Gözünü kapat ve gör
Gözümü kapatıyorum ve görüyorum; yumurtaları soğuk sudan çıkarıyor şair. , hafif bir duman, daktilodan yayılan mürekkep kokusu, gömlek cepleri. Gazete seriyor masaya, Korutürk ölmüş. Peynir beyaz, yumurta beyaz, gömlekler beyaz.
Gözümü kapatıyorum ve görüyorum; Binbaşı Enver bey göğsündeki nişanlarını sökmüş Makedon dağlarına çıkıyor. Manastır’ın bütün camilerinde salalar veriliyor.
Bir çocuk ayaklarında terlikler, elinde bir somun ekmek bağırarak sokağa giriyor; Hürriyet, müsavat, uhuvvet! Manastır def gibi gergin, bir imparatorluk genişliğinde günler Balkan dağlarında ateşli bir hastalık gibi geçiyor. Bulgar komitacılar çocukların uykularına bir korku sıçraması gibi damlarken, öteberiyi denkleştiriyor anneler. Büyük Rumeli vedasına hazırlanırken Türkiye, kışın tutukluk yapan Alman revolverleri yağlanıyor sofalarda.
Manastır def gibi gergin, bir imparatorluk genişliğinde günler Balkan dağlarında ateşli bir hastalık gibi geçiyor.
Gözümü kapatıyorum ve görüyorum; sarı saçlarına mavi kurdeleler bağlamış bir kız sehpaya diz çökmüş temiz bir kâğıdı dolduruyor. Mahsus selam ediyor İnsihar tütünü saran yorgun adam. Kız yazıyor. Rahatları yerinde mi sor diyor, kız yazıyor. Doğandan ölenden sor diyor, kız yazıyor. Hükümete dilekçe verdim, burada herkese yer var diyor, kız yazıyor. Yolculuk zahmeti pek fena olsa gerek, sınıra kadar idare edilirse biz karşılarız diyor, kız yazıyor. Tütün sönüyor, adam küfrediyor, bunu yazma diyor kıza. Hasretle diyor, hasretle kucaklarım bunu yaz. Kız yazıyor.
Gözümü kapatıyorum ve görüyorum; yumurtaları soğuk sudan çıkarıyor şair. Kitaplar, sarı teksir kâğıtları, hafif bir duman, daktilodan yayılan mürekkep kokusu, gömlek cepleri. Gazete seriyor masaya, Korutürk ölmüş. Peynir beyaz, yumurta beyaz, gömlekler beyaz. Kan ter içinde bir oğlan damlıyor içeriye. Omzundakini atıyor yere, bir koli dergi. Beyaz haberler. Bembeyaz. Babamın ellerinde ellerim, küçük ve beyaz. Bir şiire başlayacaksan kendini korumayı öğreneceksin. Böyle mi dedi, yoksa ben mi dedim. Hatırlamıyorum.
- Gözümü kapatıyorum ve görüyorum; kaba ketenden gömleklerle taş mekteplere dolan kavruk çocuklar. Geometri ve Yahya Kemal öğreniyorlar. Ahmet Rasim’in pabuçlarını, milli iktisat kongresini, Akdeniz bölgesinin özelliklerini.
Yatakhanede kaşıkla portakal soyuyorlar geceleri. Leyli meccani. Doğan Avcıoğlu kalın gözlükleriyle Türkiye diyor, Türkiye’nin düzeni. Konya’dan bir mühendis bey aday olmuş bekçinin gazetesinde görüyor. Bir gülle gelen bahar, turunç reçeli ve imtihan kazandıran kitaplar gelip geçiyor işte.
Gözümü kapatıyorum ve görüyorum; sedyeden kan damlıyor, dirsekler boyunca yürümüş bir felaketin son emrini verir gibi damlıyor; Ricat. Ekmek ve yoğurt alırken, bakkal kargacık burgacık yazısıyla kaydederken adımızı çizgili defterlere, şaşal sularla çöküp kaldığımız kaldırımlarda otururken; basamadığımız zillere, bir türküyü 42 kere baştan dinlemeye falan işte hepsine damlıyor Ricat. Dirsekten böyle ağır ağır damlıyor, içinde ne varsa çekiliyor, soğuk demire yapışması gibi bıçağın öyle çekiliyor. Tırnova’dan ve Bakü’den ve Şar Dağları’ndan…
Gözlerimi kapatıyorum ve görüyorum; bir umuda geri dönmenin taze ve dolaysız anlatımını arıyorum baktığım her yüzde. Kreuzberg’de bir duvara sırtını vermiş ve Türkçe meydan okuyan Sivaslı çocuğun alnında çıkan damar gibi. Anlatabiliyor muyum? Yani kara kafalarımızla anlatmaya çalışıyoruz ya bir çocuğun sevincini, duyduğu zaman Ömer’in Müslüman olan öfkesini. Kreuzberg’de ve Ahlat’ın küskün sonbaharında düşürdüğümüz o kayıp zaman için geri dönmeye and içiyoruz.
Gözlerimi kapatıyorum ve görüyorum; Pacino’nun Sicilya’dan Doğu Harlem’e sürüklediği kara kafasını ve yorgun ve tehlikeli görünen bütün o diğer yüzlerin zihnimde birleşmesini. Kalbimi sıkıştırıyor yorulmuş bir anlamın gözlerinin içine bakmak. Yorulmuş bir anlamın topraklarında başım dönene kadar koşuyorum.
Durup, anlamı yorgunluğundan ayıracak bir şiir tasarlamak istiyorum. Bir dergi, bir söz, bir türkü, bir dost.
Gözlerimi kapatıyorum ve görüyorum…