Bağdat sokaklarında kesif bir kan kokusu...
Yıllar yılı “barış şehri” olarak anılan Bağdat, bugün hâlâ büyük çekişmelere sahne oluyor; dünyanın istikbaline dair söyleyecek sözü olan hemen her aktörün sesi, eski günlerin hatırına ayakta durmaya çalışan bu yorgun şehrin sokak ve caddelerinde yankılanıyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından süper güçlüğünü ilân edenlerin eliyle kurulan Irak Krallığı’nın merkezi rolünü üstlenen şehir, savaşın geride bıraktığı yorgunluğu ve gerginliğiyse bir türlü üstünden atamamıştı. Bağdat, üzerine zorla geçirilen bu yeni ve gösterişli elbisenin içinde nefes almakta güçlük çekiyor, bulduğu ilk fırsatta ruhuna dar gelen bu tuhaf şeyi çekip çıkarmanın hesaplarıyla takvimleri değiştirip duruyordu.
Yıllar yılları kovalayıp da 1958 yazına gelindiğinde şehirdeki gerginlik doruğa çıkıyor; Bağdat sokaklarındaki herkesin burnuna nereden geldiği belirsiz bir kan kokusu çalınıyordu. 19 yıldır krallık tahtının resmî sahibi durumundaki genç adam ve fiili kral pozisyonundaki kuzeninin, ahalinin sesine kulak vermeksizin “manda” olmanın gereklerini yerine getirmeye devam etmesi Iraklıları adeta zıvanadan çıkmaya sürüklüyordu. Sınırlar içinde ayyuka çıkan sefalet Irak halkını kışkırtmaya yetiyor; bölgedeki diğer bazı ülkelerde meydana gelen müspet gelişmelerin ülkeyi yönetenlerce kale alınmaması ve hatta bunlara köstek olunmaya çalışılması da bardağı taşıran son damlalar oluyordu.
14 Temmuz 1958 sabahı güneşin ışımasıyla birlikte Bağdat’ı etkisi altına alan yaz sıcağı, şehrin çarşılarından geçerken sıyırdığı her surette, üstüne düştüğü her kaldırım taşında etkisini biraz daha arttırıyor; gerçek manada bir alev topuna dönerek yakıcı etkisini göstereceği mekana doğru ilerliyordu. Güne yeni başlayan Bağdatlılar, henüz afyonları patlamamış olsa da yaşanan hareketliliği fark etmekte zorluk çekmemiş; olağanın epeyce dışında bir pazartesi gününün kendilerini beklediğini anlamışlardı.
- Neler olup bittiğini daha iyi kavramak için radyolarının başına geçen ahali, işte şimdi Bağdat Radyosu’ndan tüm ülkeye yayılan “Ordunun, Irak halkını emperyalistlerin maşası haline gelmiş ve yozlaşmış bir hükümetin tahakkümünden kurtardığı” anonsunu işitiyordu.
Ardı sıra patlayan ve o ilk şaşkınlığı büyük bir hayrete çeviren silah sesleri yankılandığındaysa, gürültüyü takip eden gözlerin sahipleri artık iyice kesifleşen kan kokusunun geldiği yer konusunda hemfikir oluyordu: Irak Hâşimî Hanedanı’nın merkezi hüviyetindeki Rihab Sarayı.
***
10. yüzyıldan itibaren Mekke’nin yönetimini elinde bulunduran Hâşimîler, Osmanlı Devleti’nin bölge üzerinde hakimiyet sağlamasının ardından Zevi Zeyd, Zevi Berekat ve Zevi Avn olmak üzere üç kola ayrılmış ve emirlik yolunda kendi içlerinde kıyasıya bir mücadeleye girişmişlerdi. Birkaç yüzyıl devam eden bu rekabet, Sultan İkinci Mahmud (1808-1839) döneminden itibaren, bir istisna hariç, Zevi Avn ailesinden birinin emirliğe atanmasının teamül halini almasıyla biraz olsun durulmuştu.
1908 yılında Sultan İkinci Abdülhamid tarafından Mekke Emiri olarak ilân edilen Şerif Abdullah Paşa, sefer hazırlığı yaptığı sırada hayatını kaybedince, yerine 1893’ten bu yana İstanbul’da bulunan Şerif Hüseyin bin Ali görevlendirilmişti. O günler için oldukça olağan görülen bu olaylar zincirinin, tarihin akışını değiştireceğini elbette kimse tahayyül etmiyordu.
- Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim bin Abdümenâf’a nispetle “Hâşimîler” olarak anılan aile, Şerif Hüseyin’in Mekke Emiri olmasının ardından, önlerine konulan vaatlerin cezbesi ve Ortadoğu’nun içine düştüğü türbülansın da etkisiyle, çok daha büyük rollere soyunacaktı.
Mekke’deki vazifesine başladığı günden itibaren önündeki boşluk ve imkânların farkına varan Şerif Hüseyin, o dönem neredeyse bütün siyasî ve askerî varlığıyla birlikte bölgede bulunan ve kendisini uzun süre uzaktan takip eden İngilizlerle temas kurmakta aceleci davranmadı. Geçen birkaç yılda yereldeki hakimiyetini güçlendiren Emir, 1914 yılında, o günlerde “Hicaz vekili” sıfatıyla İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’da bulunan oğlu Abdullah vasıtasıyla İngilizlerle ilk teması gerçekleştirdiğinde, olası bir isyanda kendisini desteklemelerini talep etti.
Nihayet aradıkları asiyi bulduklarını düşünen İngilizler de başta halifeliğin Osmanlı Devleti’nden alınarak Hâşimîlere verilmesi olmak üzere pek çok vaatle, Şerif’i bu isyana teşvik ettiler. Yaklaşık bir buçuk yıl devam eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri Sir Henry McMahon arasındaki müzakereler tamamlandığında, taraflar mutabakata varmıştı.
10 Haziran 1916’da Şerif’in oğlu Abdullah'ın komutasındaki Arap taburu, Taif’teki Osmanlı garnizonuna bir saldırı düzenleyecek ve Arap İsyanı’nın fitilini resmen ateşleyecekti.
İlk saldırıların ardından 26 Haziran’da isyana dair bir açıklama yapan Şerif Hüseyin, olayların artarak devam edeceğini ve Arapların Osmanlı’dan tamamıyla ayrılmak istediğini ilân etmiş; yine İngilizler tarafından silah ve parayla desteklenen kimi kabileler de baskın ve saldırılarda aktif rol almıştı. Dünya savaşının yıkıcılığı altında kalan Osmanlı Devleti’ninse bütün bunlarla uğraşacak gücü kalmamış, isyanın başlamasından yalnızca üç ay sonra Mekke ve Taif bütünüyle Şerif Hüseyin ve beraberindeki isyancıların kontrolüne geçmişti.
Planları beklediğinden hızlı ilerleyen Şerif, kısa süre sonra emirlikle yetinmeyerek Irak, Suriye ve Filistin’i de içine alan bir Arap ülkesi tasarlayıp kendisini buranın kralı ilân etse de, İtilaf Devletleri onu yalnızca Hicaz Kralı olarak tanımıştı. Şerif Hüseyin, zaman ilerledikçe müttefiklerinden beklediği desteği alamamış ve daha sonra Suudi Arabistan’ın kurucusu olacak rakibi Abdulaziz el Suud tarafından köşeye sıkıştırılmıştı.
1924 yılının Ekim ayında Mekke’yi rakibine kaptıran Şerif, yerine büyük oğlu Ali’yi bırakarak Akabe’ye çekilecek ve kısa bir süre sonra Abdulaziz’in tüm Hicaz’da kontrolü sağlaması üzerine de Kıbrıs’a iltica edecekti.
- Hicaz Hâşimî Krallığı yalnızca sekiz yıl boyunca ayakta kalabilmiş, ancak bu süre zarfında İngilizlerin aileye olan ilgileri daha genç isimler üzerinden artarak devam etmişti.
***
1916’nın Mayıs ayında İngiltere ve Fransa arasında gizlice imzalanan ve Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki topraklarının nasıl pay edileceğini öngören Sykes-Picot Anlaşması, aynı yılın sonunda David Lloyd George’un İngiltere Başbakanı olarak koltuğa oturmasıyla bir anlamda geri plana atılmıştı. Dönemin ünlü emperyalistleri Lord George Curzon ve Lord Alfred Milner’ın da yer aldığı yeni savaş kabinesi, bölgede en ufak bir Fransız varlığı görmek istemiyor; neft yataklarıyla iştahları kabartan Musul’dan, Filistin’in Akdeniz’e açılan kapısı Hayfa’ya kadar tam hâkimiyet hedefliyordu.
Böylesi büyük planlarla işe koyulan yeni Birleşik Krallık hükümeti, Thomas Edward Lawrence’ı, Arap İsyanı’nın ateşini harlaması için Kahire’deki İngiliz komiserliğinden Hicaz’a göndermişti. Lawrence, kendisinden çok daha önce bölge üzerine çalışmaya başlayan ve özellikle kabile liderleriyle sağlam ilişkiler kuran Gertrude Bell’in rehberliğinde çöllere vardığında, kendisine en yakın bulacağı isimse hiç şüphesiz ki Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Faysal olacaktı.
Hâşimîler’in genç üyesi Faysal bin Hüseyin, babasının başlattığı isyanla birlikte güney cephesinde görev almış; buradaki Arap isyancılardan müteşekkil birliklerle ilk iş Akabe’yi ele geçirmişti. Lut Gölü’ne kadar ilerleyen Faysal, yaklaşık bir yıl boyunca Osmanlı’ya karşı bir dizi askerî faaliyette daha bulunmuş ve sonrasında, 11 Aralık 1917’de Kudüs’ü işgal eden İngiliz ordusunun başında bulunan Edmund Allenby’nin emri ve babasının onayıyla İtilaf Devletleri’ne bağlı Kuzey Arap Ordusu’nu kumanda etmek üzere Şam’a doğru yönelmişti.
Faysal liderliğindeki Arap kuvvetleri ve kendi subaylarının öncülüğündeki İngiliz askerleri, Ekim 1918’de Osmanlı’dan boşalan şehre girmiş ve bölgede hâkimiyeti sağlamayı başardığında, Şerif Hüseyin de epeyce memnun olmuştu; zira tahayyülündeki Arap ülkesinin en önemli parçalarından biri Suriye’ydi. Ancak hayali hiçbir zaman gerçek olmayacaktı.
Birinci Dünya Savaşı’nın resmen sona ermesini sağlayacak Paris Barış Konferansı başladığında takvimler 18 Ocak 1919’u gösteriyordu. Henüz resmî bir sıfatı olmasa da Şam’ın kontrolünü elinde bulunduran Faysal, konferansa bütün Arapların temsilcisi olarak tanınmak isteğiyle katılmış, ancak gerek Fransızlar ve gerekse de İngilizlerin itirazları sebebiyle yalnızca Hicaz temsilcisi olarak dinlenmişti.
Lloyd George’un Ortadoğu’yu domine etme planlarını bir bir uygulamaya koyması sonrası başbakanlığa getirilen Georges Clemenceau’nun öncülüğündeki Fransız heyeti, barış konferansıyla İngilizleri dizginlemeyi hedefliyor ve Faysal’ı kendi yanına çekmeye çabalıyordu.
- Fransızlar, savaşın diğer galipleri konumundaki Rusya ve ABD’yi de İngiltere ve Faysal’a karşı kışkırtmak maksadıyla, bütün olup biteni “Arap dizginli İngiliz emperyalizmi” olarak tanımlıyorlardı ve bu yöntem, konferansın genelinde etkili olmuş gibi görünüyordu.
Ancak Fransızların bihaber olduğu mühim bir konu vardı: Faysal, Siyonist Organizasyon’un liderliğini yapan İngiliz Yahudi’si Chaim Weizmann ile konferanstan yalnızca iki hafta önce Akabe’de bir araya gelmiş ve Kasım 1917’de dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour tarafından kaleme alınan “Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına kraliyet desteği” konulu deklarasyonu kabul etmesi karşılığında aylık 150 bin sterlin maddi yardıma bağlanmıştı. Haliyle kapalı kapılar ardında yapılan ikili görüşmeler, teklifler ve ortaya konan tüm vaatlere rağmen Fransızlar tarafından ikna edilemeyen Faysal, Şam’a dönerek krallığını kurmanın peşinden gidecekti.
1920’nin Mart ayına gelindiğinde Filistin ve Lübnan’ı da içine alan “Büyük Suriye Krallığı” ilân edilmiş ve Faysal da bu yeni krallığın ilk kralı olarak tahta çıkmayı başarmıştı.
Sykes-Picot Anlaşması’nın ihlal edilmesini kabullenemeyen Fransızlarsa Şam ve Suriye’deki planlarından henüz vazgeçmemiş, yerli kabileleri bu yeni krala karşı kışkırtmanın gayretine girişmişlerdi.
Kısa süre içinde bölgeye çok sayıda askerî varlık nakletmeyi başaran Fransızlar, Suriye Yüksek Komiseri General Henri Gouraud’un emriyle, 1920’nin Bastille Günü’nde Faysal’a karşı harekete geçmiş ve yalnızca 10 gün sonra, 24 Temmuz 1920’de Şam’ın hemen dışındaki Maysalun’da Arap birlikleriyle karşı karşıya gelmişti. Buradaki mücadeleyi zorlanmadan kazanan Gouraud liderliğindeki Fransız askerleri 25 Temmuz’da şehre girmeyi başarmış ve böylece Faysal’ın hükümdarlığına son verilmişti. Büyük Suriye Kralı Faysal, yalnızca 4 ay tahtta kalabilmişti.
İngilizler, yaşanan son gelişmelerin ardından bölge üzerine düşüncelerini gözden geçirmiş; Lawrence ve Gertrude Bell’in yürüttüğü çalışmalar neticesinde, yaklaşık iki yıldır pasif konumda bir köşede bekleyen Faysal’ın ağabeyi Abdullah’ı yeniden planlarına dahil etmişlerdi. Fransızların kontrolündeki Suriye ile Filistin-Mısır coğrafyası arasına tampon mahiyetinde bir ülke kurma girişimlerine başlayan İngilizler, Şeria Nehri'nin doğusunda Mavera-i Ürdün adıyla bir emirliğin ilân edilmesini sağlamış ve başına da Abdullah bin Hüseyin’i getirmişlerdi.
Günümüzde “Ürdün” olarak varlığını devam ettiren ülke, Hâşimî ailesinin Arap İsyanı’yla başlayan süreçte aldığı ilk somut karşılık olarak tarihe geçecek; Emir Abdullah, 25 Mayıs 1946’daki bağımsızlık ilânın ardından “ilk kral” unvanıyla ülkenin başındaki konumunu devam ettirecekti. Ta ki cuma namazı için gittiği Mescid-i Aksâ’da Filistinli bir genç tarafından vurulacağı 20 Temmuz 1951’e değin…
Bunca maceranın ardından açıkta kalan Faysal, Mısır sınırında bir yerlerde bagajının üstüne oturmuş tren bekleyen bir vatansız durumuna düşmüştü şimdi. Gözden düştüğünü düşünen ve ümitsizlik içinde oradan oraya savrulan Faysal’ın imdadına eski bir dostu yetişecek; Lawrence, İngilizlerin Bağdat, Basra ve Musul’u içine alan bir Irak devleti kurma planlarına onu da dahil edecekti. 1921’in Mart ayında, “Çölün kızı” Gertrude Bell’in girişimleriyle Kahire’de toplanan Ortadoğu Konferansı’nda, Irak’a dair planlar somutlaştırılmış; Bell, yeni kurulacak ülkenin sınırlarını konferans sırasında bizzat çizmişti.
Yapılan hummalı görüşmeler neticesinde yeniden Sykes-Picot’nun şartlarına dönme konusunda büyük aşama kat eden İngiliz tarafı, aynı yılın Ağustos ayında kendi himayesindeki Irak Krallığı’nı kurmayı başarmış ve Faysal’ı da ülkenin ilk kralı olarak tahta çıkarmıştı. Hâşimîler hem Abdullah’la Mavera-i Ürdün’de hem de Faysal’la Irak’ta tahta çıkmış, Fransızlar Osmanlı’dan kalan Ortadoğu topraklarının kuzeyinde kontrolü sağlamış ve İngilizler de Musul petrolleriyle birlikte Filistin coğrafyasını da ele geçirmişti. Günün sonunda herkes istediğini almış gibi görünse de Hâşimî ailesinin hikâyesi daha yeni başlıyordu…
***
23 Ağustos 1921’de resmen ilân edilen ve Hâşimî ailesinin genç üyesi Faysal bin Hüseyin liderliğinde yaklaşık on bir yıl boyunca İngiliz mandası olarak varlığını devam ettiren Irak Krallığı, 1932 yılının 3 Ekim’inde İngiliz himayesinden ayrılmış ve bağımsız bir devlet olarak Birleşmiş Milletler’e kabul edilmişti.
Faysal, Birleşik Krallık’a olan bağlılığının karşılığını almış; “Ülkesini bağımsızlığa kavuşturan lider” olarak bir taht da Iraklıların gönlüne kurmak ve dünya tarihinde unutulmaz bir yer edinmek şansına erişmişti. Fakat Ortadoğu’da ayakta kalmak zor bir meziyetti:
- Yükselen Sosyalizm, Arap milliyetçiliğinin giderek daha çok çıkan sesi ve Filistin’de her geçen gün artan Yahudi nüfusu yepyeni olayların kapısını aralıyordu.
40’lı yaşlarının sonuna yaklaşan Faysal, yaşadığı onca macera ve atlattığı onca badireden sonra epeyce yorgun düşmüş; 1933 yazını hastalıklarla mücadele ederek geçirmişti. Eylül ayının başında istirahat etmek ve topyekun bir kontrolden geçmek üzere kendisine iyi geleceği düşüncesiyle İsviçre’nin yolunu tutan Kral, elbette ki ülkesini bir daha göremeyeceğinin farkında değildi.
Bern şehrinde geçen birkaç günün sonunda, 8 Eylül 1933'de geçirdiği kalp krizi sebebiyle hayatını kaybeden Faysal’ın İsviçreli doktorları, yaptıkları kontrollerde hastanın acil bir rahatsızlığının gözlemlenmediğini ve ölümün şüpheli olduğunu bildirecek, ancak cenaze detaylı bir otopsi yapılmaksızın Irak’a getirilerek defnedilecekti. Taht, babasının en büyük oğlu Gazi’nindi artık.
Gazi bin Faysal, 1912’de henüz Osmanlı Devleti’ne bağlı Mekke’de dünyaya gelmiş; çocukluğu, sahada koşturmaca halindeki babasından uzakta geçmişti. Irak bir krallık olarak ilân edildiğinde 9 yaşında olan yeni kral, tahta oturduğunda da yalnızca 21 yaşındaydı.
- Babasının beklenmedik ölümü üzerine koskoca bir ülkenin sorumluluğunu üstlenen genç adam, henüz 12 yaşında veliaht ilân edilmiş ve bunun gereği olarak da iyi bir eğitim almıştı.
Irak’ı İngiltere’nin dümen suyundan çıkarmayı hedefleyen Gazi, sıkı bir Arap milliyetçisi görüntüsü veriyor; ülke yönetiminde etkin olmasını istediğikendisi gibi düşünen kadroların önünü açıyordu. 1936 yılında Bekir Sıdkı önderliğinde gerçekleşen darbeyle sivil olanın yerini askerî hükümetin almasını desteklemiş, modern Arap dünyasında gerçekleşen ilk askerî darbenin kendi döneminde yaşanmasına göz yummuştu.
Kral Gazi, izlediği politikalarla pek çok kesimin hedefi haline gelecek ve yalnızca 6 yıl kadar tahtta kalmasının ardından Bağdat’ta geçirdiği şüpheli bir kazanın ardından hayatını kaybedecekti. Gazi’nin tek oğlu Faysal, tahta çıktığı 4 Nisan 1939’da henüz 4 yaşındaydı ve sirenler, Gazi ile birlikte Irak Krallığı için de çalıyordu…
Küçük yaşta tahta çıkan İkinci Faysal’ın ülkeyi yönetmekten aciz durumda olması sorunu, “kral naipliği” makamıyla aşılmış; ülke fiilen Prens Abdulilâh’ın kontrolüne bırakılmıştı. Küçük Faysal rüşt yaşına gelene kadar geçen 14 yıl, ülkede hiçbir şeyi iyileştirmediği gibi, pek çok alandaki sıkıntıları daha da derinleştirmişti. Abdulilâh’ın niyabeti sona erip de Faysal gerçek manada kral olduğunda takvimler 2 Mayıs 1953’ü gösteriyor; Ortadoğu şimdi bambaşka gündemlerle çalkalanıyordu.
Faysal’ın ilk gençlik yılları boyunca Filistin topraklarında İsrail Devleti kurulmuş, Arap-İsrail Savaşı’nda Araplar mağlup olmuş, büyük amcası ve Ürdün Kralı Abdullah öldürülmüş ve Mısır’da Cemal Abdunnasır liderliğindeki Hür Subaylar Hareketi Kral Faruk’u devirerek monarşiyi ortadan kaldırmıştı… Bütün bunların ortaya koyduğu yeni atmosfer, İkinci Faysal ve etrafındakilerin ayak uydurabileceğinden çok daha karmaşık ve ağırdı.
Krallığın kurulduğu günlerden bu yana sayısız defa başbakanlık görevine gelip giden kurt siyasetçi Nuri Said ve Prens Abdulilâh kontrolündeki İkinci Faysal, bölgede yaşanan tüm gelişim ve değişimlere meydan okuyan politikalar izliyor; Irak halkının beklenti ve isteklerine adeta kulaklarını tıkıyordu. Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirme çabasının ve İngiliz-Fransız ortaklığına adeta meydan okumasının başlattığı rüzgar, Bağdat sokaklarında tersten esiyor; ülkeyi yönetenlerin kayıtsız şartsız İngilizleri desteklemesiyle, ülkedeki gerilim her geçen gün artıyordu.
- Abdunnasır’ın Süveyş’te ABD ve Sovyetler Birliği'nin desteğiyle İngiltere-Fransa ikilisine karşı kazandığı zafer, Irak’taki milliyetçi-sosyalist cenahın da elini güçlendiriyor; kraliyet karşıtlarını artık gözle görünür hale getiriyordu.
Yıllar yılları kovalayıp da 1958 yazına gelindiğinde şehirdeki gerginlik doruğa çıkıyor, Bağdat sokaklarındaki herkesin burnuna nereden geldiği belirsiz bir kan kokusu çalınıyordu; zira Kendilerine Abdunnasır’ı, ülkelerine de Mısır’ı rol model alan ve ordu içindeki yapılanmanın kuluçka dönemini tamamladığına inanan Iraklı subaylar, çok geçmeden düğmeye basacak ve Bağdat, kanlı bir güne uyanacaktı.
14 Temmuz 1958 sabahı güneşin ışımasıyla birlikte Bağdat’ı etkisi altına alan yaz sıcağı, şehrin çarşılarından geçerken sıyırdığı her surette, üstüne düştüğü her kaldırım taşında etkisini biraz daha artırıyor; gerçek manada bir alev topuna dönerek yakıcı etkisini göstereceği mekana doğru ilerliyordu. Güne yeni başlayan Bağdatlılar, henüz afyonları patlamamış olsa da yaşanan hareketliliği fark etmekte zorluk çekmemiş; olağanın epeyce dışında bir pazartesi gününün kendilerini beklediği anlamışlardı.
Neler olup bittiğini daha iyi kavramak için radyolarının başına geçen ahali, işte şimdi Bağdat Radyosu’ndan tüm ülkeye yayılan “Ordunun, Irak halkını emperyalistlerin maşası haline gelmiş ve yozlaşmış bir hükümetin tahakkümünden kurtardığı” anonsunu işitiyordu. Ardı sıra patlayan ve o ilk şaşkınlığı büyük bir hayrete çeviren silah sesleri yankılandığındaysa, gürültüyü takip eden gözlerin sahipleri artık iyice kesifleşen kan kokusunun geldiği yer konusunda hemfikir oluyordu: Irak Hâşimî Hanedanı’nın merkezi hüviyetindeki Rihab Sarayı.
O sabah General Abdulkerim Kasım’ın emriyle harekete geçen bir grup asker, kısa sürede Bağdat Radyosu’na ait istasyon da dahil başkentteki birçok stratejik noktayı ele geçirmiş; Albay Abdusselam Arif’in sahada yürüttüğü operasyonla kısa sürede Rihab Sarayı’nın kapısına dayanılmıştı.
- Zorlanmadan içeri giren askerler kraliyet ailesine mensubiyeti olan herkesi derdest ediyor, karşı koymaya çalışanlarıysa tereddütsüzce öldürüyorlardı.
Yıllar yılı Irak Hâşimî Hanedanı’na ev sahipliği yapan sarayda adeta bir can pazarı yaşanıyordu. Çok geçmeden Kral İkinci Faysal, Veliaht Prens Abdulilâh, Abdulilâh’ın eşi Prenses Hiyâm, Abdulilâh’ın annesi Prenses Nefîse, Faysal’ın teyzesi Prenses Abadiye ve bunların maiyetindeki çok sayıda insan, sarayın avlusunda kurşuna dizilerek öldürülmüştü; Bağdat çarşılarına kesif bir kan kokusu yayılıyordu…
Başbakan Nuri Said, darbeyi öncede haber almayı başarmış ve henüz kapısı çalınmadan konutundan ayrılmıştı.
70 yaşındaki Said, deneyimi sayesinde haberdar olduğu girişim başlamadan birkaç saat evvel Bağdat’tan ayrılarak Irak dışına çıkmanın peşine düşmüştü. Gün boyu ve hatta gece de devam eden sıkı bir takibin ardından kadın kılığında ülkeyi terk etmeye çalışırken yakalanan Nuri Said de diğer üst kadronun akıbetini paylaşmış ve kurşuna dizilerek öldürülmüştü.
Ancak Prens Abdulilâh’la birlikte nefret söylemlerinin odağı haline gelen Nuri Said’in başına gelenler bunlarla sınırlı kalmamıştı. Her ikisinin de cesetleri Bağdat sokaklarında sürüklenecek, defalarca balkonlardan aşağı atılacak, direklere bağlanıp yakılacak ve nihayetinde parçalara ayrılarak Dicle Nehri'ne savrulacak; saraydan yayılan kesif kokuyla yetinmeyen Bağdat ahalisi, ekabir kanının tadına da yakından bakacaktı.
***
14 Temmuz 1958’de Bağdat’ta yaşananlar, Irak için ne ilk ne de sondu. Askerî darbe sonrasında ilân edilen cumhuriyetin ilk başbakanı olarak koltuğa oturan Abdulkerim Kasım da yalnızca 5 yıl sonra Irak Baas Partisi tarafından tertiplenen yeni bir darbeyle alaşağı edildi ve kurşuna dizilerek öldürüldü.
Yerine gelen Abdusselam Arif’in görevi başındayken bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesinin ardından birkaç darbe daha yaşayan Irak, 1979 yazında Saddam Hüseyin’in kontrolüne girdi. Aynı yıl İran’da yaşanan Humeyni Devrimi ile birlikte tetiklenen Irak-İran çatışması, 90’lı yılların hemen başında Kuveyt’in işgaliyle başlayan Körfez Savaşı ve 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e düzenlenen terör saldırısının ardından ABD’nin ülkeye karşı giriştiği işgal…
Yıllar yılı “barış şehri” olarak anılan Bağdat, bugün hâlâ büyük çekişmelere sahne oluyor; dünyanın istikbaline dair söyleyecek sözü olan hemen her aktörün sesi, eski günlerin hatırına ayakta durmaya çalışan bu yorgun şehrin sokak ve caddelerinde yankılanıyor.
Onca yıl içinde yaşanan nice mücadelenin, kurşuna dizilen bir kralın, cesedi sokaklarda sürüklenen bir kral naibi ve bir başbakanın, boğazlanan üst düzey isimlerin, ölüp giden binlerce insanın, işgalin, acının, zulmün her türlüsünün ortaya koyduğu ibret manzarasıysa tüm sıcaklığı ve geniz yakan kokusuyla yerli yerinde durmaya devam ediyor.