Dünyanın hikaye edilişi ve İbn Battuta'nın uykusu
Orta Çağ’ın en büyük Müslüman seyyahı İbn Battuta, yani doğum yerine nispetle söyleyecek olursak İbrahim Levâtî Tancî. Hem dışarıdaki “yabancı”yı, hem kendi dünyasını ve dahi diğer dünyaları adımlayarak geçirdiği, hak edilmiş kıymetli bir ömrün sahibi. 23 yaşında ayrıldığı bu şehre, 3 kıtada 29 yıl dolaştıktan sonra ancak 53 yaşında dönebilmiş Tancî. 1368 tarihinde ait olduğu/doğduğu şehrinde gözlerini dünyaya kapatırken, geride bıraktığı büyük mirasının hatrını da hepimizin omuzlarına yüklemiş. Bu hatrın hakkını verebildiğimizi ise söylemek zor.
Tanca’dayız. İbn Battuta’nın evinde. Okyanusun bitip Akdeniz’in başladığı yerde. Tam karşı kıyıda uzaktan uzağa coşkulu bir İspanyolca, hemen yanı başımızda kulaklarımızda misafir ettiğimiz derin müziğiyle o epik Arapça… William S. Burroughs’un Allen Ginsberg’e söylediğidir; “Tanca’da insan kendini dünyanın sonu gelmiş gibi hissediyor.” Tanca’dayız. Bir başka Afrika’da. Az ileride Jack Kerouac Pasteur Bulvarı’nda yolda… Casuslar, kaçakçılar, hazcılar, tüccarlar ve seyyahlar her köşede bir başka maceranın içinde tek sıra halinde dizilmişler sanki. Tam o sırada Endülüs manzaralı bir kıyıdan gelen lirik Akdeniz esintisi, mavi-beyaz ahengiyle ruhunuzu saran sabırsız bir dinlenmeye çağırıyor sizi. Meşum sömürge izleriyle maruf Müslüman Afrika. Görünen yaraları hakkında hiç konuşmak istemiyor üstelik. Orta Çağ’ın en büyük Müslüman seyyahı İbn Battuta, yani doğum yerine nispetle söyleyecek olursak İbrahim Levâtî Tancî.
23 yaşında ayrıldığı bu şehre, 3 kıtada 29 yıl dolaştıktan sonra ancak 53 yaşında dönebilmiş Tancî.
Hem dışarıdaki “yabancı”yı, hem kendi dünyasını ve dahi diğer dünyaları adımlayarak geçirdiği, hak edilmiş kıymetli bir ömrün sahibi. 23 yaşında ayrıldığı bu şehre, 3 kıtada 29 yıl dolaştıktan sonra ancak 53 yaşında dönebilmiş Tancî. 1368 tarihinde ait olduğu/ doğduğu şehrinde gözlerini dünyaya kapatırken, geride bıraktığı büyük mirasının hatrını da hepimizin omuzlarına yüklemiş. Bu hatrın hakkını verebildiğimizi ise söylemek zor. Hatta Brezilya Millî Eğitim Bakanlığı ya da Brezilyalı tarihçi Jose Rivair Macedo’nun meseleye bizden daha yakın olması gibi şeyler, uzun mesele. Battuta’nın zihninde biriktirdiği hikâyeler, anılar, tecrübeler, zorluklar, gözlemler ve adımladığı başka dünyalar, Tuhfetû’n-Nüzzâr fî Garâbi’l-Emsar ve’l-Acâibi’l-Esfar (İlginç Ülkeleri ve Macera Dolu Yolculukları Merak Edenlere Armağan) isimli büyük bir seyahat kitabına dönüşmesiyle tarihsel anlamını bulmuştur.
İbn Battuta’nın rıhle (yolculuk) mesaisi, Marco Polo ya da Zheng He gibi simge isimlerin seyahatlerinden çok daha uzun, daha zorlu ve birçok sebeple (dönemin en önemli kültür merkezlerine ulaşması gibi) daha kapsayıcıdır. Polo ve Battuta, seyahatnamelerini yazdırarak eser hâline getirmiş iki seyyah olarak tarihe geçmiştir. Yazdırma süreci ilmî sıhhat açısından oldukça belirleyicidir. İbn Battuta’nın kâtibi İbn Cüzey “nasıl söylediyse ‘köküne, dalına’ dokunmadan öylece bıraktım” der mesela. Polo ise, esir düştüğü Genova’daki bir hapishanede tanıştığı Pisalı yazar Rustichello’ya başından geçenleri anlatmış, hapishane arkadaşı da kâtibi olarak Polo’nun hafızasındaki bu anıları belli bir sıra ve düzen içerisinde dinleyip yazmış, ardından tasnif ederek kitaplaştırmıştır. Yazar Rustichello’nun hem edebî gücü, hem de insanların ne okumak istediğine dair sezgisel kabiliyeti, bilinen doğu efsaneleri ile Polo’nun anlattıklarını mezcederek “okunmaya değer” bir yapıt ortaya çıkaracak yeterliliği kapsıyordu.
Bu yeterlilik (çağın ruhuna uygun) Polo’nun anılarını meşhur eden en önemli etken. Zaten Polo’nun seyahatnamesindeki tartışılan hayalî hikâyeler bahsi, anlattığı şehirlere hiç gitmediği yönündeki eleştirileri de içermektedir. Kubilay Han’ın özel elçisi olarak görev yapan Polo’nun, bu konudaki titizlikleriyle bilinen Çinlilerin arşivlerinde hiçbir iz, delil, emare bırakmamış olması ilginçtir. 13. yüzyıl Çin kültürünü çevreleyen; çay merasimi, yemek çubukları, karakteristik yazı stili, kadınların sarılı ayakları gibi baskın simgesel ayrıntılardan ve hatta Çin Seddi’nden bile bahsedilmeyen bir Çin Seyahatnamesi’nin sıhhati konuşulmaya değer gerçekten. (Karşıt tezlere sahip iki kitap: Frances Wood, Marco Polo Çin’e Gitti mi?/ Hans Ulrich Vogel, Marco Polo Çin’de idi.)İbn Battuta’nın şehrinde parlayan ismiyle Kafe Marco Polo’yu görüp gülümsüyoruz. Tanca’dayız. Şehirle bütünleşmiş bir mekânda, Hafa’da oturuyoruz.
Dik bir yamaca merdiven gibi sıralanmış masaların birinde, nane çayı eşliğinde masmavi bir ufka doğru gözlerimizi yaslıyoruz. Medina’da kaybolmadan hemen önce. Medina “eski şehir” anlamına gelen bir tasvir. Nane çayından sonra bu anlamın zihnimde pekiştiğini hissediyorum. Medina Türkçeye “kaybolmanın kısa tarihi” olarak çevrilebilir pekâlâ. Eski olmanın tarihini de anlatan bu çarşıda kaybolmak için yirmi-otuz adım atmak yeterli. Geri döndüğünüz, gittiğiniz ve gezdiğiniz her yer birbirine benziyor çünkü. Bulurken kaybolduğunuzu, kaybolurken bulduğunuzu anlamanızın herhangi bir mümkünü yok. Ama adresi Akif Emre’den aldık, bu sebeple aradığımızı bulmalıyız mutlaka. Krem rengi cellabiyeleriyle önümüzden geçen bütün orta yaşlılara aynı soruyu soruyoruz, kimsenin haberi bile yok. Sorumuz her seferinde bir boşlukta sallanıyor sanki.
Daracık sokaklar, köşeli minareler, bakmaya doyulmayacak güzellikte kapılar ve renkli kıyafetleriyle sıcağa meydan okuyarak, hayır değil, sıcağı hiç umursamayarak koşuşturan neşeli insanlar. Evet, “Kuzey Afrika neşesi” diye bir şey var kesinlikle. Dükkânların içinden insanın ruhunu sarhoş eden bir rayiha yayılıyor. Mis gibi baharat kokularına karışıyor arayışımız. Gölgeli bir labirentin içinde dönüp duruyoruz, bir benzeri öldürebilir ancak bu medinayı. Elimizdeki adres şöyle; “İbn Haldun Caddesi ile İbn Battuta Caddesi’nin kesiştiği köşeye git!” 29 yıl boyunca dünyayı adımlayan Battuta’nın türbesini bulmak için, 29 dakika yürümüş olmanın bir gururu falan yok elbette. Tanca’dayız. Gölgeler koridorunda. Bir işaret almışız gibi, o daracık sokağa dalıyoruz. Yaşlı bir teyze, daha cümlemiz bitmeden anlıyor bizi, eliyle gösterdiği yerden içeriye doğru giriyoruz.
- Tanca’nın arka sokaklarında unutulmuş, yapayalnız kalmış, kimsenin bilmediği, şatafattan uzak o mütevazı istirahatgâhdayız nihayet.
İşte tam karşımızda bu şehrin manevi sahibi, uzakları merak eden adam; İbrahim Levâtî Tancî. Uzakları merak ettiği için yakın eden adam. Ruhuna değmesi niyetiyle dualar dökülüyor kalbimizden. Müfredatın ne içinden ne de dışından “görünmeyen” efsanevi bir seyyahın -bir Türkçe çeviri şaheseri olan seyahatnamesinin ilk sayfasını açıp, dünyanın hikâye edilişinin sırrına varmaya ne dersiniz? Hiç fena bir teklif değil. Hayır, Netflix’de daha iyisi yok.