İskenderiye'den dünyaya yayılan hikmet
İbn Haldun’un Mukaddime’sinde İskenderiye şehrinin önemli ulema ailelerini sayarken isimlerini zikrettiği Atâullahoğulları’nın soyundan gelen İbn Atâullah el-İskenderî, tahminen 1240-1270 yılları arasında ulema bir aileden geliyor. Genç yaşlarında tasavvufa karşı çıksa da Şâzeliyye tarikatının ikinci ismi olan Şeyhi Ebü'l-Abbas el-Mursî ile tanışması onun bu tutumunu değiştirdi. Hatta şeyhinden sonra İbn Atâullah, Şâzelî tarikatının başına geçti ve Şâzelî tarikatının literatür alt yapısını oluşturacak bir çok eser yazdı.
“El Ezher Camii’nde halka olmuş bir grup genç; halkanın ortasında bulunan hoca efendinin okuduğu kitaptan aktararak açıkladığı hikmetli sözleri kaçırmamak için pür dikkat kesilmişlerdi. Bu hikmetli sözlerde kader, tevekkül ve şükür gibi konularda çok ince vurgular yapılıyor, sufi hayatındaki önemli meselelerin veciz bir şekilde altı çiziliyordu."
Yakın bir zamana kadar Tunus’taki Zeytûne’de ve Fas’taki Karaviyyin’de de bu ve buna benzeri sahnelere sıkça rastlamak mümkündü.
Kimi zaman bir gümüş revak altında aksakallı bir ihtiyar, kimi zaman bir ağaç gölgesine sığınmış yorgun bir yolcu, kendisini yukarıda bahsedilen içerisinden inci gibi hikmetlerin saçıldığı kitabın kollarına bırakıyordu. Bu kitap, İslâm dünyasında seksen defadan fazla şerh edilmiş, şöhreti Amerika’nın gürültülü caddelerinden Hindistan’ın baharat kokulu sokaklarına kadar ulaşmış, kendisine her yerde taraftar bulmuş Hikemü’l-Atâiyye’ydi. Hikem’i neşrederek, Fransızcaya çeviren Paul Nwyia onu okurlarına şöyle takdim ediyordu: “Nil kıyılarında ortaya konmuş son sufi mucizesi…” Tasavvuf tarihi açısından son derece önemli olan bu eserin yazarı ise meşhur mutasavvıf İbn Atâullah el-İskenderî’ydi.
İbn Atâullah, İbn Haldun’un Mukaddime’sinde İskenderiye şehrinin önemli ulema ailelerini sayarken isimlerini zikrettiği Atâullahoğulları’na mensuptu. Dedesi tasavvuf karşıtlığı ve Mâlikî mezhebine dair geniş bilgisi ile dikkat çeken Abdulkadir bin Atâullah’tı. “İskenderiye Fakihi” olarak bilinen dedesi, ilim geleneğini ailesinin önde gelenlerinden almış, kendini takip edenlere de miras olarak bırakmıştı. İskenderî’nin babası ise yine bir İslâm âlimi olmakla beraber -dedesinin aksine- o yıllarda kendisine birçok ismin ilgi gösterdiği Hasan Şâzelî’ye mürid olmuştu.
İbn Atâullah böyle bir ulema ailesi içinde tahminen 1240-1270 yılları arasında, İskenderiye şehrinde dünyaya gözlerini açtı. Asıl ismi Ahmed bin Muhammed bin Atâullah olmakla beraber, doğum yeri İskenderiye‘ye atıfla, “İskenderî” nisbesiyle tanındı.
İskenderiye o yıllarda Memlûkler tarafından yönetiliyordu. İskenderî’nin doğduğu ve ilk çocukluğunu geçirdiği yıllarda Memlûk Devleti’nin sultanlık tahtında, Zâhir Baybars oturuyordu. Baybars, 1260’da Ayn Calut Muharebesi’nde Moğolları durdurarak İslâm dünyasında büyük bir saygıya mazhar olan kuvvetli bir sultandı. O, askerî, ekonomik ve kültürel birçok alanda önemli yenilikler yapıyordu. Aynı zamanda sufilere de önem veriyor, onlara destek oluyordu. İskenderî, ömrünün ilk devresini Baybars’ın sağladığı bu sakin ortamda yaşadı.
İbni Atâullah iyi bir tahsil hayatı geçirdi. Klasik İslâmî ilimlerde ve zamanının sosyal ilimlerinde yetkin isimlerden dersler aldı. Kelam, hadis, fıkıh gibi sahalarda, eser verecek kadar malumat elde etti. O, Mısır’ın genelinde yaygın olan Şâfiî aksine İskenderiye’de daha yoğun yaşanan Mâlikî mezhebine mensuptu.
- Endülüs, Fas ve Tunus’tan esen Mağrib rüzgâr, İskenderiye’nin sosyal dokusunu değiştirmişti. Şehrin bir kavşak noktası olması nedeniyle Endülüslü korsan, tüccar ve iç çekişmelerden kaçan âlimlerin yoğun iltifatı; İskenderiye’yi adeta bir Mağrib şehrine dönüştürmüştü. Mâlikîliğin İskenderiye’de yoğun olmasının nedeni, şehre, mezhebin nüfusunun kalabalık olduğu batıdan gösterilen bu yoğun ilgiydi. Oluşan renkli ortam, İbn Atâullah’ın kimliğini de etkiliyordu.
Ömrünün ilerleyen yıllarında Mağrib kökenli bir tarikat olan Şâzeliyye’ye mürid olması, Mâlikîliğinin yanında şehrin bu durumunun onun üzerindeki etkisinin bir başka göstergesiydi. O, Ortadoğu ve Mağrib kültürünü kendinde cem etmişti.
İbn Atâullah el-İskenderî önceleri tasavvufa karşı çıktı. O, sufilerin sözlerini tenkit ediyor, bu sözleri haddini aşan büyük laflar olarak değerlendiriyordu. Fakat Şeyhi Ebü'l-Abbas el-Mursî ile tanışması onun bu tutumunu değiştirdi. Mursî, Şâzelîye’nin kurucusu Hazan Şâzelî’den sonra, tarikatın ikinci ismiydi.
- İbn Atâullah, Mursî ile tanıştıktan sonra ilim mecralarını bırakıp, kendisini sohbet ve tasavvufi gelişime vermek istese de, şeyhi buna müsaade etmedi. Çünkü Şâzelî tarikatının prensiplerine göre; tarikata başvuran müridin, hayatın normal akışı içerisinde eğitilmesi gerekiyordu. Müride çiftçiyse tarlasında, esnafsa tezgâhında dervişliğini yapması tavsiye edilmekteydi. İskenderî şeyhinin yanında on iki sene kaldı.
Bu süreçte hem ilmî müktesebatını geliştirdi hem de tasavvufi anlamda kendini inşa etti. Yine aynı zaman diliminde, erken bir yaşta Hikemü’l-Ataiyye kitabını yazdı ve şeyhinin takdirini kazandı. Hikem’in sesi çok geniş bir coğrafyada yankı buldu.
Şeyhinin yanında kaldığı on iki yıldan sonra İbn Atâullah Kahire’ye gitti. Burada Ezher Camii’nde vaazlar verdi. İnsanlar onun sohbet ve vaaz halkalarına yoğun ilgi gösterdi. İlmî geçmişi nedeniyle sohbetleri, yalnız sıradan insanları değil şehrin ileri gelen âlimlerini de cezbetti. Aynı zamanda Mansûriyye Medresesi’nde Mâlikî fıkhı dersleri de okuttu.
Sultan Baybars’ın 1277’deki ölümünden sonra Memlûk ülkesinde bir iç çekişme dönemi başladı. Devam eden Moğol baskısı, siyasî belirsizlik, art arda gelen kıtlık ve salgınlar Mısır halkıyla beraber İskenderî’yi de etkiledi. Eserlerine bu gelişmelerin izleri yansıdı.
İbn Atâullah, şeyhinden sonra Şâzelî tarikatının başına geçti. Kendinden önceki iki ismin aksine çok sayıda eser verdi. Şâzelî tarikatının literatür alt yapısını oluşturdu. O, çok geniş bir coğrafyaya yayılan tevekkül ve şükür vurgusu yoğun eserleri ile birçok kesimi etkiledi.
Hatta Allah’a samimi bir dua olan “Münacaat” isimli eseri Şiîlerin Arefe Günü yaptıkları ve Hz. Hüseyin’e atfettikleri Arafat duasının içine girdi.
Günümüzde dahi Şiîler tarafından çeşitli vesilelerle okunan otuz sayfalık bu duanın son dört sayfalık kısmı, İbn Atâullah’a aittir. Bazı kaynaklar o dönemlerde Kahire’de bulunan İbni Teymiye ile İskenderî’nin çekişmelerinden bahsetse de bu iddialar doğrulanamamıştır. Fakat aynı zaman dilimlerinde yaşayan, fikren birbirine muarız bu iki ismin çekişmesi veya en azından fikirlerinin karşı karşıya gelmesi, olası görülebilmektedir.
Atâullah el-İskenderî 1309 yılında Kahire’de vefat etti. Cenazesi büyük bir törenle Karafe denilen mevkie, zaviyesi yanına defnedildi. Bu mevkide meşhur mutasavvıf Kuşeyrî de medfundu. Kendinden hemen sonra da yanı başına ailesi Sivaslı olan Hanefî fakihi İbn Humâm defnedildi. Kabri meşhur bir ziyaret mahalli haline geldi. İnsanlar vefat tarihi olarak düşündükleri 11-13 Cemâziye’l-âhirde bu kabrin etrafında anma etkinlikleri düzenledi. Zamanla yıkılan ve ihmal edilen kabri Mısırlı modern tasavvuf araştırmacısı Ebul Vefâ Taftazânî yazılarıyla gündeme getirdi. Kabir, bir cami ile beraber Ezher Üniversitesi eski rektörlerinden Prof. Dr. Abdulhalîm Mahmûd öncülüğünde 1970’de yeniden inşa edildi. Cami bugün hâlâ aktif, kabir de ziyarete açıktır.