Ny-istanbul Express hattı

ELİF EDA
Abone Ol

Nihayet 1 dolarımı bozmayı kabul eden bir “bakkal” bulup telefonlardan birine sarılıyorum. İlk25’liği yutuyor şeref yoksunu telefon! Koşarak uzaklaşıyorum oradan, bir başka ankesörlü telefonbuluyorum. Çalışıyor. Karşı tarafın telefonu da çalacak gibi oluyor ancak telesekreter çıkıyor veben tabii ki “telesekretere konuşamayanlardanım.”

New York’ta yaşamaya alışmak umduğumun aksine bir hayli zor oldu. Yani leş gibi kokan bir şehir, farelerin aileden sayıldığı bir sosyal hayat, kalorifer böceklerinin akşam yemeğine misafir olarak katıldığı bir ev tahayyülüm olmadığından belki...

Atlantic Avenue’de kara büyü
Cins

İlk birkaç hafta nadiren sokağa çıktığım günlerde etrafımda olan bitenin gerçekliğini algılamakta ciddi sıkıntı yaşamıştım. Gördüğüm herhangi bir şeye dokunabileceğime inanmam mümkün değildi; zira hepsini dev bir televizyon ekranından izliyordum. Üstelik bütün çekimler alt açıdan yapılmıştı.

Henüz kendime bir telefon hattı dahi edinmediğim o ilk günlerden bir gün belgesel filmciliği programına kabul aldığım okula kayıt yaptırmak üzere yola çıkmam gerekti. Sanırım hantal Amerikan bürokrasisiyle ilk karşılaştığım gün oydu.

İnsanın hayır’dan başka söyleyecek sözü nasıl olmaz! Hani her şey mümkündü Amerikan rüyasında?” diye söylene söylene yürüyorum nemli yaz havasının bulanıklaştırdığı caddelerde.


Sureta beyaz Amerikalı bir insan olan bürokrasimiz aslında kartonpiyer kaplamadan halliceydi. Neresine vurursam vurayım aynı sesi alıyordum: Peki şöyle olsa mümkün mü? NO. O zaman şunu denesek? NO. Hmm, acaba şu açıdan yaklaşsak mantıklı bir orta yol bulamaz mıyız? NO. Çıkabilir miyim? NO. Emin misiniz? NO. İyi, çıkıyorum o zaman ben.

“İnsanın hayır’dan başka söyleyecek sözü nasıl olmaz! Hani her şey mümkündü Amerikan rüyasında?” diye söylene söylene yürüyorum nemli yaz havasının bulanıklaştırdığı caddelerde. Metro istasyonlarının sesini dışarıya taşıran mazgallar yaşlı birer ejderhaya dönüşmüş... Alev püskürtemeseler de yüzüme yüzüme üfledikleri sıcak nefesleri sinir bozmak için yeterli. Cep telefonum yok ve buluşmam gereken kişiye ulaşmak için lanet olası ankesörlü telefonları kullanmam gerekiyor. Size 25 centleri imha edersek tüm Amerikan sistemini çökertebileceğimizden bahsetmiş miydim? Burada otomatlar, çamaşır makineleri, sokak kenarlarındaki otopark ödeme cihazları 25 centle çalışıyor ve tabi ankesörlü telefonlar da...

Nihayet 1 dolarımı bozmayı kabul eden bir “bakkal” bulup telefonlardan birine sarılıyorum. İlk 25’liği yutuyor şeref yoksunu telefon! Koşarak uzaklaşıyorum oradan, bir başka ankesörlü telefon buluyorum. Çalışıyor. Karşı tarafın telefonu da çalacak gibi oluyor ancak telesekreter çıkıyor ve ben tabii ki “telesekretere konuşamayanlardanım.”

Yürüyecek isteğim yok. Oturacak yer yok. İki kaldırımın birleştiği köşede yüzümü caddeye dönüyorum. “Hey dostum lanet olsun böyle şehre!” diye haykırmamak için kendimi zor tutuyorum. Fakat yüz ifadem içimden geçenleri bir hayli ele veriyor olmalı ki nereden çıktığı belli olmayan içi çöp dolu koca siyah bir poşet gelip haşırtılı bir çaat sesiyle suratıma çarpıyor.

Yürüyecek isteğim yok. Oturacak yer yok. İki kaldırımın birleştiği köşede yüzümü caddeye dönüyorum.

Merhaba Manhattan, seninle tanıştığıma ben de çok memnun oldum!

  • Bıkkın, yorgun ve kabul aldığım okulun öğrencisi olamayacağım ihtimalinin verdiği sıkıntı ile her beş-altı sokakta bir gökdelenler arasına yerleştirilmiş olan küçük parklardan birine sığınıyorum.

Sığınmak ne ya! Ne sığınacağım ben elin Manhattan’ının parkına! Öyle kendimi bir banka atıveriyorum, bırakıyorum, vazgeçiyorum... Seni yenecektim ama insan da ne heves ne hal bırakıyorsun be Manhattan!

Allah’ım söylesene niye buradayım ben? Bir telaş, bir sevinç, bir şevkle beni buralara kadar gönderen sen değil miydin? Yoksa bir çocukluk hayalinin peşinden buralara kadar gelmekle çok mu büyük bir suç işledim? Ayaklarım yere mi basmalıydı? Bana lütfettiğin ömrü ziyan mı ediyorum?

Aklımdaki deli sorular omuzlarıma bindikçe olduğum yerde iki büklümleşiyorum. Derken...
‘’Es-Selamualeyküm sister.’’

Başımı gömdüğüm içimden çıkartıp sesin kaynağına yöneliyorum. Kırçıllı beyaz sakalıyla elmacık kemikleri çıkık bir adam soluk çizgili entarisi ve elindeki uzun tesbihiyle bana gülümsüyor.

Ny-İstanbul Express Hattı: Gregor Samsa’nın cesedi
Cins

Ses ondan geliyor eyvallah. Fakat sahibi bambaşka. O anın ve o adamın ve o sesin ve dahi benim de sahibime gülümsüyorum.