Tursun Beğ'in dilinden Kostantıniyye’nin fethi
"Ejderha yapılı, ateş yağdırıcı, her biri, taşı Elbürz dağına dokunsa bir azını havaya, bir kısmını da denize savuracak vasıflı topları yayalara çektirdi ve gümüş madenlerinden usta nakkaplar, ayrıca ince gagalı, yılan yapılı kazmalarla yüzlerce nefer getirdi. Bu arada Gelibolu'da kazâ gibi hükmü geçerli buyruk uyarınca sür'atli gemiler hazırlatılmıştı…"
Gazi Sultan Mehmed'in tahta çıkması
Sultan Murad Hân, öte dünyaya göçtüğünde Sultan Mehmed'in bahtının buyrultusu öncelik divanında "Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık." damgasıyla damgalanmıştı.
Karşı çıkan ve karşı duran olmaksızın Manisa'dan gelip Hicretin 855. yılında (Milâdî 1451) Perşembe günü saltanat tahtına çıktı… Ve Allah için, Allah yolunda kılıç kuşandı. Kesin niyetle yöneliş atının arkasına sonuç alıcı gayret eyeri koyup, zafer gösteren dizgini gazâ yönüne salmayı kendisine farz-ı ayın bildi. Öyle bir yiğit ki sürüp giden olayların akışı içinde Devletin temelleri yerleşinceye kadar uyku uyumamış.
Boğazkesen Kalesi'nin yapılmasının nedeni
Kostantıniyye'nin alınması hayali, daima bahtı açık padişahın, yatak arkadaşı, yani rüyası olduğundan sürekli olarak adını dilden ve fikrini gönülden gidermez, elde edilmesi için acele edilmesine işaret ederdi.
"Birbirine kenetlenmiş (yekpare ve müstahkem) bir bina gibi saf(lar) bağlayarak …" ayetinde belirtilen nitelik, haklarındaki övgü yargılarından olan alay alay saflar hâlinde yürüdüğünde, kaleye karşı dalgalı bir deniz gibi aktı.
Her ne kadar devlet erkânı ve sultanın yakınları açık ve kapalı olarak Kostantıniyye'nin dayanıklılığını ve sağlamlığını, eski hükümdarların ele geçirilmesi niyetiyle hazineler harcayıp ordu topladıklarını, ancak yol bulamadıklarını kulağına salarlardı. Ve ona el uzatmanın karışıklığa yol açması kuruntu ve olasılığını dile getirirlerdi. Bu şekilde ne kadar bu düşünceyle yatıp kalkmasını unutma girdabına atalım diye girişimde bulunurlarsa da o aslâ iltifat etmezdi. İlk olarak kazâ gibi yerine gelen buyruğu "İstanbul'un üst yanında, boğazda bir kale yaptırılsın." diye çıktı. O "boğaz" denilen yer görenlere malûmdur, ama görmeyenlerin gönlünü onu ayrıntılı bir biçimde anlatarak açmak hikâyeye güzellik katıcı olduğundan şöylece yazılıp gösterildi: Sonsuz bağışta bulunan Hakk'ın sınırsız gücüyle sanki Karadeniz'in taşkınlığının birbirine çarpan dalgalarından bir dağ yarılmış, Karadeniz'den bir nehir ayrılıp, Nil'den büyük ve Tuna'dan geniş bir engin deniz körfezi akıp yer yer girintiler ve çıkıntılar yapmış ve taşkın bir nehir şeklinde akmış…
İstanbul'un yapıldığı yere gelinceye dek, oradan yine Gelibolu kalesine varıncaya dek geniş ve derin, Kızıldeniz gibi büyük bir deniz olmuştur. Birçok köyleri bulunan şenlikli adaları vardır. Gelibolu'dan aşağı yine daralıp ırmak olup akar. Sözün kısası başlangıcından aşağı yukarı üç yüz altmış mil gittikten sonra yayılıp Afrika kıyılarını kuşatan bir büyük deniz olur ki, dilimizde "Akdeniz" denilir. Bu söz ettiğimiz akar denizciğin doğu yakası Anadolu topraklarıdır, batı yakası ise Rumeli diyarıdır ki, Osmanoğullarının keskin kılıcının vuruşuyla feth olunmuş, tapınaklarının putları Müslümanların mescitleri olmuştur. Ve Osmanlı ülkesi bu ikisinden oluşur ki, "Genişliği yerle göğün eni kadar olan" [Kur'an, 57:21] nitelemesi onun niteliği olsa yaraşır… Yeryüzü padişahı, ülkeler üzerinde Allah'ın gölgesi, İstanbul'un üst yanında, Anadolu yakasındaki Yenicekale karşısında, Rumeli yakasında bir kale yaptırılmasını buyurdu. Hemen, "Bizim emrimiz, bir şey dilediğimiz zaman ona ancak ‘Ol' dememizden ibarettir. O da oluverir." [Kur'an, 36:82] hük-münce, devlet görevlileri gerekli hazırlıkları yaptılar… O hisar yapılması istenen yeri devlet çadırlarıyla çadır tarlasına döndürdüğünde ve uğurlu gelişiyle değerli kıldığında, uzman mühendislere ve yetkin müneccimlere danışılarak yer ve saat seçildi, kalenin temelini attılar…
- Karşısındaki Yenicekale tarafında da bunun gibi küçük bir hisar yapılıp toplar yerleştirildi, böylece boğazı kestiler; şöyle ki, Akdeniz'den Karadeniz'e kuş uçurmazlar…
Kostantıniyye Kalesi'nin fethi
Hisar işi bitince mutlulukla saltanat merkezi Edirne'ye göçtü. Göç sırasında meğer kapı halkından birkaç yiğit İstanbul çobanlarından zorla koyun istemişler. Arada kasap savaşı olmuş. İstanbul'un kendini bilmezlerinden, sultan ordusunun göçünü seyretmeye çıkmış bazı sarhoş kâfirler araya girmiş, iki taraftan kılıçlar çekilmiş ve davarlar sürülmüş. Meydana gelen bu kavga tozunu kaledekiler düşmanlık belirtisi sanıp düşüncesizce düşmanlık çanları çaldırdılar, kapılarını kapatıp düşman oldular. Saltanat sığınağı olan ulu zâta, yani Osmanlı sultanına nispetle tekfurun sözünü daha güve-nilir sandıklarından bir miktar asker eşya ve sandıklarını orduyla gönderip kendileri İstanbul'un sohbeti ve temaşasının son turfandasına eğilim göstermişlermiş, yani son bir kez eğlenmek istemişlermiş. Bu sırada sur içinde bulundular, kapanıp esir oldular.
Lânetli tekfur gerçi bu olaydan son derecede üzüldü, ama kalede kapanıp kalan beylerine barış ve kurtuluş sebebi olur diye, sonuç olarak gönüllerini aldı. Muzaffer padişah kalede kalanları deryadan damla saydı, aslâ aldırış etmedi. Kâfir meydana gelen olayı yatıştırmanın yollarını ararken, iş bilir elçisiyle kalede kalanları gönderdi. Ne kadar özürde bulundu ve bağışlanmayı dilediyse de cevap şu oldu: "Nankör tekfur düşüncesizce sözünü sıyıp dostluk gül suyunu kötü düşünce çamuruyla bulandırdı ve pisletti. Özrü geçerli olmaz. Bundan sonra düşmanlıktır. Ya kaleyi versin, ya başının çaresine baksın."
***
Elçi umutsuz bir şekilde gitti; kendisi mutluluk içinde, kaygısızca tahtına geldi, İstanbul fethinin gelininin kızlığını almak ve o ulu şehirden firavunları sürüp çıkarmak düşüncesiyle kale fethi için gerekli araçlar, büyüklük bağışlayan ve ülkeler ele geçirmeye yarayan gereçler ne ise, hazır olmasını emr etti.
Kendisi fetih güzeli ile aşk oyunu oynayarak o kışı huzursuz ve kararsız bir hâlde geçirdi.
***
Sözün kısası sebatlı, kararlı bir şekilde niyetini adalet ve merhamet üzerine yoğunlaştırıp şeriat ka-nunlarını uyguladı, adalet ve hakkı gözetme ilkesini düzgün boyuna nişan ve üstlük edip tam bir iç arılığıyla "Allah uğrunda (nasıl savaşmak lâzımsa, öylece) hakkıyla cihat edin." [Kur'an, 22:78] buyruğuna kendisini teslim etti.
1453 Baharında İstanbul'a…
1453 senesi baharında, yani tabiat savaşçılarının soğukla savaşı bırakıp, kış askerinin ayakları altında ezilmiş ve soğuk atlarının ayakları altında kalmış olan ilkbaharda yüz gösterici esirlere, yani kır çiçeklerine temizlikçi nisan bulutu eliyle yeni süs ve bukalemun giysisi giydirip onları seyretmekle eğlendikleri mevsimde, üzerinde "Her şeyi en iyi bilici ve mülke dilediği gibi tasarruf edici olan Allah ona yardım etsin" yazılı zafer habercisi sancakları "Gerçekten onlar bunu uzak (imkân dışı) görürler; biz ise onu yakın görüyoruz." [Kur'an, 70:6-7] anlamını kılavuz edinip İstanbul'u ele geçirmek ni-yetiyle üzerine zafer nakışı olan "Her şeyi en iyi bilici ve dilediği gibi mülke tasarruf edici olan Allah ona yardım etsin" duası nakşedilmiş sancakların büklüm büklüm perçemini açtı, harekete geçti. Ejderha yapılı, ateş yağdırıcı, her biri, taşı Elbürz dağına dokunsa bir azını havaya, bir kısmını da denize savuracak nitelikteki büyük topları, vasıflı topları yayalara çektirdi ve gümüş madenlerinden usta nakkaplar, ayrıca ince gagalı, yılan yapılı kazmalarla yüzlerce nefer getirdi. Bu arada Gelibolu'da kazâ gibi hükmü geçerli buyruk uyarınca sür'atli gemiler hazırlatılmıştı… Bu nitelikteki gemileri deniz azeplerinden yiğit erlerle ve savaş teçhizatıyla doldurup kendisi karadan, gemiler denizden konak konak yürüdü. Her gün bir yurdu mutluluk otağıyla şereflendirdi.
***
İstanbul üzerine konacağı gün cihan hükümdarlığı yolu yordamınca saflarını ve alaylarını gerektiği biçimde düzdü. Yürüyen ak kale, atıcı erler, ordu yiğitleri ve yerinde duruş birlikleri olan; örnek olarak, düşmana karşı saf bağladıklarında dalgalı denize benzeyen yeniçeri tayfasını, her birinin oku aydınlık günde göğün okunu şaşırmayan okçuları ve her birinin oku, sevgilinin gamzesi gibi, nişan yerinden ileri düşmana adım attırmaz olan Türk ve Firenk işi zemberekçileri ve kurşun bilyelerinin ve demir saçmalarının bir vuruşuna on kat zırh ve miğferin siper olamadığı tüfekçileri ve darbuzenleri, nitelikleri belirtilen bu birlikleri önüne koyup has askerinin başına yerleştirdi; uçan kızıl hisarı, yani ok atma sanatında Sa'd-i Vakkâs uçurmaları, ataklık ve atılganlıkta çerağı Amr-ı Ümeyye'den yakan azebleri sağ ve sol kolun önüne yerleştirdi. Ardlarınca yiğit süvariler ve kükremiş aslanlar yer almış bulunmaktaydı. Ordu bu düzende, "Birbirine kenetlenmiş (yekpare ve müstahkem) bir bina gibi saf(lar) bağlayarak …" ayetinde belirtilen nitelik, haklarındaki övgü yargılarından olan alay alay saflar hâlinde yürüdüğünde, kaleye karşı dalgalı bir deniz gibi aktı.
Göklerden gelen "aferin" sesi...
Mehterhanenin sesi, kös ve kerrenayın sadası göğün kulağını çınlattı. At kişnemesinden alayların zelzelesi tozunu dağlık yerlerin tepelerine eriştirdi. Çarha cengi için, damaklarına savaş günü zifaf gecesinden daha tatlı gelen nice görmüş geçirmiş koç yiğitler kılıç sallamak için Kostantıniyye kapısına at sürdüler. O taraftan da Kostantıniyye tekfuru Rum (Bizans) kayseri geçindiğinden, kâfir ülkelerinden, uzak ve yakın yollardan namlı savaşçılar, kendini beğenmiş küstah kâfirler cinsinden adamlar, kulluğuna bel bağlayıp, akılları sıra savaşmak niyetiyle gelmişlerdi.
Her şeyden önce, el değmemiş kız misali, kale hiçbir zamanda geçmiş hükümdarların nikâhlısı olmaya rağbet göstermemişti ve onu elinde bulunduran, bir düşmana baş indirir mel'un değildi. Bu cahilce gayretten kaynaklanan gururla bir sürü ifriti ve kudurmuş iti, kendilerini ve atlarını baştan ayağa kadar demire gark edip hasmı kapıya getirmemek maksadıyla karşı koymağa ve vuruşmaya gönderdi. Bu şekilde her kapı önünde öyle toz koparan bir kapışma oldu ki, iyi kimselerin ruhlarının toplandığı gök katından gelen "Aferin" sesi, cihan sakinlerinin kulağına erişip küpe oldu. Birçok atılış ve geri çekilişten sonra "Hak üstündür, ona üstün gelinmez." hükmüne uygun olarak, bâtıl olan, alçak düştü. Kâfiri sığır gibi sürüp kale içine soktular, kale kapılarını kapattırdılar. Bu arada nice başlar kesildi ve diri kâfirler ele geçirildi.
İshak Paşa sağı tutuyor
Kısaca, baştan aşağı uğurlulukla donanmış ve her uğursuzluktan arınmış bir uğurlu vakitte kale üzerine, Tanrı katından gelen bir kazâ gibi, göz kamaştırıcı bir büyüklükle indi. Osmanlı ordugâh düzenine uygun biçimde, ortada süslü, göğü andırır padişah otağı İrem göğü gibi kurulup, çevresinde yeniçeri çadırları, hale ayı çevreler gibi, daire oluşturdu. Bu hâliyle karşısında İstanbul kalesine benzer bir kale göründü. Merhum Sultan Murâd Han'ın (Allah'ın rahmeti ve rızası üzerine olsun.) yetiştirdiği vezirlerden olan Anadolu beylerbeyi İshak Paşa sağ kolda, ve Sultan Alâeddin'in dayısı ve kılıç kullanma, ok atma ve görüş ve düşünce konularında maharetli ve yürekli bahadır olan Rumeli beylerbeyi Dayı Karaca Bey Rumeli askeriyle sol kolda yer tuttular.
Sözün özü, iki derya, Kostantıniyye kalesini öyle çevirdi ki, toz yatıştığında tekfur ve kaledekiler kendilerini adada kuşatılmış görüp, "Fakat onu (bu hâlde) görüverince dediler ki: ‘Herhâlde biz yanlış gelenleriz.'" [Kur'an, 68:26]. Hemen top kuracak yerlere metrisler yaptılar. İş buyurdular, yer yer burç görünüşlü, Cevza kefeli, akan yıldız ipli, açışı kazâ gibi işler, etkisi kader gibi gelip çatar mancınıklar düzdüler, korunaklı yerler ve domuz damları kurdular ve nakkaplara bir uygun yer belirlediler. Her iş eri işiyle uğraşıp, İslâm adına, Allah için ve beyleri uğruna çalışmakta ve her gün kale kapılarında kılıç kılıca dövüşmekte. Padişah Ebülfeth zaferle sözleşmiş karargâhında fetih gelini hayaliyle sohbet edip, kavuşmak ve yüzünü görmek için beklemekteydi…
Gemiler, karadan değil havadan yürütülüyor...
Ama liman tarafının önü tamamıyla kesilmiş olup, o taraftan kâfirle ilgilenmediklerinden padişahın ıtırlı gönlünde endişe eserleri eksik olmazdı. Bu endişesini gidermek için zoru başarıcı düşünceye iş buyurdu. Çepçevre kuşatılıp, düşmanın gücünün dağılmasına yol açsın diye, kadırgalar ve en iyi kayıklardan bir sürü deniz aracını, Galata surlarının arkasından, boğaz denizinden karadan çektirip liman denizine, yani Haliç'e indirmeleri emrini verdi.
Sözün özü, iki derya, Kostantıniyye kalesini öyle çevirdi ki, toz yatıştığında tekfur ve kaledekiler kendilerini adada kuşatılmış görüp, "Fakat onu (bu hâlde) görüverince dediler ki: ‘Herhâlde biz yanlış gelenleriz.'" [Kur'an, 68:26].
Bu kader gibi güçlü buyrukla, ağır şeyleri çekip nakletme sanatında uzman mühendisler ve denizciler hazırlandı. İslâm padişahının isteğine uygun ola-rak, gemileri türlü türlü ve renk renk bayraklarla bezeyip yelkenler açtılar, Galata kalesinin arkasından havada yürüttüler, belki uçurdular: "O, emri ile içinde gemileri râm etti." [bk. Kur'an, 14:32, 45:12]. Her birinden yayılan davul ve nakkara gürültüsünden, gemicilerin haykırışlarından ve deniz dalgalarının birbirine çarpmasıyla oluşan seslerden, alçak yaradılışlı kâfirlere, Semûd kavmini yok eden çığlığın ne olduğunu gösterdiler. Bu korku salıcı görüntüyle getirip teçhizat bakımından eksiksiz bir durumda halice indirdiler, gemi üzerinden sağlam bir köprü yaptırdılar. Böylece denizden karaya yol oldu.
Soysuzlarla gaziler dövüşürlerdi...
Kaleyi üç taraftan kuşattıklarında toplar ve mancınıklarla dövdüler. Bu şekilde, her gün, günün aydınlanmaya başlamasından akşam kızıllığının kaybolmasına kadar ve gün doğuşu kafilesinin iniş vaktinden gündüz kafilesinin geri dönüş vaktine varıncaya dek o bayağılar ve soysuzlarla gaziler dövüşürlerdi… Uzun uzadı anlatmam gereksiz, yerinden kopup ayrılma ve çökme duvarı, sağlam sur öyle bir gevşeyip dağıldı ki, apaçık fetih belirtileri mü'minlerin kalplerinde dünyayı aydınlatan güneş gibi parladı.
***
Meğer Avrupa'dan yardım için her biri büyüklükte Nuh'un gemisini andıran, içi türlü savaş malzemesiyle ve gözü peklik ve savaşçılıkla ün yapmış pis dik başlılarla dolu iki dağ gibi köğe göndermişlermiş. Beklenmedik bir anda, devlet ileri gelenleri ve gemicilerin çoğu gemileri limana indirmekle uğraşırken, o köğeler uygun rüzgâr bulup, yelken açıp, sert yaydan ok çıkar gibi gelir göründü. Hazır bulunan gemilerle Kaptan Baltaoğlu Süleyman Bey o şeytanların üzerine gidip karşılarına çıktı, büyük bir savaşa tutuştu, ama zafer kazanamadı. Kâfir liman kapısını açıp köğeleri içeri aldı…
Bu hadise gerçi Müslümanlar arasında bezginlik ve moral bozukluğuna yol açtı, ama anlam bakımından "Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken o sizin için hayırlı olur." [Kur'an, 2:216] buyruğu doğrulandı, nitekim sonunda da kalenin fethine bu gemi sebep oldu.
***
Kuşatma sona erip de, "Yürü, çünkü fethini o Fettâh sana vermiştir" sesi padişahın şerefli kulağına yetiştiğinde, 857 yılının Cemaziyelâhir ayının yirmi yedisinde Çarşamba günü şanı yüce Allah'ın inayetinden ve Hz. Risalet'in ruhundan yardım dileyip, yürüyüş ve yağma emr etti.
Gazi Sultan Mehmed, bilginlerle şehre girdi
Önce hazırlamış oldukları ecel elçilerini ve ölüm habercilerini, yani topları ileri saldılar ve sersemlemiş kâfir henüz top çarpmasından kendine gelemeden, taraf taraf ceng-i harbî çalınıp, gaziler bulundukları yerlerden, kükremiş aslan gibi "Allah Allah" diye seslenip yürüyüşe geçtiler. Tam bu sırada yay bulutundan ok yağmuru yağmaya başladı. Ok kuşu, doğuşu eğri burçtan, yani yaydan kanat açtı, her ne uzuv dalına konduysa hayatının meyvesini derdi ve amellerinin sayfasını dürdü, yani işini bitirdi.
- Neft şişelerinin tutuşmasından ve top öfkesinden gök gürlemesi ve şimşek parıltısı göründü. Devlet ileri gelenleri ve sultanın yardımcıları kalenin kapılarını açtılar, Gazi Sultan Mehmed, Hz. Muhammed (Salat ve selam ona olsun) Burak'a binip cennette dolaşır gibi, bilginler ve beyleriyle kaleye teşrif buyurdu.
Sultan Mehmed Ayasofya'da...
O eski şehrin ve o geniş kalenin evlerinin katlarını, yollarını ve çarşılarını seyr edip dolaşarak cennetten bir nişan olan Ayasofya adlı kiliseyi görmeyi arzuladı. O öyle bir sağlam ve dayanıklı yapıdır ki, duruşunun niteliğine bakıldığında, gök gibi, bozulup başkalaşarak zarar görme vehminden uzak olması kesin gibi ve benzeri imkân dışı, "Şehirlerde bir benzeri yaratılmayandı." [Kur'an, 89:8]; ama her yapılan şey gibi, yıllar geçtikçe, eklentileri ve sonradan yapılan yerleri zenginlere kıskançlık duyanların evi, yani yüreği gibi yıkılmış ve onun deliğine taş koyacak mimar imkân pergelinin çizdiği dairede kalmamış. Ondan yalnızca bir kubbe kalmış. Cihan padişahı kubbenin iç yüzündeki şaşkınlık verici sanatları ve resimleri seyrettikten sonra yuvarlak dış yüzüne çıktı, Hz. İsa'nın göğün dördüncü katına yükselmesi gibi yükseldi. Katları arasındaki duvarlarının üstlerinden deniz gibi dalgalı zeminini seyrederek kubbe üzerine çıktı. Bu yıkılmaz yapının eklentilerini ve sonradan yapılan yerlerini yıkılmış görünce, âlemin geçiciliğini ve kararsızlığını ve sonunda yıkılıp yok oluşunu düşünüp, üzüntü duyarak, şeker saçan ağzından şu beyit kulağıma yetişip gönül levhama yazıldı: Örümcek Kisra'nın penceresinde perdedarlık yapıyor Baykuş Efrasiyâb'ın kalesinde nevbet vuruyor.
Tekrar Edirne'ye...
Dünya padişahı bu yapının durumu ile ilgili genel bilgi edindiğinde, kalan özel yanlarıyla ilgilenmedi, "Daha önemlisi var, ona bakmak gerek" diyerek atını kutlu ordugâha yöneltti. Divan oldu, inançsızlığın ileri gelenleri olan esirlerin şeytanlarını bölük bölük getirdiler. Kimi yasa kılıcına katıldı, yani öldürüldü, bir bölüğünün bir işte kullanılmak üzere sağ bırakılması buyuruldu.
Görmüş geçirmiş, iş bilir bir beğ kişi olan Karıştıran Süleyman Bey'i vali olarak atadı; şenlikli ve bayındır olması dilendiğinden yapılması gerekli işleri ona ısmarladı, kendisi dileklerini elde etmiş olarak Edirne (Allah onu fitneden korusun.) tarafına yöneldi.
* Fatih dönemi tarihçilerinden Tursun Beğ'in (1420-1499) Tarih-i Ebü'l-Feth eserinin İstanbul'un fethi ile ilgili bölümünden derlenmiştir. Hem coşkulu Türkçe için hem de bu Mayıs ayında fethi bir kez daha anmak için…