Esenliğe hasret şehir: Bağdat

HABER MERKEZİ
Abone Ol

İmam Ebu Hanifelerin, Cüneyd-i Bağdadilerin, İbn Cerîr et-Taberilerin yetiştiği ve talebe yetiştirdiği Bağdat, geçirdiği bütün yıkıma ve yaşadığı onca mihnete rağmen, hâlâ İslâm medeniyetinin beşiği ve incisi olmayı sürdürüyor. “Esenlik şehri” olarak kurulan, ancak uzun tarihi boyunca esenlik ve huzuru sadece belli dönemlerde tadabilen Bağdat, yine de İslâm medeniyetinin parlak ve yüksek burçlarından biri olmaya devam ediyor. Ve görüp duyabilene, bağrında sakladığı olağanüstü hikâyeleri hâlâ anlatıyor...

Asya’nın uzak köşelerinden Afrika ve Avrupa’ya uzanan ticaret yollarının tam ortasında kurulu Bağdat, tarihçi Yakubi’nin tabiriyle “dünyanın kavşak noktası”ydı. Dicle nehrinin bereketli suları şehri abat ederken her milletten insan Bağdat’ın sokaklarını şenlendirirdi. Yakubi 800’lü yıllarda yaşadığına göre, Bağdat’ın en muhteşem dönemlerine bizzat şahitlik etmişti. Ne var ki bu ihtişam çok uzun süre devam etmeyecekti.

İran İmparatorluklarının nihai hedefi: Irak
Mecra

Bağdat'ın şehir planını gösteren bir tasvir.

  • İkinci Abbâsî halifesi Ebu Cafer Mansur tarafından 30 Temmuz 762’de temelleri atılan Bağdat, daha önce var olmuş bir şehir değildi. Ortadoğu’da, eski bir şehrin kalıntılarının üzerine yenisini inşa etmek adetten olduğu hâlde Mansur, tamamen yeni ve müstakil bir başkent kurmak istemişti. Dicle’nin kenarında, yerini bizzat kendisinin belirlediği, planının çizilmesine de katkıda bulunduğu bu şehre, “Esenlik şehri” anlamında “Medînetu’s-Selâm” ismini veren de oydu.

Pers, hars ve miras: İran
Mecra

Tam merkezinde halifenin sarayının ve merkez camiinin yer aldığı, iki kat surlarla çevrili, daire biçimli şehir, o zamana kadar uygulanmış planların hepsinden farklı bir tasarıma sahipti. Kalın surlarındaki Kufe, Basra, Şam ve Horasan yönlerine bakan dört kapısı, bu şehirlerin isimlerini almıştı. Sur içindeki evler ve bahçelerin sulanması için ince kanallar açılmış, hem sulama hem de havalandırma projeleri uygulanırken dönemin mimari ve matematik bilgisinden azami derecede faydalanılmıştı.

İnşaat çalışmalarında 100 bin dolayında işçinin çalıştığı Medînetu’s-Selâm, 766’da tamamlandığında, Halife Ebu Cafer Mansur sadece kendisi ve halkı için ihtişamlı bir başkent meydana getirmekle kalmamış, aynı zamanda dünya sanat ve mimarlık tarihi için de gerçek bir abide ortaya çıkarmıştı.

Baas Partisi: Bir ihtilaflar tarihi
Mecra

  • Dünyanın dört bir yanından gelen tüccarlar, şairler, sanatkârlar, ilim adamları ve siyasetçiler, bu yeni şehrin büyüsüne öyle tutulacaklardı ki bir süre sonra şehir için yeni bir isim gündeme gelecekti: Bağdat. Eski Farsça olan bu kelimenin seçilmesi de manası düşünüldüğünde hiç tesadüf değildi: “Allah’ın hediyesi”. Gerçekten de Bağdat, görenleri öylesine tesiri altına alıyordu ki insanlar karşılarındaki manzarada “ilahî bir müdahale”nin olduğundan emin görünüyorlardı.

Bağdat kapılarının inşa edilişini tasvir eden bir çizim.

Yakubi’nin şahit olduğu dönemde, Bağdat, her yönden altın çağını yaşıyordu. Sokaklar kaldırımlarla döşenmiş, şehrin her yeri hamamlarla ve çeşmelerle donatılmış, evlerin göz alıcı mimarisindeki güzellik dönemin bilinen sınırlarını zorlar hale gelmişti. Ticaretin getirdiği muazzam ekonomik servet, Bağdat’ta âdeta somut olarak elle tutulur durumdaydı. Halkının kılık kıyafetinden devlet adamlarının debdebesine, her şey “imparatorluk başkenti” tanımına tıpatıp uyuyordu. Bu dönemde derlenen “1001 Gece Masalları”, Bağdat’ın yaşadığı muhteşem devri tam olarak tasvir ediyordu.

Halife Mansur döneminde Bağdat'ın kapıları: Sol üstte Şam Kapısı, sol altta Kufe Kapısı; sağ üstte Horasan Kapısı, sağ altta Basra Kapısı.

Halife Ebu Cafer Mansur, sadece mimari olarak değil fikrî olarak da başkentin temellerini sağlamlaştırmıştı. Onun döneminde küçük adımlarla başlayan tercüme faaliyetleri, sonraki halifelerin çabalarıyla kurumsal şekle büründü. “Beytülhikme” (Hikmet evi)adıyla kurulan bu tercüme merkezinde Latince, Rumca, Süryanice, Sanskritçe ve Çince dillerinden çok sayıda eser Arapçaya çevrilerek Abbâsî İmparatorluğu’nun düşünsel ufku genişletildi. Bağdat’ta kurulan münazara meclislerinde ilim adamları fikirlerini tartışırken, dünyanın dört bir yanından akademisyenler ve düşünce adamları Bağdat’a akın etti. O dönemde, Avrupa’dan gelenler bile vardı. Bağdat, sözü edilen zaman diliminde, 930’da Endülüs’teki Kurtuba’ya bu unvanını kaptırıncaya kadar “dünyanın en büyük şehri”ydi.

Bağdat sokaklarında kesif bir kan kokusu...
Mecra

Abbâsî kütüphanesindeki âlimler. El Hariri Makamatı, Yahya ibn Mahmud el-Vasıti İllüstrasyonu, 1237.

  • 1000’li yılların başından itibaren Bağdat, bu ihtişamını yavaş yavaş yitirmeye başladı. Haçlı Seferleriyle Ortadoğu coğrafyasının merkezi Batılı Hristiyanların işgaline uğrarken, Bağdat da iç çekişmelere ve kabileler arasındaki rekabetin yıkıcı sonuçlarına sürüklendi. Ancak asıl öldürücü darbe, 10 Şubat 1258’de Hülagü komutasındaki Moğol orduları Bağdat’a girdiğinde yaşandı.

Son Abbâsî Halifesi Mustasim Billâh’ın da aralarında bulunduğu binlerce kişiyi katleden Moğollar, şehrin sulama sistemlerini ve çeşmelerini de kullanılamaz hale getirdiler. Binalar yerle bir edilirken katliamdan canını kurtarabilen az sayıda insan da Bağdat’ı terk ederek başka yerlere göç etti.

Barış şehrinden hüzün şehrine: Bağdat
Mecra

1258'de Bağdat'ın yağmalanması. Reşidüddin Fazlullah'ın Câmiʿu’t-tevârîh’inde yer alan bir minyatür.

Bağdat efsanesi böylece -bir daha geri dönmemek üzere- tarihe karışıyordu. Osmanlılar tarafından 1533’te fethedildiğinde, manevi zenginliği ve metfun bulunan bazı İslâm büyüklerinin mezarları dışında, Bağdat’tan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı.

Uzun Osmanlı asırlarını huzur ve sükûnet içinde geçiren Bağdat, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının parçalanmasıyla oluşturulan devletlerden birinin, Irak’ın başkenti oldu.

1960'lı yıllarda Bağdat.

  • Tarih boyunca, “Irak” adıyla müstakil bir devlet hiçbir zaman var olmamıştı. 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçiren İngilizler, petrol kuyularını garanti altına almak için, Irak topraklarını müstakil bir devlet haline getirmeye karar verdiler. Böylece Musul, Bağdat ve Basra, etraflarındaki diğer küçük şehirlerle birlikte tek bir ülkenin sınırları içinde bir araya getirildi. Tarih boyunca birer eyalet olan Musul, Bağdat ve Basra, böylece aynı ülkenin şehirlerine dönüştü. Buralardaki farklı etnik ve dinî gruplar arasındaki ihtilaflar ise çözümlenmedi.

1911 yılında Gertrude Bell tarafından çekildiği bilinen bir Bağdat fotoğrafı.

Konumu itibarıyla tarih boyunca sürekli istilaların ve yabancı güçlerin saldırılarının hedefinde bulunan Bağdat, ilim taliplerinin gözünden hiç düşmedi. Şehre bombaların yağdığı zamanlarda bile mescitlerinde ve medreselerinde kitap okunmaya devam etti, ilmî üretim hiçbir zaman durmadı. Geçtiğimiz yüzyıldan bu yana devam eden sürekli karmaşa, kaos ve saldırılar sırasında, bir yandan da çok önemli ilim adamları yetişti, çok kıymetli eserler kaleme alındı. Fıkıh üstadı Prof. Dr. Abdülkerim Zeydan, son dönemin büyük tarihçilerinden Tâhâ Bâkir, tefsirde Ahmed Hasen et-Tâhâ ilk akla gelen isimler... Ekonomik zorluklara, siyasî baskılara, yabancı işgaline ve başka türlü sıkıntılara rağmen, umut hâlâ diri ve taze.

Bağdat'ın en önemli ilim merkezlerinden Müstansıriyye Medresesi, Hülâgû (656/1258) ve Timur’un (795/1392, 803/1401) Bağdat’ı işgali dönemlerinde olduğu gibi zaman zaman öğretime ara vermek zorunda kalmıştır. Bu dönemlerde âlimlerin bir bölümü Suriye, Hicaz ve Mısır’a gitmiş ve öğretim kadrosu zayıflamıştır.

Victoria İngiltere'sinden kendi Irak'ına: Gertrude Bell
Mecra

  • İmam Ebu Hanifelerin, Cüneyd-i Bağdadilerin, İbn Cerîr et-Taberilerin yetiştiği ve talebe yetiştirdiği Bağdat, geçirdiği bütün yıkıma ve yaşadığı onca mihnete rağmen, hâlâ İslâm medeniyetinin beşiği ve incisi olmayı sürdürüyor. “Esenlik şehri” olarak kurulan, ancak uzun tarihi boyunca esenlik ve huzuru sadece belli dönemlerde tadabilen Bağdat, yine de İslâm medeniyetinin parlak ve yüksek burçlarından biri olmaya devam ediyor. Ve görüp duyabilene, bağrında sakladığı olağanüstü hikâyeleri hâlâ anlatıyor...