Medyaya yansımayan taraflarıyla 1948 Nekbe'si

FİRDEVS YİĞİT
Abone Ol

Siyonist yerleşimciler, İsrail kurulduğu sırada Filistin topraklarının bir çöl olduğunu ve Filistinlilerin “kendi rızalarıyla” buradan ayrıldıklarını iddia ettiler. Karşı taraf ise, 1948’in şiddet dolu sürgünlerini “Nekbe felâketi” olarak tanımlıyor. Bu olay tuhaf bir şekilde ne medyamızda ne de ders kitaplarında yer bulabildi. Hangisine inanacağız? İsrail’in ve özellikle Ariel Şaron’un politikalarının kararlı savunucularından biri olan Benny Morris ile görüştük. Bazı noktalarda, İsrail resmî tarih anlatısını tamamen “revize ediyor” olsa da genel olarak kitaptaki diğer katılımcılar/konuşmacılar ile çelişmektedir.

Çeviri: Firdevs Yiğit

1988 yılında, ‘Filistinli Mülteci Sorununun Doğuşu’ isimli kitabınız yayımlandığında bomba etkisi yarattı. Bu kadar yankı uyandırmasının nedeni neydi?

Benny Morris'in ''Filistinli Mülteci Sorununun Doğuşu'' kitabı, İsrail belgelerini inceleyerek, İsrail’in 1948’de nasıl kurulduğuna dair resmî söylemi çürüten eserlerden biridir.

1948 olayları ile ilgili Siyonist rivayetlerin aksine, Filistinlilerin gönül rızasıyla kaçmadıklarını ifşa ettim. Kendilerinin başlattıkları bir savaş yüzünden kaçtılar ve bir kısmı da İsrail tarafından sınır dışı edildi, bu da yine İsrail’in asla kabul etmediği ve Siyonist anlatılar ile çelişen bir şey. Fakat aynı zamanda Filistinlilerin anlattığı hikâyeler ile de çelişiyor: 1948’de yaşananların, öncesinde yapılmış bir İsrail planının sonucu olmadığını, (aksine) savaşın bir sonucu olduğunu gösterdim. Filistinliler ise, Siyonizm’in her zaman Araplardan kurtulmayı amaçladığını ve 1948 yılında bu planı sistematik bir öngörü ve kasıtla gerçekleştirdiğini söyleyerek bu propaganda versiyonunu sürdürmekte ısrar ediyorlar. Oysa hiç mantıklı değil.

Bitmeyen dram: Nekbe
Mecra

1948 senesinde, İsrailliler ile Araplar arasındaki güç dengesini tanımlamak adına Calut’a (Golyat) karşı Davud (ç.n Ahd-i Atik’te geçen rivayete göre, Filistinli bir dev olan Calut, genç bir delikanlı olan Davud tarafından sapan taşı ile öldürülmüştür) imgesine sıklıkla atıf yapılmıştır. Bu bir efsane mi, yoksa gerçeklik mi?

Benim de aralarında bulunduğum Yeni Tarihçiler, konuyu geleneksel Siyonist hikâyelerinden de Arapların iddialarından da farklı bir şekilde ele alıyorlar. 1948’de güç kimin elindeydi tartışılır. Bu, haritaya bakıp devasa Arap ülkelerinin küçük bir Yahudi topluluğuna saldırdığını görmek kadar basit değil. Arap devletlerinin o zamanlar (nasıl hesapladığınıza bağlı olarak) 20 ya da 40 milyon nüfusu vardı ve Filistin’deki Yahudi cemaati asimetrik olarak 650 bin civarındaydı. Arap devletlerinin ekonomik potansiyel ve nüfus bakımından çok daha güçlü olduğu doğrudur.

Ancak bu gerçek güç dengesini yansıtmaz. Siyonist milislerden 650 bin adam savaş konusunda iyi eğitilmişti, Araplar ise eğitimsizdi. Siyonist milisler, savaştıkları Filistinli Arap militan gruplarından çok daha güçlüydü.

Elbette bu Arapların bütünüyle zayıf ve dağınık oldukları anlamına gelmiyor. Arap devletleri Mayıs 1948’de, 20 ila 25 bin asker göndererek büyük ölçüde İsrail’i yok etmek için saldırıda bulundu, Siyonistler ise 16 bin asker ile mukabele ettiler. Ama adım adım, Siyonistler zamanla daha fazla asker seferber etmeyi, halkın arasından gitgide daha fazla asker edinmeyi ve savaş boyunca ABD Yahudilerinden gelen hibeler sayesinde büyük miktarlarda silah elde etmeyi başardılar. Yahudilerin morali yerindeydi, Araplarınsa motivasyonu yoktu. Tüm bu nedenler Siyonist zafere katkıda bulundu.

Bir taşla devrilir bütün Câlûtlar
Mecra

Günümüzde sapan, Filistinlilerin İsraillilere karşı kullandığı bir silah. Karşılarında tanklar, tüfekler, ağır silahlar bulunan Filistinliler, İsrail askerleri ve polisleriyle karşı karşıya geldikleri hemen her olayda sapan kullanıyorlar.

Suriye, Irak, Ürdün ve Mısır’dan gelen Arap orduları gerçekten Filistin halkı için mi savaşıyordu?

1980’den itibaren tasnifi kaldırılan ve erişime açık tarihi belgeler Arap ordularının Yahudi devletini yok etmek ya da en azından kuruluşunu engellemek amacıyla geldiğini ortaya koymuştur, orası kesin. Ancak Arap ülkelerindeki en iyi orduya -küçük ama en iyi olana- sahip olan Ürdünlüler, Filistin’deki Yahudi cemaatini, Haganah Teşkilatı’nı (1948’de orduya entegre edilen illegal yeraltı Yahudi milisleri) ve İsrail Silahlı Kuvvetleri'ni yenemeyeceklerini anlayınca yalnızca Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ele geçirmeyi hedeflediler ve İsrail’e saldırmak istemediler. Diğer Arap orduları ise İsrail’e saldırsalar da gerçek bir etkinliğe sahip olamadıkları için yenilgiye uğradılar. Ancak doğmakta olan bir devleti yok etme arzusu duyuluyordu, bunun inkâr edilebileceğini sanmıyorum.

  • Elbette, işgal altındaki Filistinli kardeşlerine yardım etmeye geldiklerini iddia ettiler ama esasen bu devletlerden bir tanesi bile bir Filistin devletinin ortaya çıkışını görmek istemedi ve hiçbiri Filistin yönetimi ile ittifak etmedi. Nihai olarak Batı Şeria ele geçirildiğinde, Ürdünlüler Filistin milliyetçiliğini ortadan kaldırmaya özen gösterdiler ve Mısırlılar da aynını Gazze şeridinde yaptılar. Yani akıl almaz bir ikiyüzlülük vardı.

1947’de, İsrail devleti BM’nin taksim kararını kabul etmeye hazır mıydı?

İsrail buna “evet” dedi, ancak Arap ülkeleri ve Filistinliler “hayır” diyerek savaşı tetiklediler. Gerçek şu ki, Mayıs ayında kurulan İsrail devletinin Arap ülkeleri tarafından saldırıya uğraması ile birlikte İsrail’in tavrının “Savaş mı istiyorsunuz? Öyle olsun!” şeklinde dönüştüğü doğrudur. O noktadan sonra, BM’nin taksim kararı ve sınır taslağı hükmünü yitirdi ve ilhak edebileceğimiz kadarını ettik.

"Filistin'i bölüşmek"
Mecra

29 Kasım 1947'de Birleşmiş Milletler binasında gerçekleşen ve Filistin'i Araplarla Yahudiler arasında bölüştürmeyi amaçlayan oylamadan bir fotoğraf.

Kitabınızdan açıkça anlaşılıyor ki 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan önce ve sonra İsrail liderleri “Arap sorununun” çözüm yöntemi olarak nüfus transferi fikrini destekledi.

Hayır, kitap bunu söylemiyor. Daha en başından, 1880’lerden itibaren Siyonist hareket Filistin’in büyük bir kısmını elde etmeyi ve nihayet 1930’lardaki bölünme planı kabul edildiğinde, hiç değilse haziran ayında beklenen büyük bir göç sayesinde, Filistin’in herhangi bir yerinde bir Yahudi devleti kurulacağını umuyordu. Aynı zamanda yine 1930’larda, toprakların kendilerine ait olan kısımlarında bile Yahudilerin çoğunluk olamayacağı anlaşılınca, bazı liderlerin “nakil” olarak adlandırdıkları, Arapları tehcir etme çözümü gündeme gelmeye başladı. Bu da tazminatı kabul eden Filistinliler için kolaylıkla, uzlaşmak istemeyenler içinse zor kullanarak yapılmalıydı.

Nekbe'den evvel Filistin köyleri
Mecra

İsrail'in kuruluşundan hemen sonra sürgün etnik temizliğe muhatap olan yaklaşık 1 milyon Filistinli, bu süreci ''Nekbe (Büyük Felâket)'' olarak adlandırıyor ve her yıl 15 Mayıs'ta anıyorlar.

Bu tavrın sebebi ne?

İki etmene dayanıyor. İlki Almanya ve diğer ülkelerdeki Yahudilerin varlığını tehdit eden antisemitizmin Avrupa’daki yükselişi. ABD’ye ya da başka devletlere göç etmeleri engellendiği için, güvenli bir yere ulaşabilme endişesi onları Filistin topraklarına doğru itti. Ancak sorun şu ki, 1936’da Filistin’deki Araplar İngiliz varlığına ve Siyonist projeye karşı ayaklandılar. Bu da İngilizleri Filistin’e ve vaat edilmiş topraklara Yahudi göçüne karşı kapılarını kapatmaya zorladı.

Ardından, Filistin Ulusal Hareketi’nin başı olan Emin el-Hüseyni, esasen 1914’ten önce orada doğanları hariç tutarak Yahudilerin Filistin’den sürülmesi çağrısında bulundu. Hemen hemen Yahudilerin tamamı sınır dışı edilme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.

Kudüs müftüsü Hacı Emîn el-Hüseynî
Mecra

  • Bu iki unsur, Yahudi nüfusun çoğunluğunu sağlamak için Arapların sınır dışı edilmesi ya da nakledilmesi seçeneklerini düşünmelerine sevk etti Siyonist liderleri. Araplar bunu kabullenmek istemiyor, Yahudi göçünü engellemesi için İngiliz hükümetine baskı yapıyorlardı.

Böylece Siyonistler çıkmaza girmişti. Öncelikli olarak göç fikrine güvenmeye devam ettiler. Ancak özel olarak bazı liderler, tehcir işlemlerinin Filistin’in bir bölümünde Yahudi çoğunluğun güvence altına alınmasına da yardımcı olabileceğini düşündüler.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Yahudileri kabul etmediklerini söylüyorsunuz. Sizce de tuhaf değil mi?

Açıkçası Batı dünyasının genelinde, hatta Fransa ve Büyük Britanya’da da vaziyet böyleydi. ABD, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce bir göç ülkesiydi, ancak 1929 kriziyle birlikte kitlesel göç önlendi. Bu anti-Semitizm değil, göçün her türlüsüne karşıydılar.

Ancak ABD bu tavrını II. Dünya Savaşı’ndan sonra da sürdürdü. Kendilerini Yahudilerin koruyucusu olarak öne çıkaranlar, sığınma taleplerini reddettiler!

Hiçbir neden devletleri, göçmenleri kabul etmeye zorlayamaz. Devletlerin göçü düzene koyma hususunda geçerli hakları vardır ve ABD’nin yaptığı da tam olarak budur. Hoşunuza gitmeyebilir ama bu böyledir. Bugün Fransa, İngiltere ve hatta Avrupa’nın genelinde, Müslümanların göçüne karşı bu haklar, etkili olmaktan uzak olsa da kullanılmaya çalışılıyor.

Savaş sırasında yaşananlar göz önüne alındığında bir merhamet duygusunun uyanacağını umuyordum.

Haklısınız, insaf etmeleri gerekirdi ama devletler temelde vicdanları doğrultusunda değil, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederler.

1945’ten sonra Siyonist hareket, hayatta kalan Yahudiler ile de ilgilendi.

Siyonistler, bu kurtulanların Yahudi devletini kurma amacı adına Yahudi demografisini büyütmeleri için Filistin’e yerleşmelerini istediler. Bu nedenle küresel liderler ve Siyonistlerin çıkarları arasında bir ortaklık vardı. İngilizler ise Yahudiler‘in Filistin’e gitmesini istemiyorlardı.

Dünyanın dört bir yanındaki Yahudiler ''Eve Dönüş Yasası'' ile İsrail'e yerleşmiş ve vatandaşlık almıştı.

Kitabınızda Arapları tehcir etme fikrinin destekçilerinden biri olan Joseph Weitz’den alıntı yapmışsınız. Weitz, 1940’larda Yahudiler için tek çözümün Arap nüfusun ve olası bir uzlaşmanın olmadığı bir devlet olduğunu yazmıştı. Bu teorileri 1948’de uygulanmadı mı?

Ama hükümette hiçbir pozisyonu ve nüfuzu yoktu. Yahudi teşkilatının yerleşim departmanının başkanıydı, yürütme yetkisi de yoktu. Onun nakil fikrini savunduğu doğru ve 1948’de bazı açılardan Ben Gurion Filistinlilerin kaçtığını görmekten memnuniyet duyuyordu. Ancak bunların hiçbiri önceden çalışılmış bir tehcir planının parçası değildi.

İlan Pappe gibi bazı sözde tarihçiler, sahte bir nakil/tehcir planı üzerine deliller inşa ediyorlar. Gerçekte ise, önceden tasarlanmış bir tehcir planına dair bir kanıt yok.

Siyonist hareket, 29 Kasım 1947’yi izleyen dört ay boyunca (BM’de taksim planının onaylandığı tarih) geleneksel politikasına sadık kaldı: Yahudi devleti, içinde büyük bir Arap azınlık ile ortaya çıkmalıydı. Dahası, Haganah milislerinin (Mart 1948’de İsrail savunma kuvvetleri haline gelecek olan) iki numarası olan İsrail Galili tugaylarına, sınır dışı gerektiren aşırı acil askerî durumlar hariç Arap azınlığı korumalarını emretti. Mart 1948’in sonuna kadara politika buydu.

Ancak 1948 Nisan’ında işler değişti. Siyonistler yenilgilerinin muhtemel olduğunu fark ettiler; Arap orduları onları işgal etmeye hazırlanıyor, Filistinli gruplar özellikle sokaklarda etkin bir şekilde savaşmaya başlıyorlardı. Yani işin rengi değişiyordu.

İsrail sömürgeciliğinin bir sınırı yok mu?
Mecra

Yine de İsrailli bir parti olan Mapam (Birleşik İşçi Partisi), Başbakan Ben Gurion tarafından gerçekleştirilen sürgünlerde Filistinli Arapların organize bir şekilde sınır dışı edilmesini siyasî bir karar olarak görüyordu.

Mayıs, haziran, temmuz ayları boyunca bu suçlamayı yaptılar. Onlar Ben Gurion’un siyasî rakibiydi. Bu suçlama, savaş boyunca Ben Gurion’un tehcirin bir destekçisi olduğu (varsayılırsa) anlamlı olabilir, bu doğru. Ancak bu, daha önceden tasarlanmış bir tahliye planının varlığını kanıtlamaz. Ben Gurion, her zaman değilse de bazı durumlarda sınır dışı emri verdi.

İsrail okullarında, ‘Filistin’in gönüllü göçü’ miti öğretildi. Kitabınız bu algıyı değiştirdi mi?

Sanıyorum kitabım ve diğer bazı yayınlar, çoğu kişinin zihniyetini değiştirmeye yardımcı oldu. Dinî eğitim veren okullarda hâlen daha geleneksel Siyonist versiyonun öğretildiği doğru olsa da özellikle laik eğitim veren okullardaki öğretmenler ve öğretim görevlileri daha fazla farkındalık sahibi.

Arap-İsrail Savaşı’ndan ve Filistin halkının sürgün edilmesinden altmış yıl sonra, geriye dönüp baktığımızda bu olayların sonuçlarını nasıl değerlendirmeliyiz?

Ben buna sürgün demektense yer değiştirme falan demeyi tercih ediyorum. Filistinlilerin çoğu kaçtı, sadece küçük bir azınlık sınır dışı edildi. İsrail’in geri dönüş hakkını reddettiği doğrudur ve bu resmî bir politikadır. İsterseniz buna sınır dışı kararı diyebilirsiniz ancak birçoğu kaçmayı tercih etmiştir.

Geri kalanı içinse ne diyeceğimi gerçekten bilemiyorum. İsrail’in kuruluşu ve mülteci sorunu Ortadoğu’nun en büyük iki meselesidir. Araplar tamamen İsrail’in varlığını tanımadıkları, Filistinlilerin ve mültecilerin geri dönüş hakkını savundukları sürece, İsrail buna karşı çıkmaya devam ediyor; mültecilerin ve onların soyundan gelen, Filistin’e yahut İsrail topraklarına dönmeyi bekleyen, sayıları beş milyonu bulan kişinin de önünü kesmeye devam ediyor.


3400 yıllık dava ve değişmeyen Ortadoğu
Mecra

Birçok entelektüel, Filistin sorununun daha iyi anlaşılmasına yönelik kararlı bir adım olarak gördükleri kitabınızın yayınlanmasını memnuniyetle karşıladı. Ancak sizin Sharon’un politikalarını desteklediğiniz ve Filistinlilerin sürgün edilmesinin kaçınılmaz, hatta neredeyse arzu edilir bir şey olarak gördüğünüz gerçeği ile yüzleştiklerinde büyük çoğunluğu hayal kırıklığına uğradı. Aldatılmış hissettiklerinin farkında mısınız?

Bu politikayı desteklemekle nasıl bir tutarsızlık sergilediğimi anlayamıyorum. Farkındasınız değil mi, İsrail’in 1948’de kendisine saldıranlara karşı koyup savaşmaktan başka seçeneği yoktu. Şayet iltica edenlerin tamamı geri dönseydi, bu İsrail değil bir Arap devleti olurdu. Buna elbette müsaade edilemezdi.

*****

Konuyla ilgili okuma yapmak isteyenler için:

Benny Morris, Filistin Mülteci Sorunun Doğuşu, Cambridge Üniversitesi Yayınları, 2004.

Dominique Vidal ve Sebastien Boussois, Tarihin Yeni Zaferleri: Filistin halkının Sürgünü, éditions de l'atelier, 2007.

Ilan Pappe, Filistin’in Etnik Temizliği, Fayard Yayınevi, 2008, Paris.