidi’yi çaldığı için- en sevmediği yer… Bir akşam vakti Frankfurt’a uzaktan baktığınızda görebilecekleriniz bunlar. Daha fazlası için Main Nehri üzerinde tarihi selamlayan Eiserner Steg Köprüsü'nde bir yürüyüşe ya da Orta Çağ Frankfurt’unu idari merkezinden anlamak için Römerberg Meydanı’nda soluklanmaya ihtiyacınız olabilir.
Frankfurt, Johann Wolfgang Von Goethe’nin doğup-büyüdüğü ama bir türlü sevemediği baba evi olarak kayıtlara geçmiştir. “Fare deliği” gibiydi şaire göre burası, sesinin yankısını kesen bir duvar olarak gördüğü Frankfurt’u “ne oturabileceğim, ne de yaşayabileceğim bir yer” cümlesiyle tasvir etse de, doğduğu şehir bu sözleri hiç umursamayarak şairi Goethe’ye duyduğu sevgi ve hürmette oldukça cömert davranacaktı. Ahmet Haşim’in Frankfurt’a gelir gelmez ziyarete koştuğu müzeye çevrilmiş Goethe Evi’nde rastladığı kalabalığa şaşırması, kültürel hafızayla ilgili bir fotoğrafı anlatıyor. Frankfurt, hem Goethe’nin evi hem de finans kapitalin başkenti olmanın bir yolunu bulmuştur aslında. Goethe kendi evinde unutulmazlar mertebesindeki yerinde; sakin ve huzurlu. Haşim uzun uzun bakmıştır bu manzaraya.
Bir şair trenle
Ömrünün son demlerinde, Hitler Almanya’yı ele geçirmeden hemen önce, hastalığı için son bir ümitle, bir şair, Frankfurt’a gelir trenle. Ahmet Haşim’dir bu. Böbreklerindeki kireçlenmenin verdiği dayanılmaz acılara merhem aramak için 1932’nin sonbaharında, Sirkeci’den bindiği trenle Balkanları aşarak şifacısı Prof. Volhard’a ulaşır Haşim. İyileşmesinin mümkün olmadığını bilse de bu uzak tedaviye son ümidini bağlayacaktır. Frankfurt’tadır, şehri biraz da kendi karanlığı içinden görür ve anlar. Huzursuzdur. Hitler’in ayak sesleri geliyordur dışardan. Peyami Safa’ya göre Haşim’in Frankfurt anlatısı, aradığını ziyaret ettiği şehirde değil yine kendisinde bulmuş bir şairin gözlemleridir. Frankfurt’u anlatır ama coğrafya bilgisinin değil kendi aynasının verimleri üzerinden konuşabileceğimiz bir toplamdır bu. Yine Frankfurt’taymış gibi Haşim’in ömründen geçer.
Hayatını Bağdat-İstanbul hattında geçiren şairin, Frankfurt’un sokaklarındaki pek alışık olmadığı o kusursuz geometrinin yarattığı şehir düzenini, Doğu’nun çok kusurlu, hareketli, kaos dolu atmosferiyle paralel olarak düşündüğünde, bu düzeni ideal bir anlam üzerinden değil, nefes darlığı dediği bir tasvirin içinden görmeyi tercih etmesi anlaşılır bulunabilir. İronik bir söz ünlemiyle medeniyetin bu kadarı da fazla diyerek, ruhunu ihtiyaç duyduğu harabelere doğru çağırması da öyle: “Yarabbi! Bu şehirde ufak bir yıkıntı, bir küçük ihmal, yerine konulması unutulmuş bir taş, kapatılmamış bir çukur yok mu? Bıçak gibi keskin hatları her tarafta yükselen bu kusursuz geometri içinde insan nefes darlıkları duyuyor. Medeniyetin bu kadarı fazla.”
Ahmet Haşim, karşısında sanki yüz seneden beri tanıdığı fakat sekiz saatten beri misafiri olduğu Frankfurt’a bakarak, o eski altın şehirleri, hayâl sislerinde yarım görünen Kartaca’yı, Sidon’u, Babil’i, Ninova’yı düşünürken, cadde üzerinde şarkı söyleyip mızıka çalan insanları görür. İşsizleri, dilencileri, hayat kadınlarını, sarı bezden uydurma avcı üniformalarıyla Hitler yandaşlarını, kırmızı kravatlı komünistleri ve Alman gençlerini. Hepsine aynı nazarla bakar, Almanya için hayırlı olmayan günler yaklaşmaktadır. Siyasi huzursuzluk ile ekonomik belirsizlik Frankfurt sokaklarında el-ele gezerek, dünyanın en tehlikeli sevgililiği ilan ediyorlardı. Haşim gördüğü tatsız manzara, Almanya’yı da kapsıyordu.
Frankfurt’un göğünde şairane bir mana göremeyen Haşim için, cehenneme lâyık bir alacalık olarak adlandırdığı bulutlarla örülü, sürekli kapalı bu hava, nefes kesici, sinirlendirici, ağlatıcı ve deli edicidir. Ne zaman külrengi sabahlardan başını kaldırsa, tepesine dikilmiş hiçbir aydınlık sızdırmayan kara bulutlara çarpacağından korkar bu yüzden.
Ahmet Haşim bunun son seyahati olduğundan habersiz şekilde, şifa aradığı günler boyunca hiç durmadan Frankfurt’u adımlar. Rumplmeyer kahvesi önünden kalkan tramvaya biner, Main Nehri’nin çıplak sahilinde ıslak kış çimenlerine basarak dolaşır, büyük kristal camlı bembeyaz tül perdeli mesut Frankfurt pencerelerine bakar, sokaktaki mızıka seslerine kulak verir, Goethe Evi’ndeki Faust’un mürekkep lekelerini seyreder ve kendini dinler. Böbrekleri durmaksızın sızlar, şifa çok uzaktadır. Bir Frankfurt geçer içinden, Haşim’den öte, şairden ziyade.