‘Sen’ neredesin?
‘Seni seviyorum’ sözündeki bütün sesin oluşturduğu güven sahasını düşünelim diyorum yani. ‘Seni’ ve ‘seviyorum’ kelimelerinin yan yana gelişindeki, kendiliğinden doğan izahı… Bir teklif değil sadece bu, bir ispat aynı zamanda. Örneği içinde saklı bir sonuç bildirgesi. Artık, gerekçelerini ve ispatlarını soramayacağımız, sağlamasını ilk elden talep edemeyeceğimiz bir eşiğin karşısında bırakır bizi bu söz.
Zayıf ışık, göstermek için değildir. ‘Bir şeyi’ göstermek içindir. Böyleyken neden ona ‘zayıf’ diyoruz peki? Çünkü İsa’nın doğumuna raptettiğimiz tarihimiz 2017 rakamını gösteriyor. Gittikçe çürüyoruz demiyorum. Neyi merkeze aldığımıza, neyin merkezinden hareketle dünyayı anlamaya, anlamlandırmaya çalıştığımıza vurgu yapıyorum.
Müstakil bir ‘ben’ tarifimiz var mı, yoksa ‘ben’ tarifimizi de başka bir merkezden hareketle mi yapıyoruz? ‘Bir şeyi’ göstermek amacındaki ışığa ‘zayıf’ diyoruz. Çünkü her şeyi göstermiyor. Onun için zayıf. Çünkü her şeyi görmek istiyoruz.
Işığı biraz kısmaya ihtiyacımız var sanki. ‘Lambayı uyandır’daki teklif de buydu zaten kalbimize. Kimden işitirdik bu teklifi? Artık onlar yok. Nuri Pakdil, ‘Tek bir tekke kalaydı, lambaları yanaydı’ demişti. Kalmadı. Yandık. Şimdi oralar kötü yerler. Öyle diyorlar. Biz de tekrar ediyoruz.
“İnsanın, insan olmak hususunda bir anlatıya giriştiğinde irdeleyeceği hep kendisi olacaktır. Hiçbir özgün kuram, ‘öteki’nden çıkmaz. Her şey ‘kendi’nin kuramıdır. Öteki, ancak bir ilişki sürecinde, ‘öteki’nde ‘kendi’ni bulmak içindir.”
Her şeyi görüyoruz. Çağımızın büyük kötülüğü bu. Çünkü nazar, görülende olduğu kadar görende de iz bırakır. Evet, her şeyi görüyoruz. İhtiyacımız olan son şey buydu aslında. Ama biz bunun içindeyiz artık. Talep ettiğimiz de bu, varlığımızı raptettiğimiz şey de… Işığı biraz kısabilseydik eğer, gerçekte bizi ilgilendiren ‘asıl’ şeyleri görme imkânımız olabilirdi belki. Şimdi ışıklar sonuna kadar açık. Bunu da daha iyi görme kastıyla yaptık. Fakat neredeyse hiçbir şeyi göremez olduk. ‘Gözleri vardır ama görmezler’ hitabı, ‘sen’i ve ben’i değil, ‘onları’ muhatap alıyordu. Giderek ‘sen’ ve ‘ben’ ambalajının altında ‘onlara’ benzeştikçe, gözlerimiz kamaşıyor farkında mısın? Değilsin! Değiliz!
I.
‘Sen’ neredesin? sorusundaki ‘sen’in vurgusunu bir kez de yazarak yapmak isterim. Bu bir soru. Her soru gibi, cevabından daha önemsiz zannediliyor. Tekrar ederim ki, her soru bağımsız olarak en az cevabı kadar kıymetlidir. Hatta bazen iyi sorular, bağımsız olarak cevabından çok daha fazla kıymetlidir. Aramamız gereken şey, cevap değil doğru sorudur artık. Çünkü doğru soru, cevabın yolunu her zaman içinde saklar. Ama buna vaktimiz yok. Geçelim.
‘Sen’, Türkçemizde bir zamir. İkinci tekil kişiyi imliyor. Zamirler malum, varlıkların adları yerine kullanılıyor. Bir ‘şey’in yerine yani. Bugün gerçekten ‘belirli’ bir şeyin yerine mi kullanıyoruz peki? Yani A dediğimizde, onun B’den başka bir şey olduğunu ifade etmiş oluyor muyuz? Ya da şöyle; kastımız böyleyken gerçekten o ayrımın ‘gerçek’ olduğunun altını çizebiliyor muyuz artık? Söylemeye çalıştığım şu: ‘sen’ dediğimiz şey, ‘o’ dediğimiz şeyden başka bir şey. O fark gerçekten varsa ‘sen’ ile ‘ben’ arasında, ‘biz’ ile ‘onlar’ arasında bir fark var demektir. O fark gerçekten yoksa hepimiz giderek aynı şeye benzeşiyoruz demektir. Korkmamız gerekirken korkmadıklarımız, emin olmamız gerekirken emin olmadıklarımız yüzünden gelecek başımıza ne gelecekse. Acı.
- ‘Sen neredesin’ soru cümlesinde üzerine asıl düşünmemiz gerekirken, baştan beri biliyormuş gibi davranıp da hiç de düşünmediğimiz ‘asıl’ soru, ‘neredesin’ değil; ‘sen kimdir’ sorusudur. Yer kolaydır, bulunur. Ama her şey göründüğü için, o gürültülü keşmekeşin içinde asıl görmemiz gerekirken sıklıkla görmediğimiz mesele de budur.
‘Din nasihattir’ buyurmuştu Efendimiz. Tekrar, tekrar edilmesi üzerine bir vurgu bu. ‘Sen’, ayırıcı bir şahsiyet vurgusudur. Ve bu vurguyu tekrar etmezsek yitirmek tehlikesiyle karşı karşıya kaldığımız bir ‘var eden’dir. Ama zaten ‘var’ız değil mi? Bu kadar kolay.
‘Sen’ dediğimizde ‘o’ndan başka bir şeyi kastetmemiz gerekirken, gerçekten başka bir şeyi işaret etmiş oluyor muyuz, olmuyor muyuz? Soru bu. Ama bu soru burada dursun şimdilik.
II.
Önce kadim kuralı hatırlayalım: İsimlendirme, tanımlayan şeyden hareketle yapılır. Bir fiil, tek başına özneyi kendisine dönüştürmez. Onun tanımlayanı olamaz. Özneyi kendisine dönüştüren şey, öznenin tanımlayanı olabilir ancak. Eğer bardak dediğimiz şey, bütün anlamlarıyla içinden su içmeye yarayan küçük kap parçası ise bardak dediğimiz şey sadece odur. Mesele, ‘su içmek’tir elbette. Ama şartlar gereği içine bir ya da birkaç kez su koyarak içtiğimiz her (hangi bir) şeye bardak demeyiz, diyemeyiz. Ama aynı işi gerçekleştirmiş oluruz onunla da. Buna rağmen, ona bardak demeyiz. Neden? Çünkü tanımlayanı değildir. Bir şey, bir süreliğine bardak gibi vazife gördü diye ona bardak demeyiz, diyemeyiz. Yalnızca bardak, bardaktır.
Dünyadayız ama dünyadan değiliz. Varlığımız, dünyadan ve içindeki her şeyden ayrı bir şey olarak özel bir varlığı işaret ediyor.
Bunu canımızı sıkacak şekilde de söyleyebilirim: Yalnızca insan, insandır.
Yemek ve içmek, canlı olmak bakımından insanın tanımlayanı olabilir; ancak insan olmak bakımından insanın tanımlayanı olamaz. Uyumak, çoğalmak ve bir sürü diğer şeyler de canlı olmak bakımından bizi tanımlayan olabilir. Peki ya insan olmak bakımından tanımlayanımız nedir? Bizi ne tanımlıyor gerçekten?
Selam onun üzerine olsun, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, parlak ışıkların insanı artık göremez hale getirdiği o kargaşadan kaçarak sığındığı Hira’da, âlemlerin rabbi, çok uzun yıllar sonra insanoğluna doğrudan temas etmişti. Bilinir, ilk vahyin hikâyesidir bu. Yine bilinir ki ‘Oku’ emriyle başlayan ve insana uzuncadır kaybettiği şahsiyeti yeniden kazandıracak serüvenin hikâyesi de budur. Onlar da anlasınlar diye şöyle de ifade edebiliriz: Tanrı, uzun yıllar sonra Cibril aracılığıyla insana temas ettiğinde, ilk kez dünyayı ‘oku’masını söylemişti. Sonrasında inen diğer ayetleri önümüze koyduğumuzda aklımızda beliren harita da netleşecektir. Alak Suresi, Kalem Suresi, Müddessir ve Müzzemmil Sureleri… Bizzat Resulullah’ın şahsında insana, bir ‘ben’ idraki söylüyordu ilk inen ayetler. Bir ‘ben’ idraki! Yani ‘sen’ varsın hatırlatması… Sahi şimdi ‘sen’ neredesin?
Net bir şekilde ‘sen, haysiyet ve şahsiyet sahibi olmak bakımından diğer/ler/inden ayrı ve başkasın’ deniyordu. Ve bunun hatırlatılmasını, insanın bu hususta uyarılmasını öğütlüyordu. Vahyin, insanı yaratanın, yarattığı ve şerefli kıldığı insana, şerefli kalabilmesinin imkânını gösteren yegâne bütün olduğunu düşünürsek, haysiyet ve şahsiyet sahibi müstakil bir ‘ben’i mümkün kılacak yolu da anlamış oluruz. Sorular gelir bu kerteden sonra.
- Mesela şeref? Ne yaparak şeref sahibi olur, kendimizi şerefli bir insan kılabiliriz? Soru budur. Yoksa zannettiğimiz gibi, doğduk ve zaten şeref sahibi miyiz? Bu çağın içinden geçerken bile mi?
Şunu daha önce de söylemiştim: Dünyadayız ama dünyadan değiliz. Varlığımız, dünyadan ve içindeki her şeyden ayrı bir şey olarak özel bir varlığı işaret ediyor. Etmesi gerekirdi. Normalde tabi. Peki, öyle mi? Öyle değil.
Gelin ve beraber üzülelim o halde. ‘Sen’ diyerek her birimizi tek tek dünyanın geri kalanından ayıracak bir güvenlik sahasından uzunca zamandır uzağız. Müstakil ve ayrı bir şahsiyet olarak ‘sen’ yok ortada. Müstakil ve ayrı bir şahsiyet olarak ‘ben’ yok ortada. Kıyametimiz: herkesleşme. Başkası gibi bakıyor, başkası gibi görüyor, başkası gibi duyuyor, başkası gibi hissediyoruz. Bu kadar çok ‘başka’da üzgünüm ki bir ‘sen’ yok!
III.
Naif ve kırılganız.
Sorun yok. Güzel olan her şey kırılır demiştim zaten. Bu kaçabileceğimiz bir son olmadığı gibi açıklıkla ifade ederim ki, kaçmamız gereken bir son da değil. Güzel olan her şey kırılacaksa, varsın kırılalım diyebiliriz bir yandan. Güzel oluşumuzun ispatı olur önce bize. Irmak akar, cümlesindeki teklif neyse bu da odur. Kırılmak kötü bir son değildir belki. Belki, modern dünyanın her yerde, her şekilde, her zaman ‘güçlü ol’ salıklarına kulak asmazsak gerçekte ‘güçlü’ olacağızdır? Belki, günün sonunda kırılmak da peşinde olmamız gereken güçlülüğün göstergesi olacaktır. Kim bilir?
Sen ve ben. Elbette sen ve ben bileceğiz bunun böyle olup olmadığını. Anlamak mümkün mü? Anlamak mümkün. Çünkü inanıyoruz. Daha büyük bir ferahlık var mı? Ferahlık için değil ama inanışımız, insan olduğumuz için…
Güzel olan her şey kırılır demiştim zaten. Bu kaçabileceğimiz bir son olmadığı gibi açıklıkla ifade ederim ki, kaçmamız gereken bir son da değil. Güzel olan her şey kırılacaksa, varsın kırılalım diyebiliriz bir yandan. Güzel oluşumuzun ispatı olur önce bize. Irmak akar, cümlesindeki teklif neyse bu da odur. Kırılmak kötü bir son değildir belki. Belki, modern dünyanın her yerde, her şekilde, her zaman ‘güçlü ol’ salıklarına kulak asmazsak gerçekte ‘güçlü’ olacağızdır?
İnanıyoruz. Aksi için makul bir gerekçe olmadığı her şartta inanmayı seçiyoruz. Allah’a inanmayışlarını bilimsel soslarla süsleyip, büyük bir gururla -ki kibirdir bu emin olun- dile getirenlerin anlamadığı şey de burada gizli: Biz, insana bile inanan insanlarız. Bu kadar şeyden sonra bile…
‘Seni seviyorum’ sözündeki bütün sesin oluşturduğu güven sahasını düşünelim diyorum yani. ‘Seni’ ve ‘seviyorum’ kelimelerinin yan yana gelişindeki, kendiliğinden doğan izahı… Bir teklif değil sadece bu, bir ispat aynı zamanda. Örneği içinde saklı bir sonuç bildirgesi. Artık, gerekçelerini ve ispatlarını soramayacağımız, sağlamasını ilk elden talep edemeyeceğimiz bir eşiğin karşısında bırakır bizi bu söz. Yeryüzünde belki de en çok tekrar edilen, buna rağmen büyülü derinliğini yitirmeyen nadir sözlerden biri.
Bunun gibidir işte: ‘Seni seviyorum’ sözüne karşılık, ‘bunu nereden bileceğim’ sorusunu soramazsınız. Kurulan cümlenin doğru olup olmadığını bilirsiniz sadece. Ayrıca belgelendirmeye gerek yoktur bunu. Üstelik imkân da yoktu. Bilirsiniz fakat bu bilgi öyle bilimsel olanın aletli tezgâhına da mantık ilminin cetveline de gelmez.
Ama müstakil bir ‘sen’ varsa mümkündür bu. Aksi muhal. Üzgün değilim.
Canımızın sıkılmasından pervamız yoksa daha da açık konuşabilirim. Bir haysiyet ve şahsiyet inşası bakımından ortada belirli, diğer/ler/inden ayrılmış bir ‘sen’ yoksa, ‘seni seviyorum’ cümlesindeki yönelimin kendisi bile, cümle hangi çağda kurulmuşsa o çağın modern belirleyenlerine yönelik bir övgü ve yönelim olmak zorundadır. Gerçek bile değil yani.
Dedim ki, ‘seni seviyorum’ cümlesi, sebepleri kendiliğinden bir iradedir. Elbette normal şartlarda. Bugünkü dünyamızda, ‘seni seviyorum’ cümlesi, ortada ‘belirli’ bir ‘sen’ olmaması açısından başka bir şeye yönelmiş bir iradededir. Ama ihtiyar değildir. Kirli gerçeklik zamanları diyelim bu günlere. Çünkü ortada diğer şeylerden ihtiyari olarak ayrılmış bir ‘sen’ ve bir ‘ben’ yok. Haliyle sevmek de yok.
- Sahici bir şeyden söz ediyorum. Yoksa elbette var. Işıklar parladıkça kamaşan gözlerimize göründüğü kadar gerçek ama. Her şey ‘çok’ göründüğü için gözlerimizi kısmak zorunda kalıyoruz. Ondan göremeyişimiz. Oyalanıp duruyoruz.
Asıl yapmamız gereken şeyler, yapmak istediklerimizle uğraşırken farkında olmadan ıskaladığımız şeylerdir belki de. Belki de anahtarın nerede olduğu konusunda yalan söylemişlerdir bize.
Yıllardır aradığımız anahtarı bulduktan sonra sevinçle geri dönerken, ya aslında bir kapının olmadığı gerçeği ile karşılaşırsak? Kenarından geçip gittiğimiz gerçek ya buysa? Durup sormak, sorup sarmalamak gerekiyor içinde olduğumuz şeyi. İçinde olup, dışından kuşatabilmek… Hikâyemizin zorluğu budur işte. Alçak yer demekti ya da dünya, buradaki imtihanımız da bu işte.
Nasıl çözeriz bu düğümü, büyük sorusunun cevabını başka yerlerde aramaya hacet yok diyorum aslında. ‘Sen’in nerede olduğunu bulursak kendiliğinden çözülecek belki de her şey.
‘Sen kendini bilmezsen’ demişti ya Yunus Emre, odur. Yoksa Jung, dünkü çocuktur.