Dünya görülmez ama duyulur
Ele geçirilemeyecek hazinen kalbin senin. O yüzden bu çağın bütün hamleleri oraya yönelmiş durumda. Göğsüne nişan aldıklarına bakma. Vurmak istedikleri kalbin çünkü. Gözünü kapatmazsan asla göremezsin. Görmeye çalışma, duy bunu.
“Çoktandır yabancı bir cismin kalbime sürtünmekte olduğunu biliyorum. Tecrübesiz olsaydım kalbimi seçmelerindeki düşmanlığı anlayamazdım.”
Cahit Zarifoğlu
Modern edebiyatın inandırmaktan çok şaşırtmak olduğunu söylemişti Camus. Kabul fiyakalı bir söz bu, giderek büyülü: Gözünü kapat ve gör. Ama şaşırtmak için değil, bilakis bir hakikati belki bininci kez yeniden dile getirmek için.
Bininci kez bir kez de burada dile getirmek için. Kabul etmesek de açık: Bir ‘tanım’a bile tekrarlarımızla kavuşuyoruz. Bozarak fiyakalı bir tanım yapayım buna: Ezberin neyse sen de osun. Tekrarlarımızla ‘biz’ diye bir parantez açıyor, tekrarlarımızla giriyor yahut girmiyoruz oraya. Bugün artık kabul etmek zor gelse de din hayattır. Ve elbette nasihattir. Hayat da nasihattir. Yani tekrarlar ile koruruz elimizdekileri. Ezberlediklerimizle. Eve dönmek gibi düşünün bunu. Her gün eve dönmek gibi… Modern dünya da tersiyle bunun aynısı değil mi zaten? Ezberleme, ezberiyle hükmünü yürütüyor o da. O da yeniliğin tekrar edilmesinden başka bir şey mi sanki? O da hızın tekrar edilmesinden başka bir şey mi ki? Değil. Atomdan bomba çıkarabilen adam, bize hızın bir üst sınırı olduğunu da söylemişti. Yani giderek hızlanamaz, sabit kalır ve o hızı tekrar eder. Ediyor da bu yüzyıl. Tekrarlar yüzyılı.
Gözünü kapat ve gör
Fiziksel bir yasa: görmek için göze değil önce ışığa ihtiyaç var. Işık var mı? ‘Tanrım ne kadar karanlık’ diyecek değilim. Bir kavram olarak zamandan söz ediyorum; önce zamana ihtiyaç var. Bir ilke olarak hakikatten söz ediyorum; önce göze değil, gönle ihtiyaç var. Tıpkı zekâya değil, akla ihtiyacımız olduğu gibi. Kabul çok yenildik. Kabul, yetmez mi dedik. Giderek her şey gibi bu da bir tekrara dönüştü.
İlk cesamet kazandığı yerde, dünyayı görmeye çalıştık. Kaba hatlarıyla iki yüz yıl önce işte. Bunun bir kabahat olduğunu fark etmeksizin dünyayı görmeye çalıştık, çalışıyoruz, belki çalışacağız. Hâlbuki dünya görülmez ama duyulur. Çünkü tekrarımız Batı, dünyanın görüleceğini öğretti bize. Kabahat sadece onlarda değil, onlar da dünyanın görülebileceğini sanıyor. Biz de. Onlar da dünyanın duyulabileceğini anlamıyor. İki yüz yıldır biz de… Hayır! Gerçekten görseydik, yaş akabilirdi gözümüzden. Bunu söylüyorum.
Gözünü kapat ve gör
Bir ilke. Bir nasihat. Tekrara dönüşmesini tevekkülle ummamız gereken en sahici eylem. Gerçek değil belki ama hakikat. Görmek için göze ihtiyaç olmadığını vazeden bir anlayışın mücessem ifadesi. Öyle mi? Gerçekten öyle. Görmek için göz, ihtiyacı olan son şey insanoğlunun. Gözünü o kadar açıyor ki bunu bile görmüyor. Neydi atalar deyimi: gözü açık. Olumsuz anlamın bütün yükü bu deyimin sırtında. Yani öyle pek matah bir şey değil… Bunu dediğimiz yerde ‘modern paket’ eleştirilerin karşısında bulacağız kendimizi. Çünkü gözünü açmak ve görmek en soylu (!) eylemi bu çağın insanının. Görmek istiyor, görüntülerde kaybolacağını fark etmiyor çünkü. Ne gibi? 1950’lerin insanı gibi: ‘Gazete okur ve zina yapardı.’ ‘Soy’un ‘ırk’a tebdil edildiği sözlüklere sahip bir çağ bu. ‘Anlaşılmayacaksın ey kanatsızlık’ gibi…
Hayır! Çağımdan iğreniyor değilim. Onu yumrukluyorum. Hepsi bu.
Gözünü kapat ve gör
Soylu bir vaaz. Dünyayı kavrama imkânı sunacak denli derin bir ilke. Evet, görmek için göze ihtiyacımız yok. Bu açık. Ama görmek için gözümüzü açmamız gerektiğini söylüyor, çepeçevre kuşatıldığımız bu yüzyıl bize. Hâlbuki gözümüzü kapatmadıkça asla göremeyeceğiz. Çünkü gördükçe anlamın kendisini yitiriyoruz.
- Modernizm sabit görüntülerle inşa edildi. Post-modernizm ise hareketli görüntünün zamanını kırarak… Anlamak mı istiyorsun? Görüntüyü reddet! ‘Kar, karga, kargaşa’ gibi giderek bozuluyor çünkü anlamın ele geçişi… Giderek olmazsa olmazı oluyor görüntü her şeyin.
Klipsiz şarkı olur mu? Şarkı klipsiz olur. Ama bu çağın insanı, göremediği şeyi dinlemiyor da. Dinleyemiyor da. Çünkü imajsız düşünemiyor. Kırıcı. Hayır! Fotoğrafa karşı değilim. İnstagramda kimse fotoğraflara bakmıyor çünkü. Bu da mı görülmüyor? Bu.
Bütün namlular sana doğru...
Yobazlığa Övgü’sünde Çobanoğlu, sevgiliden yadigâr ipek bir mendil gibi taşırlar göğüslerinde imanlarını demişti. Kıskanmanın gelip de soylu bir eyleme dönüştüğü yer tam olarak burası işte. Üzerine titremezsen hazinenin, üzerine titreyeceğin bir hazinen kalmaz çünkü. Sana ait olanın üzerine titizlenmek bu. Hastalık değil asla. Hastalık, sana ait olmayanı sahiplenmek. Ele geçirilemez bir hazineye sahipsen, bil ki her hamle o hazineyi kırmaya yöneliktir. Sihirli bir kelimeyi söyler gibi paranoyadan söz edenlere bakma, bil ki bütün namlular senin kalbine yönelmiştir. Ve zaten senin vazifen, kalbindir.
Çünkü ele geçirilemeyecek hazinen kalbin senin. O yüzden bu çağın bütün hamleleri oraya yönelmiş durumda. Göğsüne nişan aldıklarına bakma. Vurmak istedikleri kalbin çünkü. Gözünü kapatmazsan asla göremezsin. Görmeye çalışma, duy bunu. Tecrübesiz olma, üzerine titre. Ele geçirilemeyecek hazinen kalbin senin. Dünyanın en zengin ülkesi değilken, dünyanın en çok yardım eden ülkesi olmanı sağlayan şey senin hazinen mesela. Anlamadıkları ve anlamadıkları için kırmak istedikleri şey de bu. Bil ki tebessümleri bile bunu ele geçirmek için.
“Seni uçurmazsa yandın kuşları da uçuran” diyor ya şair, bunu da unutma. Hedef tahtasında sen varsın. Böyle inanmazsan yandın. Böyle inanmazsan yandığının bile farkına varamazsın.