Hilâfetin yeniden tesisi

YUSUF SAMİ KAMADAN
Abone Ol

Müslümanların birlik ve beraberliğinin sembolü olan Hilâfet makamı, 3 Mart 1924 tarihinde ilga edilmişti. Bir devletten bir diğerine yüzyıllardır devamlılığı sağlanan böyle bir makamın sonlandırılmasının ardından tekrar tesisi yolunda çok sayıda teşebbüs olsa da Hilâfet ortadan kaldırıldığı günden beri ihyâ olamamıştı.

10 Mayıs 1930 tarihli, Paris’teki İngiliz Büyükelçiliği’ne gönderilen Fransızca bir mektup, 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı siyaset tarihinin önemli isimlerinden Mehmed Şerîf Paşa’nın imzasını taşıyordu. Paşa, siyasî gerginlikler içerisinde geçirdiği hızlı yılların ardından, artık yetmişine merdiven dayadığı köşesinden İngiltere’ye tavsiyelerde bulunuyordu. Zira o dönem İngiltere, hâkim olduğu topraklarda bir hayli zor zamanlar geçiriyordu. 1920’li yıllarda başlayan ve 1930’larda da devam eden Mısır’ın tam bağımsızlığını elde etmek için yaptığı taleplerin neticesiz kalması, Mısır’da haliyle bir huzursuzluk meydana getirmişti. Diğer taraftan, Gandi’nin liderliğini yapığı Hindistan Ulusal Kongresi 1930 yılında ülkenin bağımsızlığı ilân etmişti. Bu karar her ne kadar İngiltere tarafından tanınmasa da konuyla alakalı görüşmeler yapılmıştı. İşte Mehmed Şerîf Paşa da yazdığı mektubunda yaşananlara bir çözüm olması noktasında İngiltere’ye tavsiyeler sunuyordu. Zira, “Leur réalisation pourrait atténuer la gravité de la situation actuelle”, Ne olup bittiğinin farkında olmak, hâlihazırda yaşananların ciddiyetini hafifletebilirdi.

Paşa mektubunda, Hindistan’da yaşananlara çözüm olarak hilâfetin burada ihyâ edilmesi gerektiğine temas ediyordu.

Hilâfetin Hindistan’a taşınması için bir yol bulunması gerektiğini söyleyen Paşa, halîfe olarak da hâlihazırda Fransa’da yaşamakta olan Abdülmecid Efendi’yi namzet olarak gösteriyordu. Şerîf Paşa’nın çözümü hilâfette görmesi, belki de bu müesseseye hâlâ devam eden bağlılığıyla alakalıydı. Bilindiği gibi Paşa, 1920 yılında Türk gazetelerine bir telgraf göndermiş ve burada hilâfet ile saltanata olan merbûtiyetini izhâr etmişti. Dolayısıyla, Hindistan’da yaşananlarla alakalı böyle bir çözümün Mehmed Şerîf Paşa’dan gelmesi çok da şaşırtıcı değildi.

Hilâfet Hareketi
Mecra

Döneminin önemli gazetelerinden İkdâm ve Vakit, Mehmed Şerîf Paşa’nın hilâfet ve saltanata olan bağlılığını bildirdiği telgrafı ilk sayfada yayımlamışlardı.

Şerîf Paşa tarafından Paris Büyükelçiliği’ne gönderilen British Library IOR/L/PS/12/230’de kayıtlı olan bu yazının orijinali, kuvvetle muhtemel Paris’teki İngiliz makamının kendi arşivinde veya Londra’da idi. Elimizdeki daktilo edilmiş olan nüsha, orijinal metnin bir suretiydi. Bu bakımdan, böyle metinlerde sıklıkla karşılaşılabilen istinsah hataları şaşırtıcı değildi. Metinde geçen ifadeye göre Paşa, 1566'dan beri Hilâfet, Osmanlı Hanedanı’nın bir unsuru haline gelmişti ve Müminlerin mevcut lideri tartışmasız bir şekilde II. Abdülmecid’dir demişti. Orijinal metinde kuvvetle muhtemel “1516” tarihi, metni kopya eden kişi tarafından yanlış bir şekilde “1566” olarak kaydedilmişti. Mehmed Şerîf Paşa’nın, I. Selim’in, Osmanlılar ile Memlûkler arasında 1516 yılında gerçekleşen Mercidâbık Muharebesi’nden sonra halîfeliği uhdesine aldığını bilmemesi düşünülemezdi. Halbuki 1566 tarihi, I. Süleyman’ın vefat ettiği tarihti.

  • Paşa mektubunda, hanedan mensuplarının Türkiye’den kovulmasının siyâsî bir karar olduğunu ve dolayısıyla bu durumun Halîfe’nin haklarına herhangi bir zevâl getirmesinin mümkün olmadığını ifade ediyordu. Göz önünde bulundurulması gereken en önemli durum, gelecek kişinin insanlar tarafından benimsenmesiydi ki Abdülmecid Efendi bunun için harika bir isimdi.

Son halifenin akıbeti
Mecra




Mehmed Şerîf Paşa’nın Paris’te gönderdiği Fransızca mektubunun British Library’de yer alan sureti.

Hindistan Müslümanları tarafından Osmanlı hanedanının bu tepedeki isminin kabul edilmemesi için hiçbir sebep yoktu. Mehmed Şerîf Paşa mektubunda Hidiv İsmail Paşa’nın oğlu Hüseyin Kâmil’in yaşadıklarını hatırlatıyordu. I. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği 1914 yılı, aynı zamanda İngiltere’nin Mısır üzerinde himayesini ilân ettiği yıl olmuştu. Ülkenin valisi mevkiindeki Hidiv II. Abbas İngilizler tarafından vazifesinden azledilmiş, ailenin en yaşlı mensubu olan Hüseyin Kâmil sultan ilân edilmişti. Osmanlı tarafından şiddetli bir tenkide uğrayan Hüseyin Kâmil, Mısır halkı tarafından da benimsenmemiş, İngilizlerin kendisi üzerindeki projesi böylelikle akâmete uğramıştı.

Mehmed Şerîf Paşa’ya göre halk desteği, benzer problemlerin tekrar yaşanmaması adına önemliydi. O aynı zamanda, Abdülmecid Efendi’nin Hindistan’a naklinin siyasî sahasından uzaklaşması sebebiyle Mustafa Kemal’i de memnun edeceğini, sürecin iyi yönetilmesi durumunda kutsal emanetlerden içerisinde özellikle sancak-ı şerîfin de yer aldığı parçaları almak mümkün olabileceğini söylemişti. Değerli parçaların gelmesi çok da mühim değildi, ama sembolik değere sahip olan parçalar büyük önem arzediyordu. Paşa’ya göre Halîfe’nin Hindistan’a transferi büyük bir tesir meydana getirecek, İslâm dünyasının takdirini elde etme noktasında bundan İngiltere de müstefîd olacaktı. Paşa, bunun geciktirilmeden uygulanması gerektiğini söylüyordu.

Dünyanın en büyük Müslüman azınlığı: Hindistan
Mecra


  • Zira Hindistan’daki Müslümanlar her ne kadar Gandi’nin “fitne”sine kendilerini kaptırmamış olsalar da bu asla gerçekleşmeyeceği anlamına gelmiyordu. Abdülmecid Efendi’nin Hindistan’daki varlığı, Gandi’nin faaliyetlerine karşı müessir bir unsur teşkil edecekti. Bu ayrıca, Britanya kolonilerinde Bolşevizm’in ilerleme kaydetmesinin de önüne geçmiş olacaktı.

Belli ki Paşa, İngiliz hayranlığından daha çok, birden fazla güç unsurunun yer aldığı o günün dünyasında en ehven yol olduğuna inandığı için Britanya’nın yanında yer alıyordu. Mektubunun sonunda 1926 yılında Mısır Yüksek Komiserliği aracılığıyla İngiliz hükümetine Halîfe’yle alakalı bir proje daha sunduğunu hatırlatan Paşa, şimdi bunun öncekinden çok daha önemli olduğunu yazarak sözlerini tamamlamıştı. Bu memorandumun aslında tam olarak nereye gönderildiği bundan hemen iki gün sonra, 12 Mayıs tarihinde net olarak anlaşılıyordu. Paşa, Paris’teki İngiliz büyükelçisine gönderdiği kısa notunda bu memorandumun İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na ulaştırılmasını rica ediyordu. Gerek memorandum gerek not Fransızca kaleme alınmışlardı ve IOR/L/PS/12/230’de kayıtlı olan Fransızca metinler bu ikisiyle sınırlı kalmış, bundan sonraki yazışmaların tamamı İngilizce olmuştu.

Mehmed Şerîf Paşa’nın, Paris’teki İngiliz büyükelçisine gönderdiği 12 Mayıs 1930 tarihli not.

16 Mayıs 1930 tarihinde Paris Büyükelçisi Ronald Hugh Campbell’ın imzasını taşıyan bir yazı, dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Henderson’a hitaben gönderilmişti. Campbell burada hilâfetin yeniden tesisi ve Hindistan’a transferi noktasında Şerîf Paşa tarafından gönderilen memorandum ile mektuptan bahsediyor, onların birer kopyasını gönderdiğini ifade ediyordu. Hemen bir sonraki paragrafta da Mehmed Şerîf Paşa’nın kim olduğuyla alakalı özet bilgi veriliyordu. Kürt asıllı meşhur bir Türk olduğu, İsveç’e büyükelçi olarak gönderildiği şeklindeki bilinen bilgilerden başka I. Dünya Savaşı’ndan önce Jön Türkler tarafından Paris’teki dairesinde saldırganlardan birinin öldüğü bir saldırıya maruz kaldığı bilgisi yer alıyordu. Büyük Britanya’ya oldukça mütemâyil olduğu belirtilen bu yazıda, çok zengin Mısırlı bir kadınla evlendiği ve bu kadının ölmesi neticesinde kendisine büyük bir servetin kalmış olduğunun haberi de veriliyordu. Çeşitli sebeplerle Paşa’nın Dışişleri Bakanlığı’nı ziyaret ettiğinin düşünüldüğü ifade edilirken, onun İngiliz diplomatlar olan Eric Phipps ve George Dixon Grahame’la olan yakın tanışıklıkları da ayrıca vurgulanıyordu.

İngiliz diplomatlar (soldan sağa): Arthur Henderson, George Dixon Grahame ve Eric Phipps.

24 Mayıs 1930 tarihli “mahrem” başlığını taşıyan, konu kısmında “Hilâfet meselesi” ifadesini taşıyan bir belge, İngiliz Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı’ndan Hindistan Müsteşarlığı’na gönderilen evrâkı işaret ediyordu. Buradan da anlaşıldığı üzere evrâk Hindistan’a gönderilmişti. Fakat buna nasıl bir cevap verildiği muğlaktı.

  • Öyle anlaşılıyor ki Hilâfet meselesi 1930 yılında askıya alınmıştı. Fakat IOR/L/PS/12/230’de kayıtlı başka evrâktan anladığımız kadarıyla 1937 yılında tekrar gündeme getirilmişti. Hem de bu sefer İngiltere tarafından. Zira Kral Fâruk, Halîfelik iddiasıyla ortaya çıkmıştı.

Çocuk kralın baş döndüren hayatı
Mecra


12 Mart 1937 tarihli, bir sureti Ankara’ya da gönderilen yazı, İngiltere’nin Kahire Büyükelçisi Miles Lampson tarafından, dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden’a gönderilmişti. Lampson yazısında İngiltere’nin Doğu Sekreterliği’nden bir isim olan Hamilton’la görüşme gerçekleştirdiğini yazmış, Hamilton’un ona Türk bakanın kendisine elçiliğin Kral Fâruk’un kendisini halîfe edip etmeyeceğiyle alakalı bilgi sahibi olup olmadığını sorduğu nakletmişti. Buradaki Türk bakan, kuvvetle muhtemel dönemin Dışişleri Bakanı olan Tevfik Rüştü Aras’tı ve bunu, hükümetinin talebiyle Hamilton’a sormuştu. Aras, Mısır Dışişleri Bakanı Vâsıf Gâlî’ye de bu meseleyi sormuş, fakat onun bu konuyla alakalı hiçbir bilgisinin olmadığı, bunu ilk defa kendisinden duyduğu cevabını almıştı. Fakat bu meseleyle alakalı inceleme yapacağının da sözünü vermişti. Bundan başka Hamilton Yakup Şevki Paşa olduğu anlaşılan kişiye bu meseleyle alakalı sahip oldukları tek bilginin Cenevre’de yaşayan Şekîb Arslan’ın yazdığı ve Kevkebü’ş-Şark’ta 28 Ocak’ta yayınlanan makalesi olduğunu iletmişti.

Buna göre Mısır, askerî sahada kaydettiği gelişmeyle İslâm dünyasında güçlü bir mevkie geldiğinde Kral Fâruk’un şahsında Hilâfeti tekrar ihyâ edebilirdi.

Belgede, Şekîb Arslan tarafından ortaya atılan bu iddianın arkasında İtalyanların olabileceği ifade ediliyordu. Kimi gizli kaynaklardan elde edilen raporlar, bu iddiayı bir yere kadar da tasdik ediyordu. İddia edildiği kadarıyla Ezher’deki İtalya namına çalışan ajanlar, bu fikri destekliyorlardı. Bununla birlikte, İtalyanların Kral Fâruk’un fazlasıyla İngiliz kontrolünde olduğunu düşündükleri de ihtimal dahilindeydi. Bunu, maksatlarını gerçekleştirmek için bir engel olarak görmüş ve İbn Suûd ile Yemen hâkimini namzetler olarak ihtimal dahilinde görmüşlerdi.

British Library IOR/L/PS/12/230’da kayıtlı dosya içerisinden bir vesika.

Yazıdaki diğer paragraf, Kral Fâruk’un Hilâfetini ilân etmesiyle alakalı mahallî bir soruşturma yapıldığını ve durumun zannedildiği kadar ciddi olmadığına işaret ediyordu. Hatta kendisiyle görüşülen bir saray memuru, kendisine teklif edilse dahi Kral Fâruk’un bu mevkiyi kabul etmeyeceğini söylüyordu. Büyükelçi, bu durumda meseleye önem atfedilmemesinin çok da gerekli olmadığı söylemiş, yine de meseleyi takip ettiğini ve herhangi bir gelişme olursa bunu Dışişleri Bakanlığı’na rapor edeceğini yazmıştı. Büyükelçi Lampson yazısının sonunda Türk Dışişleri Bakanı’nın İngiltere’nin bu meseleyle alakalı nasıl bir tutum takınacağıyla alakalı ciddi bir endişe içinde olduğuna temas ediyordu. Ayrıca Aras’ın Hamilton’a naklettiğinden anlaşıldığı kadarıyla Türk hükümeti de diken üstündeydi.

Bu noktada sanki İngiltere’nin bu meselenin üstünü kapattığı anlaşılıyordu ama 22 Mart 1937 tarihli evrâk, durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyordu. Mentone’deki İngiliz Konsolos Yardımcısı Arthur S. Dean’ın, Nice’teki İngiliz Konsolosu Dodds’a gönderdiği rapor, meseleyle alakalı yeni edinilmiş, hükümetin alakasını çekebilecek bir bilgiye sahip olduğu haberini veriyordu.

  • Burada, Abdülmecid Efendi’nin ciddi bir hastalığa sahip olduğu, ikinci kalp krizi geçirdiği ifade ediliyordu. Kendisinden sonra yerine geçecek muhtemel halefleri ise sırayla şu şekildeydi: Sultan Hamid’in Suriye’de bulunan en büyük oğlu Şehzâde Selim, V. Mehmed’in Mısır’da bulunan en büyük oğlu Şehzâde Ziyâeddin, V. Murad’ın yine Suriye’de bulunan torunu Şehzâde Nihad.

Nice’teki İngiliz Konsolosluğu’na gönderilen, Abdülmecid Efendi sonrası yerine geçecek muhtemel isimlerin bildirildiği rapor.

Raporda ayrıca Abdülmecid Efendi’nin kendi halefini seçebileceği de aktarılıyor, muhtemel isimler şu şekilde zikrediliyordu: Mısır’dan gelen hanımını karşılamak üzere Cenevre’ye gitmiş olan Abdülmecid Efendi’nin kendi oğlu Fâruk, büyük oğlu II. Mecid'in kızıyla evlenen Nizam. Mentone’den Nice’e gönderilen bu bilgiler, Nice’ten de Paris’teki İngiliz Büyükelçiliği’ne gönderilmiş, oradan da alakadar olunabileceği düşüncesiyle 29 Mart 1937 tarihinde Londra’ya, Dışişleri Bakanlığı Doğu Departmanı’na teslim edilmişti.

2 Nisan 1937 tarihli, yine İngiltere’nin Kahire Büyükelçiliği’nden Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen yazıda, Mısır’ın eski dışişleri bakanlarından Azîz İzzet Paşa’yla görüşüldüğü, konuşma esnasında onun, Mussolini'nin İslâm’la alakalı iddialarına karşı koymak için Mısır’da halîfeliğin kurulmasına sıcak baktığını ifade ettiği aktarılıyordu. Kendisine buna karşılık ise Halîfeliğin Müslümanların karar vermesi gereken bir mesele olduğu, İngiliz hükümetinin buna hiçbir zaman müdahalede bulunmadığı söylenmişti. Azîz İzzet Paşa, hiç şüphesiz, Türkiye’nin sahip olduğu endişenin ve Halîfenin içinden çıktığı devlete diğer Müslüman devletlerin en azından prensiben de olsa ittiba etmelerindeki zorluğun farkındaydı. Yine de Türkiye’nin bu noktadaki muhalefeti projeye karşı bir unsur olsa da diğer Müslüman ülkelerin Mısırlı Halîfeyi tanımaları ihtimal dahilindeydi.

İngiltere’nin Kahire Büyükelçisi Miles Lampson tarafından hem 12 Mart hem de 2 Nisan’da gönderilen yazılarda tavsiye edilen düşünce, gerek Türk Dışişleri Bakanı gerekse de Azîz İzzet Paşa’ya Hilâfetle alakalı İngiliz hükümetinin herhangi bir tavır almadığının iletilmesi yönündeydi. 29 Nisan 1937 tarihli Dışişleri Bakanlığı’ndan Lampson’a gönderilen yazıda onun bu düşüncesine iştirak edilmişti.

  • 5 Nisan 1937 tarihli İngiliz İstihbarat Bürosu’na ait bir yazıda ifade edildiği kadarıyla, Halîfeliğin tekrar ihyâsı absürd bir düşünceydi. Zira Müslümanların tamamı üzerinde otorite sahibi olması gereken Halîfe tek bir kişi olmalıydı.

Hâlihazırda birden fazla kişi söz konusuydu ki Abdülmecid Efendi bile o dönemde hayattaydı. Burada, Buhârî ve Müslim’de geçen İki Halîfe çıkarsa birini öldürünüz hadisi kullanılıyordu. Sünnî anlayışa göre Halîfenin erkek, yetişkin, dindar, özgür, âlim, güçlü bir lider ve Kureyş yani Efendimizin kabilesinden olması gerekiyordu. Yazıda ifade edildiği üzere Halîfe, ayrıca, verâset ile değil seçimle gelmeliydi. Yazı konuyla alakalı kimi hadisleri sıralayarak devam ediyor ve netice kısmında şöyle bir hükme varıyordu:

Müslüman ülkelerin mevcut liderlerinin hiçbiri Hilâfet iddiasında bulunamaz, çünkü bu kişi diğer ülkelerin Müslümanlarını koruyabilecek, onlara emirlerini dayatabilecek ya da kendisine itaatsizlik ettiklerinde onları cezalandırabilecek güce sahip değildir.

Yazı bu şekilde tamamlanmıştı ama yazının bittiği yerin solundaki tarafa kırmızı kalemle dikkat çekici bir soru yazılmıştı. Bu yazının kimin elinden çıktığı muğlaktı ama iki sayfalık bu belgedeki tezi adeta çürütüyordu: Has any Khalifa in fact ever been in a position to do such things? (Geçmişte herhangi bir Halîfe gerçekten de bunları yapacak bir mevkide olmuş muydu?)

British Library IOR/L/PS/12/230’da kayıtlı İngiliz İstihbarat Bürosu’na ait yazının kim tarafından yazıldığı belli olmayan kenarına düşürülmüş can alıcı sorusu: Geçmişte herhangi bir Halîfe gerçekten de bunları yapacak bir mevkide olmuş muydu?

Yine İngiltere’nin Kahire Büyükelçisi Miles Lampson tarafından İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden’a gönderilen 17 Şubat 1938 tarihli uzunca yazılmış bir rapor, Hilâfet meselesiyle alakalı gelişmelerin izini sürme noktasında önemli bilgiler veriyordu. Basında yer bulan görüşmede Hilâfet meselesinin konuşulduğu ifade ediliyor, kuvvetle muhtemel Kral Fâruk’un Halîfe olacağı düşünülüyordu. Bu akıl yürütme çok da haksız sayılmazdı. Zira Hindistan Hilâfet Hareketi’nin kimi isimlere Hilâfeti tekrar ihyâ için teşebbüslerde bulunduğu biliniyordu. Muhammed Abduh’un talebesi olan Ezher Şeyhi el-Merâğî, o dönem Kral Fâruk’un Halîfe olması için zemin hazırlıyordu. Kral Fâruk’un hocası ve aynı zamanda kendisine yakın isimlerden biri olan el-Merâğî’nin III. Ağa Han ile görüşmesi açıkça bu manaya geliyordu.

Hint Müslümanlarının Millî Mücadele'ye maddi yardımları
Mecra


Kurulacak Hilâfet müessesesinin İngiliz himayesinde olacağı iddiaları dolaşıyor, bundan tedirginlik duyan Türkiye ise İngiliz yetkililer tarafından kendilerinin bu işte bir dahli olmadıkları yönünde teskîn ediliyorlardı.

Büyükelçi Lampson’ın yazısında belirttiği üzere Ağa Han Kahire’den ayrılmadan kendisine uğramış, el-Merâğî ile yaptığı görüşmenin özetini nakletmişti. el-Merâğî, Ağa Han’a geçmişte Halîfelik ünvanı taşıyan mahallî idarecilerden misaller vermiş, bunun Mısır için bugün de mümkün olabileceğini eklemişti. Ve eğer bu bir lider tarafından yapılırsa; Haydarabad Nizamı, Yemen İmamı, İbn Suûd ve daha niceleri tarafından da yapılabilirdi. Lampson, Ağa Han’ın ikna olduğu anlaşılan bu fikirlere dair çekincelerini serdediyordu: “İçgüdülerim, ne kadar sınırlı olursa olsun, herhangi bir iddianın, yalnızca Arap dünyasında değil, özellikle de sınırlarının anlaşılmayabileceği Türkiye'de sorun yaratabileceği yönünde”ydi. Ağa Han’a göre, Halîfelerin hâkimiyet sahaları ülke sınırlarıyla mukayyed olacağından Türkiye’nin endişelenmesi gereken bir meselenin olmaması gerekiyordu. Ağa Han, Lampson’e aktardığı üzere el-Merâğî ile olan görüşmesinde Hilâfet dışında Müslümanların modernleşmesi gibi başka meselelerden de bahsetmişti. Şiî olan Ağa Han’ın, kendi ifadesiyle, mezhebi zaten yeterince moderndi. Problem diğer Müslümanlardaydı. Bunun çözümü için de Mısır harika bir merkezdi. el-Merâğî, özellikle Ezher’in modernleştirilmesi yolunda önemli adımlar atmıştı ve atacağı daha nice adımın da ümidini veriyordu

El-Merâğî’nin Kral Fâruk’la olan samimiyetini gösteren bir fotoğraf.

Lampson, uzman danışmanlarıyla Ağa Han’ın bu tarz Hilâfet anlayışı hakkında istişareler yaptığını ve netice itibarıyla şuna vardığını söylüyordu:

  • “Mahallî halîfelikler hakkındaki argüman aldatıcıdır. Abbâsî İmparatorluğu'nun Moğollar tarafından yıkılmasından yaklaşık 300 yıl sonra, çok sayıda bağımsız Müslüman hanedan, Kahire'ye sığınan kukla Abbâsî Halîfelerini göz ardı ederek Halîfelik ünvanlarını kullandılar, fakat Osmanlı İmparatorluğu'nun yavaş yavaş yayılması, kuvvetlenmesi ve onun hâkim olan tesiri, İslâm dünyasının mesela Fas ve Yemen gibi daha uzak veya daha heretik noktaları dışında bu uygulamaya son verdi.”

The Times’ın 28 Nisan 1926 tarihli nüshasında yer alan bir haber, Ezher Şeyhinin liderliğinde düzenlenecek Kâhire Hilâfet Konferansı’nın 13 Mayıs tarihinde yapılacağını söylüyordu. 1924 yılında Türkiye’de hilâfetin kaldırılması İslâm dünyasında bir şok etkisi meydana getirmiş, bu açığın doldurulması için teşebbüsler olmuştu ki herhangi bir netice elde edilemeyen Kâhire Hilâfet Konferansı da bunlardan biriydi.

Lampson, burada, Kral Fâruk’un Halîfe olmasıyla alakalı da menfî düşüncesini dile getirmişti. 4 Nisan 1938 tarihli Dışişleri Bakanlığı’ndan Lampson’a gönderilen cevapta, sadece Mısır’la sınırlı olsa bile Türkiye’nin Hilâfetle alakalı herhangi bir adıma şiddetle karşı çıkacağı belirtilmişti. Ayrıca İbn Suud her ne kadar Müslüman ülkelerin manevî bir birlikteliğinden bahsetmiş olsa da o da Hilâfete karşı çıkacaktı. Bu sebepler dolayısıyla, İngiliz hükümetinin bu konuda Hilâfet aleyhine bir tutumu söz konusu olmuştu. Dışişleri Bakanlığı’nın Büyükelçiliğe gönderdiği bu yazıda Hilâfet meselesine yüz verilmemesi gerektiği, eğer bir şekilde bu gerçekleşirse de İngiliz Hükümeti’nin bu konudaki hoşnutsuzluğunun belli edilmesi isteniyordu.

Hindistan Müslümanlarının temel meseleleri ve taşıdıkları potansiyel
Mecra

Lampson her ne kadar meseleyle alakalı menfî bir tablo çizmiş olsa da anlaşılan o ki bu meselenin üstü yine kapanmamıştı. Zira 8 Mart 1938 tarihli; Delhi’deki İstihbarat Bürosu’ndan Kahire’deki Doğu Sekreterliği’ne gönderilen bir raporda, İslâm dünyasının Halîfesi ile alakalı olarak propaganda yürütmek üzere Hindistan da dahil olmak üzere farklı Müslüman ülkelere Mısır'dan bir dizi ulema heyetinin gönderildiğinin bilgisi veriliyordu. Bu, acaba Kral Fâruk’un İngilizlerden bağımsız olarak yürüttüğü bir propaganda mıydı?

İngiltere’nin Cidde’deki büyükelçisi Reader William Bullard’dan, Anthony Eden’dan boşalan koltuğa oturan yeni Dışişleri Bakanı The Viscount Halifax’a gönderilen bir yazı, 9 Mart 1938 tarihini taşıyordu.

  • Yemen’in lideri İmam Yahyâ’nın İtalya ile 1937’de yapılan anlaşmada kullandığı “Emirü’l-Müminîn” ifadesi, İbn Suud tarafından; Yemen ile Suud arasındaki savaşa nihayet veren 1934 yılındaki Taif Anlaşması’nın bir ihlali olarak değerlendirilmişti.

Bullard, bundan rahatsızlık duyan İbn Suud’un aynı rahatsızlığı Kral Fâruk’un durumundan da duyduğunu dile getiriyor, kendisi böyle bir teşebbüste bulunmadığı gibi hiçbir Müslüman ülke liderinin kendisini Halîfe olarak öne atmasına sıcak bakmayacağını da söylüyordu. Bullard, ayrıca, Ağa Han’ın teklifinin İbn Suud’un dinî ilkeleriyle uyuşmayacağının da haberini veriyordu.

Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın 1938 yılının Nisan ayında Mısır’a gerçekleştirdiği ziyaret, Türk medyasında böyle yer bulmuştu.

11 Mart 1938 tarihli, İngiltere'nin Türkiye Büyükelçisi meşhur Percy Loraine’den İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen yazı, Türkiye’deki rejimin Hilâfet gündemi sebebiyle ne kadar da rahatsız olduğunu gösteriyordu. Percy Loraine, Türkiye’nin Mısır’da veya başka herhangi bir yerde Hilâfetin tekrar canlandırılmasına karşı olduklarını söylüyordu. Loraine’ın Aras’a, Hilâfetle alakalı şahsî görüşü onun pratik olarak yaşamadığı şeklinde olmuştu. Yine ona göre, Ağa Han’ın Hilâfet projesi, problemden başka bir şeye sebep olmayacaktı. Bunun uluslararası ya da lokal olmasının bir ehemmiyeti yoktu, o “problemden başka bir şey getirmeyecek ve bunun yükünü her zamanki gibi sonunda Britanya İmparatorluğu üstlenecek”ti. Dolayısıyla Loraine İngiliz hükümetinden Hilâfet meselesinden uzak durulması, mümkünse bunun engellenmesi gerektiğini söylüyor, bunu söylerken de Türkiye’deki rejimin düşüncesini değil kendi düşüncelerini aktardığını ilave ediyordu.

Hindistan'da İslâmî uyanışın iki ekolü: Deoband ve Aligarh
Mecra


17 Mayıs 1938 tarihli Dışişleri Bakanlığı’ndan Percy Loraine’e gönderilen yazıda Türk Hükümetine Hilâfet meselesiyle alakalı şimdilik herhangi bir şey söylememesi salık veriliyordu. Tabi bu yazı, 2 Mayıs ve 10 Mayıs 1938 tarihinde başka yazışmalara bir cevap olarak verilmişti. Muhtemelen bunlar British Library: India Office Records and Private Papers dosyasına girmediği için burada kullandığımız IOR/L/PS/12/230 kaydında görülemiyordu. İngiliz Dışişleri Bakanlığı’ndan Kahire Büyükelçiliği’ne gönderilen 19 Mayıs 1938 tarihli bir yazıda da Mısır hükümetine Hilâfet meselesiyle alakalı herhangi bir şey söylenmemesi, gelişmelerin takip edilmesi ve bunların hızlıca Bakanlığa rapor edilmesi isteniyordu.

İngiltere’nin Cidde’deki büyükelçisi Reader William Bullard’ın 1 Haziran 1938 tarihli raporundan bir kesit, Hilâfet meselesi sebebiyle Suud ile Mısır arasındaki gerginliğe işaret ediyordu. Burada, Suudi Hükümeti ile Mısır Evkâf Dairesi’nin ortak çabalarıyla Mekke-Arafat ve Mekke-Cidde-Medine yollarının inşasına ilişkin projenin hâlâ askıda olduğundan bahsediliyor, kimi adımlar atılmış olmasına rağmen hâlâ netice alınamamış olmasına değiniliyordu. Mısır'daki kabine değişikliklerinin ve seçim gecikmelerinin bu kararı geciktirdiği söyleniyorsa da Mısırlıların işin yönetimine sahip olmak istediği şeklinde doğru olabilecek tedâvülde olan bir iddianın bu projenin ilerleyememesine sebep olduğundan bahsediliyordu. İddia edildiği kadarıyla Suudi Hükümeti buna karşı çıkmış, bunu Mısır'ın Suud’daki tesirini muhtemelen halifeliği göz önünde bulundurarak genişletmeye yönelik başka bir teşebbüs olarak değerlendirmişti.

İbn Suud’un Hilâfet meselesiyle alakalı tavrını bu cümle yeterince iyi özetliyordu: “İslâm’ın Başka Bir Halîfeye İhtiyacı Yok!”

Muhammed Ali Tevfîk’in 1938 yılında Mısır’ın köklü gazetelerinden el-Ehrâm’a verdiği demeçte, gündemde olan Hilâfet meselesine de değinilmişti. Kendisine Hilâfetin yeniden tesisi hakkındaki söylentilerle alakalı fikri sorulmuş, onun cevabı ise Hilâfet sadece onu istemekle olmaz şeklinde olmuştu. Ona göre Hilâfeti deruhte edebilecek herhangi bir İslâm ülkesi yoktu. Bununla birlikte Mısır diğerlerinden farklıydı. Ezher gibi önemli bir kuruma sahipti. Daha önceki dönemde Müslüman ülkelerden insanlar Türkiye’ye giderken, artık dünya Müslümanlarının merkezi olan Mısır’a gidiyorlardı.

Siyasetin koridorlarında bir dinî kurum: Ezher
Mecra


Kral Fâruk’un yeni tahta oturduğu 1937 yılının Ağustos ayından bir fotoğraf.

Yakın tarihimizin cevaplanmayı bekleyen bir meselesi varsa o da hiç şüphesiz Hilâfetin kaldırılması etrafındaki sorulardı. Konuyla alakalı yetersiz bilgimiz, bu meselenin aydınlığa çıkartılmasına da engel oluyordu. 1922 yılında saltanatı kaldıran Mustafa Kemal, Hilâfeti kaldırmayı neden ağırdan almış, bu meseleyi neden sonraki yıllara bırakmıştı? Siyasî ve dinî bir güç olarak Halîfe olmayı düşünmüş olabilir miydi? Kazım Karabekir’in İstiklâl Harbimiz’de bahsettiği Mustafa Kemal’in Halîfe olmak istediği iddiası, Mustafa Kemal’in bu dönemde yaptıklarıyla teyid edilmiş olmuyor muydu? Hilâfet lehine bir tavır takınan Mustafa Kemal ne olmuştu da 1924’te bıçak keser gibi Hilâfet aleyhine dönmüştü? İddia edildiği üzere Lozan Konferansı’nın inkıtaya uğraması gerçekten de Hilâfet meselesiyle alakalı olabilir miydi? Diyelim ki Hilâfeti ortadan kaldıran şart İngiltere’den gelmişti, peki sonraki yıllarda onu tekrar ihyâ etme tartışmalarının İngiltere tam olarak neresindeydi? Arşiv belgelerinden bunu tam olarak anlamak mümkün değildi.


1926’da düzenlenen Kâhire Hilâfet Konferansı bir yerde de Kral Fâruk’un babası olan Kral Fuâd’ın Halîfe olma hevesiyle alakalıydı. Öyle anlaşılıyor ki, Kral Fuâd’ın bu talebi Türkiye tarafından umursanmamıştı bile. Peki Kral Fâruk’un, babasının yapamadığını gerçekleştirme yönünde attığı adımlar neden Türkiye’de endişeye sebep olmuştu. Bunun sebebi her ne kadar görünmese de işin içinde İngiltere’nin yer alması olabilir miydi? İngiltere 1924’te Hilâfetin ortadan kaldırılmasını istemişti de peki neden aynı ülke 1930’larda Hilâfetin tesisini desteklemiş olsundu ki? Burada bir tenakuz vardı ama 1930’larda olan değişikliklerin 1920 şartlarından farklı düşünmeyi gerektirdiği akla geliyordu.

II. Dünya Savaşı’na giden vetîre kendisini gösteriyor, İngiltere’ye bağlı Müslüman bir ismin liderliğinde Müslümanların dolaylı da olsa İngiltere menfaatlerine hizmet etmesi düşünülmüş olabilirdi. Ayrıca kendisini iyice belirgin eden bir Mussolini unsuru vardı. Müslümanlara yönelik yaptığı kimi faaliyetlerden dolayı kendisine “İslâm’ın Hâmii” ünvanı verilen Mussolini, meşhur bir fotoğrafta “İslam kılıcı”yla at üzerinde bir de poz vermişti.

"İslâm'ın koruyucusu": Benito Mussolini
Mecra

İtalyan Faşist lider Benito Mussolini, Libya'da kendisine takdim edilen ''İslâm'ın kılıcı'' ile poz verirken, 1937.

Tekrar tesisi yolunda çok sayıda teşebbüs olsa da Hilâfet ortadan kaldırıldığı günden beri ihyâ olamamıştı.

Kim bilir bunda belki de dünya güçlerinin elde edeceği menfaatin muvakkat olacağı, sonrasında bu müessesenin aleyhlerine döneceği endişesi yer alıyordu. Bill Clinton’ın başkanlık döneminde düşünülen Hilâfet’in ihyâsı muhtemelen bu sebeple inkıtaya uğramıştı. Tarih, eldeki mevcut olan bilgilerle yazılabiliyordu belki ama aynı mevcut bilgiler yazılabilenden çok daha fazlasını düşünme imkânı sağlıyordu. Siyasî bir kuvvet olarak Hilâfetin, tehdidini îkâa kâdir bir liderin şahsında yeniden tesisi öyle anlaşılıyor ki 1924’ten bu yana yapılan kimi sunî teşebbüslerle değil, vakti geldiğinde yumurtayı içeriden kıran kuş misali tabii yolunda meydana gelecekti.

Kadir Mısıroğlu’nun da dediği gibi kimbilir belki de yiğit gerçekten de düştüğü yerden ayağa kalkacaktı.