İsrail neden icat edildi?
Avrupa’nın genelinde "İsrail’in 1948'de II. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yapılan soykırımın yaralarını sarmak ve onlara bir barınma imkânı sunmak için kurulduğu”na dair bir düşünce hâkim. Bu ne kadar doğru? Bu temel soruyu yanıtlamak için, İsrail Devleti'nin kuruluşunun temelinde yatan Siyonizm teorisini iyi bilmek gerekir. Yahudi milliyetçileri bu operasyonu ne zamandan beri planlıyorlardı? Büyük güçler sadece seyretmekle mi yetindi yoksa bunda stratejik bir çıkar mı görüyorlardı ve neden bize tarihin bazı sayfalarından hiç söz edilmiyor?
Çeviri: Firdevs Yiğit
Siyonist hareket nedir ve nasıl örgütlenir?
- 19. yüzyılda Orta ve Doğu Avrupa'daki Yahudi toplulukları içinde doğan milliyetçi bir harekettir. Dünya genelindeki belirli özellikleri bir "ulusal tasavvur" inşa etmeyi mümkün kılan yegâne Yahudi topluluğu oluşlarıdır. Bunlar dünya Yahudileri içinde ortak bir dile (Yidiş) ve belirli bir ortak kültüre (din merkezli) sahip yegâne gruptur.
Bu durum, örneğin Arap-Müslüman dünyasındaki Yahudi toplumları için geçerli değildi.
Üstelik kendilerini, Rusya'nın Çarlık makamlarınca ("ikametgâh" alanları, eski orta çağ Lehistan topraklarına, yani günümüz Polonya, Litvanya, Beyaz Rusya ve Ukrayna'ya dağılmış olan) "Yidişland" adı verilen bir bölgenin çoğunluğuna yahut hemen hemen belirli bir kısımlarına sıkışmış halde bulmuşlardı. İsrailli tarihçi Shlomo Sand'in Yahudi halkından çok Yidiş halkından bahsetmesinin nedeni budur.
Bir "ulusal tasavvur"dan bahsediyorsunuz, Siyonist hareket bir efsaneye mi dayanıyor?
Aslında o dönemde -örneğin Fransa ve Belçika'da- ortaya çıkan tüm milliyetçilikler, pek çok tarihçinin de işaret ettiği gibi, kendi kendilerini haklı çıkaran efsaneler ürettiler. Shlomo Sand, zamanın Yahudi düşünürlerinin, Romalılar tarafından sürgüne gönderilen ve ana vatanlarına geri dönmesi gereken bir "Yahudi halkı" mitini icat etmek adına, Yahudiliğin tarihini ve dinî metinlerini yeniden okuyarak işlerine geldiği gibi yorumladıklarını ve gerçekleri çarpıttıklarını gözler önüne serdi.
Bununla birlikte, Avrupa'daki Yahudi nüfusu -hâlen daha güncelliğini koruyan- katliamlar, pogromlar, Yahudi avcılığı vs. gibi ciddi sıkıntılarla karşılaştılar değil mi? Bu, başka bir dünya arayışını açıklamıyor mu?
Elbette bu Yahudi milliyetçiliğinin oluşmasındaki etkenlerden biridir ancak başkaları da var. İlk olarak Shtetle (Yidiş dilinde Yahudi "küçük kasabası") olarak adlandırılan Orta ve Doğu Avrupa'daki geleneksel Yahudi toplumunun dağılması düşünülebilir. Hahamların ve Yahudi ileri gelenlerinin kontrolü altındaki bu geleneksel toplum dinsel, dilsel, giyimsel vb. özelliklerini koruyarak görece bir izolasyon içinde yaşıyordu.
Orta Çağ'da Yahudi ve Yahudi olmayan topluluklara Lehistan hükümdarları tarafından dayatılan yaşam tarzı buydu. Ticari ve mali bilgileri sayesinde ekonomiyi geliştirmek için Batı'dan Yahudi getirmişlerdi. Bu Batılı Yahudilere Doğu’dan, Moğollar tarafından yok edilen Hazar İmparatorluğu'ndan sağ kalanlar da eklendi.
Peki bu toplum biçiminin dağılmasının nedeni neydi?
19. yüzyılın ikinci yarısında bu bölgelere ulaşan modernleşme nedeniyle; sanayi devrimi ve köylülerin yoksullaşması tıpkı başka yerlerde olduğu gibi insanları kırsal kesimden şehirlere göç etmeye sevk etti. Birçok Yahudi sonraları iş aramak ve şehre ulaşmak için Shtetle'dan ayrıldı. Sonuç itibarıyla, bu Yahudi nüfusu hahamların ahlakî ve dinî denetiminden kurtularak liberalizm, demokrasi, ilerleme, laiklik gibi "Aydınlanma" adı verilen yeni fikirlerle ve ayrıca milliyetçilik ve sosyalizmle tanıştı.
- Siyonizmin üç bileşeni vardır:
- 1. Shtetle toplumunun dağılması
- 2. “Aydınlanma” tasavvurunun Yahudi toplumuna nüfuzu
- 3. Fakat aynı zamanda modern antisemitizmine tepki.
Neden "modern antisemitizm"?
Yahudilere yönelik alışılagelmiş geleneksel Hristiyan düşmanlığı. Bu Yahudofobi, "İsa'nın çarmıha gerilmesi" adına kendini haklı çıkarırken, Yahudiler ayrıca belirli sosyoekonomik sorunlar için günah keçisi yapılıyordu. Keza Orta Çağ'da "para ticaretini" uygulayabilecek neredeyse tek uzman merci Yahudilerdi, çünkü Hristiyanlara faizle borç vermek yasaktı. Bu nedenle bazı Yahudiler lordlara ve hükümdarlara borç para verdi ancak ‘tefecilik’ halk tarafından hiç de hoş karşılanmıyordu.
- O zamanlar feodal yöneticiler ekonomik veya siyasî güçlüklerin sancıları içindeyken, halkın öfkesini Yahudilere yöneltmek akıllıca bir işti. Yahudileri kovmak yahut yok etmek onları hem borçlarından hem de alacaklılarından kurtarırdı! Bu nedenle Orta Çağ'da ve sonrasında Orta ve Doğu Avrupa'da işi "pogrom"a (katliam) vardıracak olan bu idealin izlerine rastlarız. Yıkım anlamına gelen bu Rusça kelime, Yahudilere karşı dayak, yağma, tecavüz ve cinayetler ile kendini gösteren "halk" ayaklanması anlamını ihtiva ifade eder.
19. yüzyılın sonunda modern antisemitizm, bu "günah keçisi" işlevini pekiştirdi mi?
Kesinlikle, Çarlık yöneticileri ve Rus aşırı sağı, sık sık kışkırttıkları pogromlar sayesinde halkın öfkesini Yahudilere yöneltti. Yahudilere saldıran pogromcular, sefalet ve baskıların gerçek nedenini, yani Çarlık rejiminin kendisini unuttular.
O dönemde gerici ve muhafazakâr sağ, Yahudileri tehlikeli devrimciler olmakla suçladı. Bazı Fransız aristokratlar, Fransız Devrimi'nin sorumluluğunu çoktan Yahudilere yüklemişlerdi bile! Pogromların hamisi Rusya İçişleri Bakanı "Yahudi'de bulduğum tek şey devrimci ruhtur” diyerek bunu herhangi bir sıkıntı duymadan itiraf etti. Bu tavır, "Yahudi Bolşevizm"inden bahsedecek olan Hitler'in argümanı olmuştu.
Çok ilginç, çünkü Yahudiler sefaletten sorumlu "büyük kapitalistler" olmakla da suçlanacaklardı!
Evet, sıradan insanlar için feci sonuçları olan 19. yüzyıl sanayi devriminden itibaren "sol" eğilimli yazarlar, fiilen büyük kapitalist haline gelmiş bazılarının durumunu göstererek tüm Yahudileri genelleyeceklerdir. Tüm dikkatler üzerlerinde toplanacak, Yahudi olmayan kapitalistler, yani çoğunluk söz konusu dahi edilmeyecekti! Bu "sol antisemitizm"e Proudhon (Pierre-Joseph Proudhon 1809-1865) veya Fourier (Joseph Fourier 1768-1830) gibi bazı ütopik sosyalistlerde rastlayabiliyoruz. Yahudi karşıtı önyargı soldaki bazı insanlara intiba telkin edebilir, ancak antisemitizmin kendisi solcu olamaz.
Bu sefaletten ve pogromlardan kaçan yüzbinlerce Yahudi, Amerika Birleşik Devletleri'ne henüz ulaşmadan önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na, Almanya'ya, Fransa'ya, Belçika'ya, İngiltere'ye yani Doğu'dan Batı'ya doğru yol alacaklar.
Evet ayrıca bu da oldukça sık rastlanan Yahudi düşmanlığını pekiştirecektir. Günümüzde Fransa ya da Belçika'da çok fazla sayıda sığınmacıya yönelik yabancı düşmanı tepkilere benzetilebilir. Onların gelişi Yahudi karşıtı tepkileri uyandırır ve bu da Batı Avrupa'da uzun süredir yerleşik halde yaşayan Yahudilerde kaygı yaratmaktadır. Neden korkuyorlar? Yeni gelenlere yönelik düşmanlığın onlara da sirayet edeceğinden ve oradaki varlıklarının sorgulanmasına neden olacağından mı? Hâlbuki Batı Avrupa'da Aydınlanma düşüncesi ve Yahudilerin Kurtuluşu (ç.n. Fransız İhtilali sonrası Yahudilerin statü sahibi olması) denen şey sayesinde eşit haklar elde etmişlerdi.
- Doğu’dan Batı’ya doğru gerçekleşen bu Yahudi göçü, böylelikle modern antisemitizmin bir vasfına açıklık kazandıracaktır: İnsanlar bundan böyle sanki Avrupa'nın bir ucundan dünyanın dört bir yanına dek Yahudilerin içinde bulunduğu koşullar aynıymış, sorunlar birbirinden farksızmışçasına genel "bir Yahudi sorunu" algılayacaktır.
Bu modern antisemitizmin diğer özellikleri ise, onun "bilimsel" iddialarından ("saf ırk" düşüncesi) ve Yahudileri, ulusların dışında tutan milliyetçiliklerle olan bağlarından ibarettir.
Antisemitizmin Batı Avrupa’da yeniden canlanışı, Fransız kamuoyunu temelde ikiye bölecek olan ünlü Dreyfus Davası’nı açıklar mı?
Elbette. 1894'te, Fransız ordusunun Yahudi yüzbaşısı Alfred Dreyfus'a karşı vatana ihanet ve casusluk suçlamasıyla Almanya yararına açılan dava süreci başlar. Yahudi aleyhtarı meslektaşları tarafından suçlanan Dreyfus masumdur, ancak rütbesi düşürülür ve ardından Fransız Guyanası hapishanesine gönderilir. Tamamen rehabilite olması için on iki yıl beklemesi gerekecektir! Ancak Orta Avrupa'dan gelen Macar asıllı Viyanalı bir gazeteci olan Theodor Herzl, tüm bu süreci ifşa etmek üzere ortaya çıkar.
Herzl, dindar biri değildir. Daha ziyade Yahudilerin kendi toplumları içinde asimilasyona karşı özgürleşmeleri düşüncesine yakın bir liberaldir. Fakat 1897'de Yahudi karşıtı belediye başkanı Karl Lueger'in nam saldığı Viyana'dan gelmektedir. Yanı başındaki Yidişland’de yapılan pogromların farkındadır. Bu nedenle Herzl'in, bu defa da Aydınlanma’nın ana yurdunda Yahudilerin Kurtuluşu geçmişi ve insan hakları fikrine rağmen (!) Paris’te Dreyfus'un uyandırdığı Yahudi karşıtı nefreti görerek dehşete düşmesi anlaşılabilir.
O andan itibaren Herzl artık Yahudilerin azınlık olarak kalmayacakları veya zulüm görmeyecekleri bir "sığınak" ülke bulma fikrinden asla vazgeçmeyecektir. 1897'de Basel Kongresi'nde Dünya Siyonist Örgütü'nü kurarak bu siyasî Siyonizm projesini - Yahudiler için bir devlet arayışı- başlatır.
Öte yandan, Herzl'in projesi Yahudiler arasında yaygın bir kabul görmekten hayli uzaktır. 1930'ların başlarına kadar hemen herkes bunu ütopik bulur ve hatta bazı arkadaşları Herzl'e "gidip tedavi görmesini" tavsiye eder. Aslında, Hitler'e ve 1941-1945 soykırımının birkaç gün öncesine kadar, Orta Avrupa Yahudi dünyasının büyük çoğunluğu ya asimilasyonu ya Batı'ya (Avrupa ya da Amerika) göçü ve yahut sosyalizmi (Filistin'de veya başka bir yerde bir Yahudi devleti talep etmeyen, yalnızca Yahudilerin yaşadığı yerde ulusal bir kültürel özerklik talep eden Doğu Avrupa'nın büyük Yahudi işçi ve sosyalist hareketi Bund gibi) tercih ediyordu.
Yahudi burjuvazisi bir Yahudi devleti fikrine karşı mı çıktı?
Şahsen, farklı çıkarları veya kendi devlet projesi olan bir "Yahudi burjuvazisi" nden söz edilebileceğini sanmıyorum. İngiliz, Alman, Fransız burjuvazilerinin üyeleri olan burjuva Yahudilerden bahsetmek daha doğru olur. Birçoğu yeniden dirilen antisemitizme verilen Siyonist tepkiye güven duymuyordu. Bu iki olguyu -hem antisemitizm hem de Siyonizm- İngiliz, Alman, Fransız vb. statülerine meydan okuyan bir tehdit unsuru olarak algıladılar.
Bazıları da Siyonist projeye hassas yahut müşfik bir sempati besliyor, ayrıca bu projenin Doğu'dan Filistin'e veya başka bir yere Yahudi akınını "kanalize ederek" Batı Avrupa'daki Yahudi karşıtı ırkçılığı ve bunun kendileri adına oluşturduğu tehdidi azaltacağını düşünüyorlardı. Böylece, örneğin Lord Montefiore gibi büyük Amerikan veya Avrupalı Yahudi burjuva, Filistin'de ya da başka yerlerdeki Yahudi kolonilerini finanse etti.
O zamanlar, bir Siyonist'i "Polonya'dan Filistin'e bir Yahudi göndermesi için bir İngiliz Yahudisine para gönderen Amerikalı bir Yahudi" olarak tanımlayan Yahudi esprisi dilden dile dolaşıyordu.
Bu duyarlı destek çoğu zaman bir Yahudi devleti fikrinin dışında gerçekleşiyordu. Bunlar, Yahudi yerleşimcilerin Arap köylülerinden kiraladıkları oldukça klasik yerleşim arazileriydi, yani Yahudi kolonilerinde "Yahudi işi" talep eden "sosyalist" Siyonizmle hiçbir ilgisi yoktu. İngiltere'deki Lord Montagu gibi Yahudi burjuvazinin Siyonist projeye karşı savaştığını ve onu yerdiğini de eklemeden geçmeyelim.
Fakat yaygın olarak hor görülen ve siyasî nüfuzdan yoksun olan Avrupalı Yahudiler, yeni bir devletin kurulması gibi önemli bir tasarıyı gerçekleştirmeyi nasıl başardılar?
Ne çok kolay oldu ne de çabuk. Dediğim gibi 1930'ların başına kadar herkes Siyonist projeyi ütopik buluyordu ve Filistin'deki Araplar, Hitler'in iktidara geldiği 1933 senesine kadar bunu umursamadılar bile. Bu da Filistin'deki Yahudi cemaatinin altı yıl içinde sayısını ikiye katlaması gibi bir netice doğurdu. Esasen 1897 Basel Kongresi'ni izleyen yirmi yıl içinde Siyonist liderlerin imkânları oldukça mütevazıydı. Osmanlı Türkiye’si, Almanya ve sonra İngiltere gibi büyük güçlerin desteğini almaya çabalayıp elleri boş döndüler.
Kendilerine bir “hami" mi arıyorlardı?
Kesinlikle ve bu Siyonist liderler genellikle Yahudilerin her yerde mevcut olan bir nüfuzunun varlığı inancına (oldukça genelleştirilmiş ve oldukça antisemitik) güveniyorlardı. Muhataplarını kendilerini desteklemeye ikna etmek adına bunu kullanmaktan geri durmadılar.
O halde Siyonist hareket amacına nasıl ulaştı?
- Şu üç unsurun altını çizmem gerek; kronolojik sırayla ilk olarak, Filistin üzerindeki İngiliz Mandası (1920-1947), ardından Polonya ve Nazi antisemitizmi, son olarak da İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasını desteklemek için ABD ile SSCB arasında yapılan geçici gizli anlaşma sayesinde.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Londra Hükümeti, Milletler Cemiyeti'nden Filistin, Irak ve Ürdün'ü yönetme yetkisi almıştı. Pastaya 1882'den beri işgal altındaki Mısır'ı da ekleyin. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler ve Fransızlar, Arap Ortadoğu'sunu paylaşmak için Sykes-Picot Anlaşması'na (1916) imza atmışlardı. Bu yeni Filistin’de Londra, "Balfour Deklarasyonu" ile Siyonist liderlere bir "Yahudi ulusal yurdu" kurulmasını teşvik etme sözü vermişti.
Nasıl bir menfaat gözetiliyordu?
Şahsen, ikincil açıklamaların yanı sıra İngilizlerin Süveyş Kanalı'na endişe verici düzeyde yakın bir konuma sahip olanLübnan ve Suriye'ye Fransızların yerleştiğini görmekten korktuklarını düşünüyorum. Keza Londra'nın hayati önem taşıdığına inandığı bir iletişim hattı. Bu nedenle kendilerine bağlı bir "tampon ülkeye" ihtiyaçları vardı.
Bugün artık unutulsa da Londra ve Paris müttefikten çok rakipti. Birinci Dünya Savaşı sırasında galip gelen itilaf samimiyeti, samimiyetten başka her şeydi.
1918'den sonra bu çekişmeler yeniden baş gösterdi. Dönemin Alman yetkililerinin de Siyonist harekete yönelik açılımlarda bulunduğunu ekleyelim. Berlin Hükümeti, Yahudi topluluklarının Doğu Avrupa ve Balkanlar'daki Alman çıkarlarını destekleyeceğini umuyordu. Fransızlar zaten dünden razıydı, Haziran 1917'de diplomat Jules Cambon Fransa adına Siyonistler için kurucu metin sayılan "Balfour Deklarasyonu"nu desteklemişti.
Buna rağmen Siyonistler "İngiliz emperyalizmine" karşı muhalefetlerini ve mücadelelerini kasten vurguluyorlar.
Dönemlere ayırmak gerekiyor. Gerçekte Filistin üzerindeki İngiliz Mandası, Filistinli Arap siyasî kurumların gelişmesini engelleyen "bir demir kafes" işlevi görüyordu. İster İngiliz (Irak, Ürdün) ister Fransız (Suriye, Lübnan) olsun diğer Ortadoğu mandalarının ve Mısır'ın aksine Filistinlilerin ne cumhurbaşkanı ne başbakanı ne hükümeti ne de parlamentosu vardı.
Vesayet altında dahi ülkeyi yönetebilecek temsili bir kurum yoktu ama İngilizler Filistinlilere vermeye tenezzül etmediklerini Filistin'deki Yahudi cemaatine bahşettiler.
Yine de 1939'dan itibaren Siyonistler ve İngilizler birbirleriyle mücadeleye giriştiler!
Çünkü Londra, dünya savaşının yaklaştığını sezdi ve faşist İtalya ve Nazi Almanya'sının da rağbet ettiği Arap ülkelerini uzlaştırmak istedi. Daha sonra Londra, Filistin'e Yahudi göçünü büyük ölçüde kısıtlayan ve bunu Filistin Araplarının onayına sunan bir “Beyaz Kitap” yayınladı. Bunu yapmaktaki muradı, Siyonistlerle olan bağlarını etkin bir şekilde koparmaktı ki bu da - ama özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra - Siyonistlerin İngilizlere karşı gerçek bir "savaş" süreci başlatmasını sağladı.
Terör saldırıları gerçekleştiren Siyonist gruplar bile peyda oldu.
Kesinlikle. Ancak neredeyse yirmi yıl boyunca İngiliz Mandaları, Siyonistlerin Filistin’de bir "Devlet içinde Devlet" kurabilmelerini sağlamak adına imkânlarını sonuna kadar zorladı.
Siyonistlerin elini daha da güçlendiren ikinci bir faktör ise Polonya ve Nazi antisemitizmidir. 1920'lerin ikinci yarısında Filistin’e, Yahudilere karşı ayrımcı önlemler almış olan Polonya hükümetinin başkanının Yahudi karşıtı politikalarının neden olduğu ve “Grabski Aliyah”ı olarak adlandırılan dördüncü bir Yahudi göç dalgası yaşandı.
- Bu dalga 80.000’den fazla Yahudi’yi Filistin'e sürükledi. Akabinde, Hitler'in iktidara gelişi (1933) ile göçler ivme kazandı ve Filistin'deki Yahudi nüfusu artarak toplam nüfusun %30'undan fazlasına ulaştı.
Filistin sadece 1935 yılında 60.000'den fazla kişinin göçüne tanıklık etti ve elbette savaşın sonunda toplama kamplarının keşfi Siyonist hareketi benzersiz bir şekilde yükseltti. Fakat antisemitizm, Siyonist projeye bu demografik takviyeyi sağlamakla kalmadı. Savaşlar arası dönemin bu iki "burjuva" göç dalgasını teşvik eden Polonya ve Almanya, Siyonist (revizyonist) sağı güçlendiren bir "orta sınıf" yaratarak Filistin'deki Yahudi cemaatine sermaye de kazandırdı.
Neden revizyonist?
- Benyamin Netanyahu'nun aday olduğu Likud ve Tzipi Livni'nin (medyamızın "merkezci" olarak nitelendirmekten zevk aldığı) Kadima’sı gibi İsrailli büyük sağ partiler, 1923'te Zeev Jabotinsky liderliğindeki Siyonist hareketin bölünmesiyle ortaya çıkan Revizyonist Siyonizm olarak tanınan bir ekolden gelmektedirler.
İkinci olarak da, İngilizlerin Ürdün Emirliği'ni (geleceğin Ürdün'ü) tarihî Filistin topraklarının doğusunda kurma kararını Siyonist emelleri baltalayacağı gerekçesiyle protesto ettiler. Filistinlilerin zaten bir devleti olduğunu uzun süredir onaylayan Şaron'un vizyonunun kaynağını burada buluyoruz: Ürdün. Ancak Jabotinsky, Dünya Siyonist Örgütü'nün "meşruiyetçi" politikasını da gerçekçi bulmayarak eleştiriyordu. Yabancıların kendi topraklarında yeni bir devlet kurmasını dünyada hiçbir insanın tepki göstermeden kabul etmeyeceği gerekçesiyle "demir duvar" çözümünü önerdi. Bu sebeple ya Siyonist projeden vazgeçmek ya da onu bir "demir duvar" dikerek zorla dayatmak arasında seçim yapmak gerekiyordu. Ona göre şiddet, Arap Filistin'inde bir Yahudi devleti kurmanın tek gerçekçi aracıydı. Aslında, Ben-Gurion gibi siyasî rakiplerinin çoğu kısa sürede onun haklı olduğunu anladı. Bu yüzden bazı Filistinliler her şeyi açık açık söylemesi hasebiyle Jabotinsky'i o vakitler dürüst bir adam olarak değerlendiriyordu, oysa "ılımlı" Siyonist lider Weizmann onların gözünde ikiyüzlü biriydi.
Öyleyse Siyonistler, İngilizlerin gönüllü desteği ve Polonya-Nazi antisemitizminin tesiri olmadan etkin olamazlardı. Lakin İsrail devletini kabul ettirmeyi ancak 1948'de başaracaklardı.
Öyle. Daha önce söz ettiğim gibi Amerika Birleşik Devletleri ile SSCB arasında Yahudi devletinin kurulmasını desteklemek adına imzalanan kısa süreli "gizli anlaşma" sayesinde. Elbette her birinin müstakil bir gerekçesi vardı. Amerika Birleşik Devletleri'nde toplama kamplarının keşfi bir şok etkisi yarattı. Ayrıca Başkan Harry Truman, Yahudi seçmenin gözüne girmişti. Buna karşın, binlerce Amerikalı zengin, diplomat ve asker o kadar da buna taraftar değildi. Mart 1948'de Washington, Filistin'in bölünmesini ve dolayısıyla İsrail devletinin kurulmasını ertelemeyi bile talep etti, ancak Moskova’nın acelesi vardı, zira paylaşım için baskı yapacaktı.
SSCB'de bir miktar dogmatik bir "Marksizm"den ilham alan jeostratejik düşünceler rol oynadı: Moskova, Siyonist solun ağırlığının (müşterek düşman Hitler’e karşı mücadelede sağlam ilişkiler tesis edilmişti) müstakbel İsrail devletini Sovyet yanlısı kampa iteceğini düşündü. Soğuk Savaş'ın başlangıcında bu büyük önem arz ediyordu.
- Dahası, İsrail Devleti bir işçi sınıfını doğurmaya hazır değil miydi? Bu kesim, haklı olarak İngilizlerin kuklası olarak kabul edilen Arap ülkelerini dengeleyecekti. Esasen bu ülkeler büyük toprak sahipleri ve sözde komprador burjuvazi tarafından yönetiliyordu; çıkarları Batılıların çıkarlarına fazlasıyla bağlıydı. Bu nedenle SSCB, 1947-1949 savaşı sırasında Çekoslovakların İsraillilere silah göndermesine müsaade etti.
Ancak Filistin'i savunması için bir Arap ordusu gönderilmemiş miydi?
Denilebilir ki, tek ciddi Arap gücü olan Ürdün Arap Lejyonu dışında, Arap birlikleri çok kötü ilerliyorlardı. Üstelik bu birlikler Filistin'i kurtarmaktan çok bölgedeki Arap devletleri arasındaki rekabet nedeniyle gönderilmişti. Dahası, İsrail'in "yeni tarihçileri", efsanenin aksine, Arap silahlı güçlerinin Siyonistlerinkinden daha düşük olduğunu ve çok da motive olmadıklarını gözler önüne sermiştir.
Yahudi karşıtı ırkçılar, Yahudiler ile Yahudi olmayanların bir arada yaşamasının imkânsız olduğunu söylüyorlar. Ancak dürüst olmak gerekirse, Siyonistler de aynı kanaatteymiş gibi görünüyor.
Aslında Herzl, Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasında bir arada yaşamanın, belirli bir devletin inşası için ayrışmadan asla mümkün olamayacağına dair kesin bir inanç besliyordu. Bu inanç, bazen Avrupa Yahudilerini saldırılardan (Siyonistlerin bunu temin edip etmemesinden bağımsız olarak) koruma endişesinden bile ağır basıyordu. İsrailli tarihçi Tom Segev, Yedinci Milyonadlı kitabında bunu gözler önüne serdi. Siyonistler kendilerini bir Yahudi ulusunun kurtarıcıları olarak görüyorlardı ve çoğu zaman diasporadaki yaşamı değersiz buldukları için küçümsüyorlardı. İsrail Devleti'nin müstakbel başkanı Ben Gurion, tamamen devlet projesine odaklanmış bir halde, 1942'de (!) partisinin liderlerine şunu demişti: "Avrupa Yahudiliğinin karşı karşıya olduğu felaket beni ilgilendirmiyor."
Antisemitizmin tek çözümü olarak gördükleri devletlerinin inşasına verilen bu öncelik, Siyonistlerin bazen neden apaçık antisemitizmle temasa geçtiklerini ifşa ediyor. Bu nedenle Gazeteci Charles Enderlin (France 2) bize, revizyonist örgüt Betar'ın 1937'de "albaylar cuntası" olarak bilinen son derece antisemitik Polonya rejimiyle bir anlaşma imzaladığını hatırlatır. Bu anlaşmaya göre, Polonya kendi savaşçılarını yetiştirecek ve eğitecektir. 1933'te -Yahudi soykırımından önce- Eichmann ve Nazi yetkilileriyle bir mübadele anlaşması bile yapılmıştı; sözde Ha-Avara anlaşması varlıklı Yahudilerin, mallarını Alman imalatçıların Filistin'e ihraç ettikleri ürünlere dönüştürmeleri şartıyla Almanya'dan ayrılmalarına razı oluyordu.
Bu öncelik aynı zamanda Siyonist aşırı sağın küçük bir grubu olan Stern’in, Filistin'deki İngiliz mandacı otoritelerine karşı mücadele adına Hitler'le ittifak kurmak için neden -başarısızlıkla sonuçlanan- girişimlerde bulunduğunu da açıklıyor. Ne kadar olağan dışı ve münferit bir durum olsa da bu "gerçekçi" bir politika olarak kabul edilebilir fakat aynı zamanda, İsrailli liderler menfaatlerini beslemek için hafızaları istismar ettikleri bir Yahudi soykırımı resmine kolayca tevessül ettikçe, bu tarz bir bakış açısı kazanmaya başlıyorlar.
Hızla iz sürdüğümüz tüm bu geçmiş tarihlere bakınca, 1948'de İsrail'in kurulmasının nedeninin soykırımın olmadığı sonucunu çıkarabilir miyiz? Zira büyük Avrupalı güçler uzun süredir Filistin'in Yahudiler tarafından sömürgeleştirilmesiyle ilgileniyorlardı ama 1940-45 bu desteği yeterince güçlendirecekti.
Dediğim gibi, Batılıların genç İsrail Devleti'ni desteklemekte çok somut çıkarları olduğu aşikâr ama işleri alt üst edenin Yahudilere karşı yapılan soykırım olduğunu da kabul etmeliyiz. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, Avrupa'nın Siyonist projeye duyduğu sempati çok daha belirgindi. Söylediğimiz gibi suçluluk önemli bir faktördü. Daha belirgin nedenlerin hükmünü kaldıran soykırım oldu.
1956'da İsrail'in çok aktif desteğiyle, Londra ve Paris’in Cemal Abdülnasır'ın Mısır'ına saldırdıklarında göreceğimiz gibi.
Evet, Mısır Devlet Başkanı Nasır, Süveyş Kanalı'nın sahibi olan İngiliz-Fransız şirketini kamulaştırmıştı. Kanal gelirinin, Mısır'ın enerji ihtiyacı ve modernizasyonu için hayati önem taşıdığını düşündüğü Asvan Barajı'nın inşasını kısmen finanse edebileceğini umuyordu. Böylelikle Büyük Britanya, Fransa ve İsrail üçlüsü Mısır’a karşı saldırıya geçti. İngilizler ve Fransızlar kendilerini İsrail ile ordusu Süveyş Kanalı'na ulaşan Mısır arasında arabulucu olarak kabul ettirdiler. Aslında tüm bu komedya üç ülke tarafından gizlice tasarlanmıştı. Ancak SSCB ve ABD, bu üç suç ortağını Mısır'dan çekilmeye zorladı. Akabinde SSCB, Ortadoğu sahnesine geri dönebilecek ve Amerika Birleşik Devletleri -tıpkı 1953'te İran'da yaptığı gibi- bölgedeki Avrupalı müttefiklerinin geride bıraktıkları bölgelere yerleşebilecekti.
Fransa, İsrail'le ittifak kurarak ve nükleer yeteneklerini hizmetine sunarak, Ortadoğu ve Arap dünyasından tahliyesini ve mevzi kaybını (1946'da Lübnan ve Suriye'den çekilme, 1956'da Mısır'a yönelik başarısız saldırı girişimi) telafi etmeye çalışıyordu. Ayrıca Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nı (1954-1962) desteklediği için Nasır'a da kızgındı. Bu ittifak ABD'nin yönetimi ele geçireceği ve İsrail'in büyük müttefiki haline geleceği 1960'ların başına kadar sürecekti.
Görünen o ki, Siyonist liderler kendilerini Filistin'de kabul ettirmek için her defasında bir "vaftiz babaya", onları koruyan büyük bir güce ihtiyaç duyuyordu. Elbette bu isimler zamanla değişti, neden ABD yeni hamisi oldu?
İsrail'in askerî kapasitesi ve SSCB'ye karşı siyaseten elinin güçlü olması nedeniyle. Buna mukabil 50'lerin sonuna kadar İsrail, Arap komşularıyla uzlaşmayı reddederek SSCB'ye karşı Batı tarafında kalan bir Ortadoğu elde etmek isteyen Washington'un “öfkesini” üzerine çekti. Bu bağlamda, Nasır'ın kendisinin başlangıçta İsrail ile bir anlaşmaya sıcak baktığının -pek bilinmese de- altı çizilmelidir. Fakat 1955’te, "Gölge Savaş"ın fitili olan ve adını, Ben Gurion'a yakın olduğu halde onun günah keçisine dönüşen İsrailli bakan Pinhas Lavon'dan alan Lavon Olayı vardı. Aslında İsrailliler, Mısır'daki Anglosakson kültür merkezlerine bombalı (çok da güçlü olamayan) saldırı planları yapmışlardı. Amaçları Batılıları, Mısır'ın kendilerine düşman olduğuna ve Nasır'dan uzaklaşmaları gerektiğine inandırmaktı, ancak saldırıları gerçekleştiren İsrail ajanları asılarak idama mahkûm edildi.
Washington nihai olarak İsrail’e tam destek tutumunu neden değiştirdi?
Moskova ve Washington arasında gidip gelen sömürgecilik karşıtı ve tarafsız Arap milliyetçiliğinin yükselişi nedeniyle. Nasır bu oluşumun temsilcisiydi ve Arap düşüncesinin önemli bir kısmına ilham kaynağı oldu. 1962'de Nasır, Arap Yarımadası'nın kraliyet karşıtı güçlerini ve petrol hedeflerini desteklemek için Yemen'e asker gönderdi. Bu yüzden, Haziran 1967'de Amerikalılar Mısır'a karşı önleyici denilebilecek bir saldırıya yeşil ışık yakacaklardı.
Umumiyetle İsrail, ABD'nin yahut Ortadoğu'nun tek sağlam ayağı olduğu için mi destekleniyor?
Elbette, siyah altın diyarındaki hegemonyalarının tek sağlam destekçisi olduğu için. Hele hele de ikinci sütun olan Şah'ın İran'ı 1979 İslam devriminin ardından onları yüzüstü bıraktığı anda. Suudi Arabistan bu rolü edinemez. Zira Suudi Arabistan, güney ülkelerinde İsrail’in Amerikan hegemonyasına kattığı demografik, askerî ve siyasî kaynaklardan (mesela Afrika ve Latin Amerika'da) mahrum.
Bu nedenle daima "petrol arayın!" komutu vermesi icap edecektir. Ancak psikolojik arka planı da var.
Ortadoğu'daki Amerikan ve Batı stratejisinin temelinde, Orta Asya'nın başka yerlerinde ve belki de bugünün Afrika'sında olduğu gibi, petrolün önemi açıktır.
Bana öyle geliyor ki, Amerika'nın bölgedeki en "güvenilir" devlet olarak İsrail'e verdiği desteği temelde açıklayan şey de petrol. Filistinliler ne yazık ki petrolleri olmadığını, "zeytinyağı dışında hiçbir şeye sahip olmadıklarını" haklı olarak söylüyorlar.
Öte yandan ABD'de çok etkin olan bu "Hristiyan Siyonizm”ini de hesaba katmak gerekiyor. Pek çok Amerikalı kişisel tarihlerini, medeniyet ile vahşilik, modernite ile geri kalmışlık arasındaki çatışmanın "öncüleri" olmak gibi bir dizi efsaneyi İsrail'e yansıtarak onlarla bunu paylaşıyor. Bir yanda Avrupa'dan gelen beyaz göçmenler, diğer yanda Hintliler ve Araplar; her biri Kitab-ı Mukaddes’ten besleniyorlar.
1948'den sonra birçok Yahudi İsrail'e taşındı ancak Siyonizm’in teşviklerine rağmen, birçoğu da neredelerse orada, Avrupa ve tüm dünyada dağınık halde yaşamaya devam etti. Orası artık onların ülkesi ise neden İsrail'e gitmiyorlar?
Bu hem psikolojik bir sorun hem de kimlik meselesi. Her şeye rağmen birçok Yahudi’nin İsrail'i "kendi vatanı" olarak görmediğini belirtelim. İsrail'in varlığının ikili bir amaca hizmet ettiğine inanıyorum. İlki, zorda kalındığında istifade edilecek bir “sığınak” olarak güvence vermesi ki Yahudi soykırımından sonra bu sığınak fikrinin ehemmiyet kazanması çok normal. En azından ona tanıklık eden Yahudiler ve hemen akabindeki nesiller için. Bu soykırımın hafızasında yalnızca bir manipülasyon nesnesi olmasından ve suçluluk hissi yaratmasından fazlasını görmeliyiz.
İkincisine gelecek olursak, bir kimlik nitelemesi. "Biz kimiz?" sorusu hem soykırım travması, hem de azalan dindarlık, "soylulaştırma", çevredeki Yahudi olmayan dünyada artan asimilasyon, karma evlilikler gibi diğer faktörler nedeniyle, birçok Yahudi’yi (özellikle Batılıları) rahatsız ediyor. Burada İsrail ile bir bağ kurmak, belirli bir kimliğin temeli olarak öne çıkan bir şeydir. Bir Yahudi dünyası uzmanı olan Esther Benbassa, ne yazık ki bugün Yahudi kimlik anlayışının, soykırım hatırası ve İsrail Devleti olmak üzere, iki ayak üzerinde durduğunu söylüyor.
Siyonizm uzmanı Georges Bensoussan, "Siyonizm yeni bir kimlik haline geliyor" diyerek, ABD Yahudileri arasında Siyonizme az ya da çok bağlılığın Filistin'e göç etmek anlamına gelmediğini göstermiştir. Yahudilerin gittikçe daha az ayırt edildiği bir dünyada kişinin bireysellik iddiasını sürdürme güdüsü.
Bunu tespit ettikten sonra olaylar hızla gelişti. Çeşitli araştırmalar, en radikal muhafazakâr kesimler dışında, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Yahudi cemaatinde İsrail siyasetine karşı daha mesafeli hislerin geliştiğini gözler önüne serer. Amerikan Yahudilerinin sadece %17'si bugün kendilerini "Siyonist" ilan edecektir.
***
Konuyla ilgili okuma yapmak isteyenler için:
-Maxime Rodinson, Peuple juif ou problème juif?, La Decouverte, Paris, 1997.
-Jacques Aron, Le sionisme n'est pas le judaïsm. Essai sur le destin d' Israël, Didier Devillez Editeur, 2004.