Atlantic Avenue’de kara büyü
Zeynep’in ayakkabıları yere düşüyor. Tamda merdivenlerin sonundayız. Eğilip almayaçalışıyorum. İnsanlar hiç oralı olmadanyanımdan geçiyor. Bir bakıverseler sahidenburunları düşecek yere sanırım.
Zeynep’le metronun merdivenlerinden aşağıya yol alıyoruz. New York’tan döneli birkaç ay olmuş. Kızım kucağımdan inmeyi reddediyor. Reddetsin zaten, yaşı bir buçuk bile değil. Fakat kafam bozuk... Sırtımda kamp çantası büyüklüğünde bir çanta, kucağımda Zeynep, elimde -neden bilmiyorum- ayakkabıları. Ama mesele bu değil. Mesele oradan buraya gelmiş olmak. Sanki kraliyet topraklarını at üstünde geçiyor gibi burunlarını yere düşürmeyen bu suratsız insanlarla alt tarafı bir yürüyen merdivenden iniyor olmak. Ne işim var lan benim burada? Ne? Lan mı? Lan tabi! Herkese çok kızgınım. Alacakları olsun.
Zeynep’in ayakkabıları yere düşüyor. Tam da merdivenlerin sonundayız. Eğilip almaya çalışıyorum. İnsanlar hiç oralı olmadan yanımdan geçiyor. Bir bakıverseler sahiden burunları düşecek yere sanırım.
Bir flashback ışık hızıyla parlayıp sönüyor bakışlarımla ulaşmaya çalıştığım minik beyaz spor ayakkabılar arasında.
Henüz beş-altı aylık olan Zeynep’i bebek arabasıyla metro merdivenlerinden güç bela yukarı çıkarmaya çalışırken -asansör her zaman olduğu gibi bozuk zira- siyahi bir Amerikalı sessizce yaklaşıp arabanın tekerlek kısmından tutuveriyor. ‘Yardım lazım mı?’ diye sormuyor bile. Birlikte tıpış tıpış çıkıyoruz yeryüzüne ve daha teşekkür etme fırsatı dahi bulamadan geldiği gibi sessizce uzaklaşıyor adam. Amerika’da herkes bir süper kahraman ama sanıldığının aksine ten renkleri o kadar da açık değil.
Neyse... Parmak uçlarım ayakkabılara değiyor nihayet. İçimde bir küfür kıyamet... Dokunsalar ağlayacağım. Burada niye kimse birbirini sevmiyor?
Yolculuğun sonunda gene bir yürüyen merdivende bu sefer yukarıya çıkarken önümde bir grup genç ne kadar da sanatsız, zevksiz, korkunç, berbat, köylü vesaire vesaire bir metro istasyonunda olduğumuzun zeka taşan esprilerini yapıyor kendi arasında. New York’ta, Londra’da öyle miymiş hâlbuki? Ah bu ülkede çektikleri zulüm ne imiş böyle, demeye getiriyorlar. Metro duvarlarındaki yüksek sanattan beslenemedikleri için sanırım az sonra önünde buluşacağımız asansör, kapılarını açar açmaz hücum etmek suretiyle kucağımdaki kızımla beni kapı dışında bırakıyorlar. Bakışıyoruz öylece. Onlar içeride biz dışarıda.
Aramıza gene bir flashback giriyor.
Bu sefer Zeynep kucağımda da, arabasında da yok; çünkü henüz içimde. Shrek’ten hallice bir vaziyetteyim. Üstelik geç vakte kadar kurgu yapmışım. Gözlerim ayrı ağrıyor, belim ayrı... Hem yaşlıyım huysuzum biraz şişmanım... New York git başımdan, seni seviyorum.
Hep kullandığım B treni gece 10’dan sonra çalışmadığı için okula en yakın istasyondan beni eve götürecek diğer hatta -Q trenine- aktarma yapmak üzere N trenine biniyorum. Atlantic Avenue durağında indikten sonra Q’ya ulaşabilmek için bir müddet yer altından yürümek gerekiyor. Dayan, diyorum içimden; az kaldı. Buram buram idrar kokan geniş koridoru geçip Q treninin yanaşacağı platforma inen merdivenleri tavandan damlayan kahverengimsi suya yakalanmadan üçer beşer atlıyorum. Platformda bir gariplik var. Adamın teki bekleme banklarından birinin önünde dikilmiş milleti kışkışlıyor. Hayır, kendi de oturmuyor koskoca banka. Elbette merak ediyorum.
Çünkü bu benim işim.
Bekleme bankının üzerinde ağzı açık bir kadın çantası. ‘Aa pek de güzelmiş’ dememe kalmadan içinden taşan hamam böceklerini fark ediyorum. Hay bin merak! İrili ufaklı kımıl kımıl bedenlerden mütevellit bir karanlık o güzelim çantadan önce platforma damlıyor, sonra raylara yayılıyor... Bir süre şaşkınlıktan büyüyen gözlerim ve ben öylece kalakalıyoruz. Yutkunup hala elini kolunu ‘gelmeyin, yaklaşmayın’ manasında sağa sola savuran adamcağıza bakıyorum. Göz göze geliyoruz. O da şehri adına utanmış gibi “ne yaparsın işte manyak mı yok?’’ diyor yüzündeki ifadeyle. Belki de “ Az ötede beklesene bacım, ne bakıyorsun?’’ diyordur. İngilizcem iyi de jest ve mimiklerde henüz tökezliyorum.
Aklım çantada takılı, fakat gözlerim raylarda beklemeye koyuluyorum. 15 dakika geçiyor, tren yok. Şimdilik sadece homurdanıyorum. Lanet olası federaller ve MTA! Bunu hep yapıyorlar. Bir kere de vaktinde gelin be kardeşim, filan falan. Yarım saat geçiyor. Diğer herkes gibi ben de hala bekliyorum. Tabi bu esnada çantayla ilgili teoriler geliştiriyorum. Bir yandan da raylarda sağa sola telaşla koşturan fare ailesiyle sohbet ediyoruz. Hamileliğimi geçirmek için bundan daha şahane bir mekân düşünemiyorum.
Kırk beşinci dakikanın sonunda bir anons: İkinci bir emre kadar bu istasyondan herhangi bir tren geçmeyecektir. O an çantanın sırrını çözüyorum: Birisi Atlantic Avenue İstasyonu’na kara büyü yapmış demek!
Son 45 dakikayı ümidi kırılmadan yapış yapış bir sıcaklıktaki, tavanından kahverengi suların damladığı, platformunda hamam böceklerinin cirit attığı, raylarında fareciklerin pikniğe çıktığı bu istasyonda geçirmiş olan şanslı bir güruh olarak yukarıya çıkıyoruz. Terbiyem müsait değil; fakat MTA dublaj Türkçesi ile ‘’lanet olası’’ manasına gelen o küfürden epey nasipleniyor.
İstasyon çıkışında bizi servis otobüsleri bekliyor. Yarı uykulu yarı kızgın epeyce gebe bir kadın olarak ümitsizce servis otobüsünün önünde caddeyi boydan boya kaplayan kuyruğa bakıyorum. Yutkunuyorum: ‘Cezamsa çekerim kaderimse gülerim’ diyerek ellerimi göbeğimin üzerinde birleştiriyorum. Sonra bir mucize oluyor: ‘Sen niye burada bekliyorsun bu halinle? Hadi bin çabuk şu otobüse’ diyor bir kadın. ‘Nasıl olur? Ya diğerleri?’ filan diye göz kaş edecek gibi oluyorum. Koluma girip beni otobüsün kapısına kadar götürüyor. Selamlaşıyoruz. Havai fişekler, konfetiler... Allah’ım hamileliğimi geçirmek için bundan daha şahane bir mekân düşünemiyorum!
Sanat soluyup sanat konuşan o bembeyaz tertemiz gençlerimiz yeryüzüne çoktan çıkmış olmalı. Onlardan boşalan asansör aşağıya inip bizi içine aldığında zihnimde sürekli şu cümleyi döndürüyorum: ‘Memleketim insanı sanata âşık birbirine kör.’