Usanmak ve uslanmamak üzerine
Nasıl bildiğimi anlayamadan, ilerlemek için silahlarımı bırakmak gerektiğini anlıyorum. Önce bineğimi, ardından birer birer en güvendiğim silahlarımı bırakıyorum, böylece gittikçe yaklaşıyorum. O bütün habersizliğiyle, o bütün kederiyle, o bütün telaşsız sükûnetiyle yürüyor.
Yanına gitmeden önce uzun bir süre uzaktan onu izliyorum.
Van Gogh tablolarındaki o sarı sıcak aydınlığın içine saklanmış anlaşılmaz ve görünmez lekeler gibi. Dünyanın bütün iyi şeylerini; bir çocuğun gülüşünü, iri gözlerindeki hayreti, bir papatyanın aydınlığını, yapraklarındaki beyazın zarafetini, suyun berraklığını, serinliğini, ormanın yeşil ve gizemli azametini, vapurlarla yarışan martıları, o saçmalık derecesinde çığırtkan neşeyi, dolu dizgin koşan küheylanları, yelelerinden yükselen asaleti, kökleri arzı saran incirin ve zeytinin büyüsünü; bütün güneşli günleri, bütün güneşli, sıcak, umutlu başlangıç anlarını…
Yanına gitmeden önce uzun bir süre uzaktan onu izliyorum. Bütün iyi şeyleri, dünyaya dair iyimser umutları görmezden gelerek…
Başlangıçların sonsuz mutluluğunu, içinde nasılsa taşıdığı kudretli kederle bir solukta emip yok ederek yanlışlıkla resmin orta yerine damlamış boya damlası gibi dağıtarak yürüyor. Bütün iyi şeyleri, dünyaya dair iyimser umutları görmezden gelerek…
İşin garibi bunun farkında değil. İşin garibi bunu göstermiyor. İşin garibi, bunu benden başka kimse görmüyor gibi.
Yanına gitmeden önce uzun bir süre uzaktan onu izliyorum.
Elbette inanmadım. Kolay lokma olduğumu kim söyledi? Bu gayet klişe hâllerle, bu yapış yapış pozlarla kimi kandırıyor, kaçın kurasıyım ben, tanımadığım bir tip değil ki! Tanırım, bilirim bunları: kendi karamsarlığından beslenirler bunlar. Onu sendeletiyor gibi görünen, ilerlemesine engel oluyor hissi veren göstermelik kederi, aslında onun yaşama biçimidir; onu ayakta tutan büyük bir enerji kaynağıdır. Kimi kasvetle oynaşmayı sever, hüzün en tatlı oyuncağıdır onların. İnsanların onu ağlarken görmesine bayılırlar, gözyaşlarının bir abıhayat gibi onu riyakârca beslediğini bilmiyormuşçasına üzülür üzülür üzülür mide bulandırıcı bir şehvetle daima üzülerek yaşarlar.
Yanına gitmeden önce uzun bir süre uzaktan onu izliyorum.
Neyle karşı karşıya olduğumdan emin, öğürmeye hazır yaklaşıyorum. Hahaha! Dünyanın iyi şeylerine; cılız varoluşuna, cehaletine aldırmadan saldıran bu küstahı teşhis edip suratının ortasına en dehşetli kahkahalarımı patlatacağım! Hahahah! Oğuz Atay’dan Kurt Vonnegut’tan, Joyce’dan, Boris Vian’dan, Sallinger’dan, Nef’i’den, Pessoa’dan, Nietzche’den, Cioran’dan; belinde hicvini taşıyan tanıştığım bütün büyük ruhlardan, ironinin, istihzanın generallerinden aldığım güçle, olanca deneyimimle saldıracağım:
- “Ben dünyanın başlangıcından beridir varım!” diyeceğim Pessoa gibi. Tek vuruşta maskesini indirecek, onu alaşağı edecek ve yoluma devam edeceğim. Hahaha! Bütün silahlarımı kuşanmış, Don Kişotvari pervasızlığımla savaşa, savaş dediğime bakılmasın, kesin bir galibiyete hazır olarak karşısına dikileceğim.
Karşımda duran çırılçıplak, savunmasız lekenin, Japon animelerinden fırlamış iri ıslak gözlerine tepiştirdiği saflığa aldırmadan, duraksamadan hücum edeceğim, işim bittiğinde ardıma bile bakmadan yoluma devam edeceğim. Daha önce sayısız kere yaptığım gibi… Arkamda daha kendisinin ve katilinin kim olduğunun bile bilmeyen hüzünbaz bir palyaço cesedi daha bırakacağım. O kadar. Ne fazla ne eksik.
Yanına gitmeden önce uzun bir süre daha izlemeye devam ediyorum.
Korkmuyor mu benden? Beni fark ettiğini biliyorum. Ona doğru yaklaşan gazabımı görüyor, neden umursamıyor? Yürürken göz ucuyla bana…
Bir bedene ihtiyacı yokmuş da bir hâletiruhiye taşımak için yaratılmış gibi. Kendinden bihaber. Ama biliyorsunuz, biliyoruz değil mi, güzel bir yüzün, duru bir bakışın, saf bir kalbin en çok yakıştığı durum tam da bu habersizliktir: Bilmekle, bildiği kendisine gösterilmiş olmakla kirlenmemek… O da öyle. Ona doğru çekiliyorum. Habersizce kederli, habersizce güzel, habersizce dalgın uzaklara doğru yürüyor. İşin garibi bunun farkında değil. İşin garibi bunu göstermiyor. İşin garibi, bunu benden başka kimse görmüyor gibi. Yanına yaklaştığımda dünya geri çekiliyor, sessizleşiyor, dünyanın müziği yavaşlıyor. Daha önce olmamış bir şey!
Yanına gitmek için dayanılmaz bir istek duyuyorum.
Etrafımı saran yavaşlık perdesini yırtmaya çalışarak ileri hamle ediyorum. Bembeyaz tülden perdeler… Eski alaycılığıma kavuşabilsem, şöyle derdim; “hahah sanki bir pamuk şekerin içinde ilerlemeye çalışıyormuşum gibi”. Onun yerine, yetişememekten endişe ediyorum. Nasıl bildiğimi anlayamadan, ilerlemek için silahlarımı bırakmak gerektiğini anlıyorum. Önce bineğimi, ardından birer birer en güvendiğim silahlarımı bırakıyorum, böylece gittikçe yaklaşıyorum. O bütün habersizliğiyle, o bütün kederiyle, o bütün telaşsız sükunetiyle yürüyor. Göz ucuyla bana…
Bekler gibi yürüyor, usanmış gibi yürüyor, uslanmamı beklemekten usanmış gibi.
Son silahımdan da soyununca birden hatırlıyorum. Belki o aynı safiyane habersizlikle hatırlamama izin veriyor bilemiyorum, çünkü göz ucuyla bana…
Yavaşlık çekiliyor, mesafe çekiliyor, dünya çekiliyor, unutuş çekiliyor, hatırlıyorum. Uslanmazlığımı affediyor, usanç duygusundan vazgeçiyor. Ayrı düştüğümüzden beri benliğimizi kaybettiğimizi, bütün iyi şeylerin; bir çocuğun gülüşünün, iri gözlerindeki hayretin, bir papatyanın aydınlığının, yapraklarındaki beyazın zarafetinin, suyun berraklığının, serinliğinin, ormanın yeşil ve gizemli azametinin, vapurlarla yarışan martıların, o saçmalık derecesinde çığırtkan neşenin, dolu dizgin koşan küheylanların, yelelerinden yükselen asaletin, kökleri arzı saran incirin ve zeytinin büyüsünün; bütün güneşli günlerin, bütün güneşli, sıcak, umutlu başlangıç anlarının…
Başlangıçların sonsuz mutluluğunun tek bir anda gizli olduğunu hatırlıyorum. Onun gerçekte kim olduğunu, benim gerçekte kim olduğumu anlayacağımız o anda… Birbirimize gerçekten bakabildiğimiz o kutsal anda.
Elini tutmadan önce bir süre daha onu izliyorum. Göz ucuyla bana… Bakıyor.