Bir taşla devrilir bütün Câlûtlar
Tevrat’ın birinci Samuel kitabının 17. babından itibaren anlatılan Davud ve Câlût kıssası, süregelen binlerce yıl boyunca tarih sahnesine çıkacak yeni Câlûtlara ibret vesilesi ve yeni Davudlara ise ilham kaynağı olacaktır.
Filistin... Bu kelimeyi işittiğimiz, okuduğumuz ya da aklımızdan geçirdiğimiz anda, kelimenin coğrafi karşılığından ziyade, belli başlı birkaç şey canlanır zihnimizde: Kubbetu's-Sahra, kefiyesiyle Arafat, yüzünü hiç görmediğimiz Hanzala ve sapanındaki taşı var gücüyle savuran bir genç… Bu genç, diğerleri gibi ikonik olmaktan ziyade eylemsel bir anlam ifade eder, bir hareket başlatır zihin dünyamızda. Üstelik bu, günümüze özgü bir durum değildir. Binlerce yıllık bir zamanı yırtıp ta ki bugüne ulaşan; insanoğlunun zalimliği kadar eski, mazlumluğu kadar kadim bir tekerrürün vücuda gelmiş halidir. Bu, Davudî bir modern zamanlar destanıdır.
Gatlı savaşçı Câlût (Tevrat’ta “Golyat” ismiyle anılır), Filistî ordularının arasından birkaç adım öne çıkıp da İsrailoğulları’nın karşısına dikilerek, “Ben bir Filistî, siz de Saul’un kulları değil misiniz? Aranızdan birini seçin de karşıma çıksın.” diye bağırmış, ancak günlerce karşısında kimseyi bulamamıştı.
Günümüz ölçülerinde 2,5 metreyi aşkın boyu, tunçtan imal miğferi, baldırlarını kaplayan zırhı ve kendi boyuna nispet eden mızrağıyla Câlût, karşısına çıkması zor bir düşmandı ne de olsa. Üstelik İsrailoğulları arasından er meydanına çıkacak savaşçı, Câlût’u yenemezse Filistîlere boyun eğmek ve “kulluk etmek” durumunda kalacaklardı.
Beytüllahimli İşa’nın (Yesse) en küçük oğlu Davud, ufak tefek, pembe yanaklı, güzel yüzlü bir gençtir ve babasının koyunlarını gütmek işiyle meşguldür. Aynı zamanda İsrail Kralı Tâlût’un (Saul) hizmetinde çalışan Davud, Beytüllahim ve Ela ovasındaki ordugah arasında gidip geldiği seferlerin birisinde Câlût’un meydan okumasını ve Gatlının başına konulan ödülü işitir. Kral Tâlût, Câlût’u yere serip öldürecek savaşçıyı hem çok zengin edecek hem de onu kızıyla evlendirecektir. Davud, ağabeyi Eliab’ın mani olma gayretine rağmen Tâlût’un huzuruna çıkar ve kavminin kaderini değiştirecek irade beyanında bulunur: “Bu kulun gidip onunla dövüşecek!”
Elinde sapanından başka silah bulunmayan Genç Davud’u karşısında gören Câlût, ona küçümser gözlerle bakmış ve cesedini göklerin kuşlarına, kırdaki hayvanlara yem edeceğini söyleyen bir tehdit savurur. Gözünün gördüğünden korkmadığı gibi kulağının işittiğinden de çekinmeyen Davud ise, “Sen benim üzerime kılıçla, mızrakla kargıyla geliyorsun ama ben senin üzerine göklerin hakimi Rabb’in adıyla, meydan okuduğun İsrail ordusunun tanrısının adıyla geliyorum.” diyecek ve şöyle devam edecektir: “Bugün Yehova seni benim elime verecek. Seni yere serip kafanı gövdenden ayıracağım; bugün Filistî ordugahındakilerin cesetlerini göklerin kuşlarına ve yerin hayvanlarına yem edeceğim. Böylece yeryüzünde yaşayan herkes İsrail’in bir Tanrısı olduğunu anlayacak Ve tüm bu topluluk sunu anlayacak ki, Rab kılıçla, mızrakla kurtarmaz. Savaş Rabb’in savaşıdır ve sizi elimize O teslim edecek."
Câlût, tüm heybetiyle Davud’a doğru atıldığı vakit, Davut da bir hışımla Filistî saflarına doğru koşmaya başladı. Bir yanda boylu boslu, başı tunçtan miğferli, baldırı zırhlı, sırtı kargılı, eli mızraklı, yılların savaşçısı Câlût; diğer yanda ise ufak tefek, çelimsiz ve elindeki sapanından başka savunma ya da saldırı silahı olmayan genç Davud… Böyle düşününce son derece tanıdık gelen bu sahnenin sonu, denk geldiğimiz tarih aralığının bizi alıştırdığından çok daha farklıdır. Genç Davud, dağarcığından çıkardığı taşı sapanına yerleştirir ve havada birkaç tur döndürdükten sonra Câlût’a doğru savurur. Gatlının miğferindeki boşluktan görünen çıplak alnıyla buluşan taş, devasa savaşçıyı yere serdiğinde, onu mağlup etmek işten bile değildir artık…
Câlût’un bedeninden ayırdığı başını Tâlût’un önüne atan Davud, imanıyla galip geleceği iddiasını ispatlamış ve Benî İsrail’in yeni kralı olma yolundaki en zorlu engeli aşmıştır. Krallığı döneminde kuracağı devlet sistemiyle bugünkü Kudüs’ün temellerinin atılmasına da vesile olacak Davud, yaklaşık 40 yıl boyunca hükümdarlığını sürdürecek; kendisinden sonra yerine gelen oğlu Süleyman ise İsrail Krallığı’na altın çağını yaşatacaktır.
Tevrat’ın birinci Samuel kitabının 17. babından itibaren anlatılan Davud ve Câlût kıssası, süregelen binlerce yıl boyunca tarih sahnesine çıkacak yeni Câlûtlara ibret vesilesi ve yeni Davudlara ise ilham kaynağı olacaktır.
- Kur'ân-ı Kerîm’in doğrulaması münasebetiyle de biliyoruz ki Hz. Davud'un Câlût’u öldürmesi hadisesi sahihtir.
Tevrat’taki kadar detaylı bir anlatım söz konusu olmasa da, Bakara suresinin İsrailoğulları’na ilişkin ayetlerinin bir kısmında şöyle buyurulur: “Tâlût'un askerleri, Câlût ve askerleriyle karşı karşıya gelince şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et." (250) Derken, Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud, Câlût'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah'ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir. (251)”
Kıssanın geçtiği bölge, benzeri bir duruma daha tanıklık ediyor bugün. Rollerin tam manasıyla değiştiği bu dönemde, tarihin akışı içerisinde İsrailoğulları’nın bu kez “muktedir olmak”la imtihan edilişine tanıklık ediyoruz. Vaktiyle zulme uğramış bir milletin, eline güç geçtiğinde adaletten saparak en acımasız hikayeleri yazabileceğinin örneği olarak çıkıyorlar bu kez tarih sahnesine.
- Sahip oldukları savaşçılar, karşısına dikildiklerinden çok daha heybetli, çok daha güçlü ve çok daha korunaklı üstelik.
Ancak yaşanan hadiselerin tekerrürünün, yalnızca taraflardan biri için söz konusu olmadığına, yine tarihî örneklerde çokça rastlıyoruz. Bugün atılan bütün taşların düşmanın miğferinden, zırhından ya da kargısından dönmesi, günün birinde zaafa uğramış bir yerine isabet edip de bütün heybetini alıp yere çalmayacağı anlamına gelmiyor; ne de olsa bir taşla devrilir bütün Câlûtlar.