Kafka'nın sırtına saplanan dünyalar
Her devrimin bir kahramana ihtiyacı olur. Bir William Tell'e ihtiyaç varsa bulunur, inşa edilir. Ama aslında dünyadaki bütün mitler kardeştir. Bütün efsane ve anlatılar bir yerlerde kesişir.
Ve Gregor Samsa bir sabah uyandığında, bunaltıcı düşlerinden, sıkıntılı rüyalarından, korkunç kabuslarından ya da huzursuz uykularından. Bir böcek, dev bir böcek olarak, o yatağın içinde, kendi hapishanesinde, kendi odasında, kendisini kocaman bir böcek olarak, uyanmak ve işe geç kalmamak zorunda olduğu yerde, korkuyla, yaşamaktan ürpererek, sanki daha önce bir böcek değilmiş gibi yaparak, kırılmış, hırpalanmış ama yine de işe geç kalmamış olarak uyanmıştır. Gregor Samsa, dün sabahtan, mesela geçtiğimiz yıl ya da ondan daha önceki yıllardan, o yıllardan ve o sabahlardan hiçbir farkı olmayan çok tanıdık sıradan bir sabahın seherinde uyanmış ve devcileyin bir böcek olduğunu fark etmiştir. Ama işe geç kalmamalıdır. Mutsuz bir pazarlamacı ve dev bir böcek. Karşı karşıya, hayır iç içe. Omuz omuza değil asla. Yan yana değil.
Gregor Samsa kendi odasında eski bir köle, böcek suretinde özgürleşerek belki o duvarın hemen üstünde, ilk trene aktarma yapmak ve sabahın bir küfür gibi yüzüne çarpılmasına katlanmak zorunda değil. Kovulmadan geçen günlere şükretmeye mecbur değil. Belki ilk defa zorunda değil, mecbur değil, böcek yalnızca, eskiden olduğu gibi aslında, bu kez kendi kapanına kısılmış sadece.
Evet bir odaya kapatılmış, otoritenin rüzgarını teninde hissetmeden birkaç cesur gün belki, ama bütün şefkatlere geç kalmıştır aslında, son kale Grete düşmüş ve bütün sevgiler alabildiğine huzursuzdur artık. Kapatıldığı odaya düşen gölgeler; soğuk, yabancı, kapkara. Ve içeriye dolan sesler, asker postalı ritmiyle, tam kapının önünde, kulakları sağır edercesine, duymaz dünyaya nispetle. Samsa, kafasını, özgür olduğu tek yerden yani kendi hapishanesinden dışarıya doğru uzatır bir gün.
Dışarda o mutlak otorite, içerde ruhuna acı veren varlığı. Göz göze gelmeye bile cesaret edemez, arkasını döner, vazgeçer, reddeder. Kırılmış ve esir alınmıştır. O an sırtında büyük bir acı. Üzerine fırlatılan çürük bir elma, hiç bitmeyen bir kimliksizlik gibi, varlığını anlatmış ve adıyla seslenmişler gibi. Çürük bir elma. Gelip, bir kovulmuşluk gibi saplanmıştır işte bedenine. Samsa kovulmuştur. Yaralanmış ve yarasına seslenmekten korkmuştur. Çürük büyüdükçe acı vermeye, acı duydukça çürümeye... Ama böcek olarak, daha önce böcek değilmiş gibi yaparak mesela, yatağının altında bulunan ölüsü ve tüm işe geç kalmamışlığıyla birlikte. Mutsuz bir pazarlamacı ve dev bir böcek. Karşı karşıya, hayır iç içe. Daha önce böcek değilmiş gibi yaparak.
Öyle ya, Vatan Türkçedir. Duymak istersen, hep sana seslenir.
Tatar yayı ve İsviçre devrimi
Bürglen kentinde yaşayan yoksul bir tarla işçisi, elindeki Tatar yayıyla, İsviçre devriminin kahramanı olur. İsviçre'yi, İmparator I. Albert adına yöneten Vali Gessler'i ustalıkla kullandığı arbaletinden çıkan bir okla öldürerek, İsviçrelilerin Avusturya'ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini ateşler, William Tell'dir adı. Her devrimin bir kahramana ihtiyacı olur. Bir William Tell'e ihtiyaç varsa bulunur, inşa edilir. Ama aslında dünyadaki bütün mitler kardeştir. Bütün efsane ve anlatılar bir yerlerde kesişir. Bazı inkârlar ve bazı mitlerin dokunulmazlığı üstüne John Fiske'den gelsin: "William Tell'in hikâyesinin doğruluğundan şüphelenen ilk ünlü yazar Gullimann'dır. Bu şüphesini İsviçre antik çağları hakkında yazdığı ve 1598'de yayınlanan eserinde dile getirmiştir. Tell'in hikâyesinin sadece bir masal olduğunu söyler, fakat kendi sözlerine ters düşerek, çok yaygın olduğu için bu masala inandığını belirtir. Hiç kuşku yok ki akıllıca bir iş yapmıştır, zira 1760'da Uri Kantonu'nda Uriel Freudenberger'in canlı canlı yakılmaya mahkûm edildiğini öğreniriz. Sebep ise Tell efsanesinin Danimarka kökenli olduğu yolundaki inancını dile getirmiş olmasıdır.”
Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Türkçeyi Yunus'un miras bıraktığı gibi söyleyen ve onu beyaz bulutlar, tatlı kayısılar, köpüklü denizler, kokulu elmalar ve serin ırmaklar kadar güzel kullanan bir adam: Refik Halid Karay. Ve müfredatın en heyecanlı yerinde iz bırakan o öyküsü: Eskici. Sade ve derin. Yetim Hasan'ın hikâyesi. Annesinin ölümüyle bu dünyada yapayalnız kalan bir çocuğun, Filistin'in uzak bir köyünde yaşayan halasının yanına gönderilmesi. Hasan, İstanbul'dan vapura bindirildiğinde, öncelikle evinden yani Türkçeden ayrılmıştır aslında. Gurbet dilsizliğe sürükleyecektir onu. Yolculuğu başlar, İstanbul uzaklarda kalır ve vapur Filistin'e yaklaştıkça artık Türkçe duyulmaz olur, Hasan daha da suskunlaşır. Halasının köyünde dilsiz bir çocuk gibi tek başına, İstanbul'dan ve Türkçeden uzakta, kendi kendine mırıldanarak bazen, bazen hiç konuşmayarak geçer günleri Hasan'ın.
- Bir gün bir şey olur ve sokaktan geçen bir eskici, yırtık-sökük ayakkabıları tamir etmesi için evin bahçesine çağrılır halası tarafından. Hasan'ın can sıkıntısına ilaç gibi gelir bu tamir işi.
Ağzına doldurduğu bir avuç çiviyi tek tek alarak, elindeki ayakkabıların altına ustalıkla mıhlayan eskiciyi hayranlıkla izlemeye koyulmuştur bile Hasan. Sonra bir ara dalgınlıkla mırıldanır gibi sorar: "Çiviler ağzına batmaz mı senin?" İstanbul'daymış sanki, annesi-babası yaşıyormuş ve her yer Türkçe ışıldıyormuş gibi. Eskici başını hayretle işinden kaldırır ve uzun uzun bakıp, yüzünde güller açtıracak o soruyu sorar Hasan'a: "Türk çocuğu musun be?" Hasan evet der önce ve sonra dur durak bilmeden dağlar denizler gibi, hırçın rüzgarlar gibi, coşkun ırmaklar gibi anlatmaya başlar. Anlattıkça Türkçe gibi çağıldar. Konuştukça İstanbul yakınlaşır. Söyledikçe annesi gülümser ona. Öyle ya, Vatan Türkçedir. Duymak istersen, hep sana seslenir.