Bilal Kemikli: Düşüncemizi üç isim özetler: Ebu Hanife, Matüridi ve Ahmet Yesevi
Bizim düşünce eksenimizin bir miğferi var. Üçgen biçiminde…Merkezinde Hazreti Muhammed var. Buna hakikat-i Muhammediyediyoruz. Bunun başında Ebu Hanife var. Hukuk olmadan düzen olmaz.Kamusal düzeni oluşturamazsınız. Zihniyet olarak, akıl olarak Maturidivar. Ama irfanımız, hakikat diliyle bizi buluşturan diğer köşede depirimiz Ahmed Yesevi var: Piri Türkistan.
- Ketebe Yayınları’ndan çıkan Türkçeyi Kuranlar dizisinin editörü Prof. Dr. Bilal Kemikli ile Ahmed Yesevi’den Cumhuriyete Türkçeyi, bir dilin kuruluş serüvenini, Türkçe’nin taşıyıcılarını ve dilin inşasını konuştuk.
Türkçe, Farsça ve Arapçanın ilmi ve dini açıdan ağırlığını koyduğu bir çağda ve coğrafyada gelişimini başlatan ve sürdüren bir dil. Nasıl oldu da Türkçe, böyle bir dönemde kendine bir alan açabildi ve bugüne ışık tutan eserler verebildi?
Türkçe’nin kendini bulması Türkçe’nin Müslümanlaşması ile alakalı. Dil Müslümanlaşır mı? Evet, dil de Müslümanlaşır. Zaten İslamlaşmaktan kasıt, bireyin değil zihnin İslamlaşmasıdır. Türkçenin kelime-i şehadeti Ahmed Yesevi ile olmuştur. Ahmed Yesevi Türkçeyi hakikat dili haline dönüştürdü ve gerekçesini de şöyle söyledi. Diyor ki; “Ayet, hadis manasını Türkçe demek evladır. Manasını anlasa, börkün çıkartır beyler” diyor. Börkünü çıkartmak nedir; bey börkünü çıkartır, secde eder. Beyin secde etmesi, yani Allah’a yönelmesi ancak ayet ve hadis manasını anlamasıyla mümkündür.
Biz biliyoruz ki Ahmed Yesevi, Yusuf Hemedani’nin öğrencisidir. Arapça ve Farsçayı biliyor. Çünkü Ahmed Yesevi’den önce Ebu Sid Ebu’l Hayr vardı. Ebu Sid Ebu’l Hayr büyük bir Türkmen bilgesidir. Ama Farsça söylemiştir. O dönem Türkçe yerine Farsça söylemeyi önemseyen bir idrak vardı. İlmi dil ise Arapçaydı. Arapça yazılıyordu. Ama Ahmed Yesevi çıktı, dedi ki hayır! Türkçe söyleyelim. Türkçeyi bilirse beyler, manasını kavrarlarsa börklerini çıkartır, secde ederler. Yani İslam’a hizmet ederler. Gerçek anlamda Müslümanlaşmış olurlar. Bir düşünceyi, bir zihniyeti ya da bir fikri tam anlayabilmemiz için onun kendi ana dilimizden olması gerekir. Bu bakımdan Ahmed Yesevi bir çığır açtı ve Türkçeyi hakikat dili haline getirdi. Türkçeyi İslamlaştırdı, Müslümanlaştırdı. Keza yakın dönemlerde Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i yazması da öyle… Bir yönetim ve siyaset bilimi kitabıdır Kutadgu Bilig. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’i yazarken aynı zamanda yine aynı coğrafyada, Ahmed Yesevi’nin hemen yanında…
O halde Türkçe, Ahmed Yesevi ile hakikat dili haline gelirken, Yusuf Has Hacib ile birlikte bir siyaset dili haline de geliyor.
Elbette böyle. Hacib’in arkasından Edip Ahmet Yükneki çıkar. Daha sonraki dönemlerde ama aynı coğrafyada. O da Atabet’ül Hakayık’ı yazarak ahlak inşa etmeye çalıştı. Bir ahlak kitabıdır Atabet’ül Hakayık ve aynı zamanda bir tasavvuf kitabı olarak da düşünülebilir. Böylece Türkçe, Edip Ahmet ile birlikte de felsefi anlamda hakikatin arayışına çıkacak mütefekkirler için bir dile dönüştü. Ve hemen akabinde Kaşgarlı Mahmud Divan-ı Lügat-it Türk’ü yazdı. Böylece Türkçe, artık ilim dili bilim dili sanat dili haline gelebilecek ve tanınacak bir dil haline geldi.
Peki, biz bu bilinci Anadolu’ya nasıl taşıdık? Anadolu’da Türkçe kendini nasıl var etti?
Önce niye bu tarafa geldik onu konuşalım. Çünkü dili insanlar taşır. Türklerin Asya’nın steplerinden Bağdat’a, Nişabur’a, Şam’a doğru gelmesine sebep olan Ebu Sid Ebu’l Hayr’dır.
Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Âşık Paşa ve Süleyman Çelebi. Dört tane yeter. Bunların her birisi bir köşe taşıdır. Her birisi kurucudur. Bunların hiçbirisi olmasa sadece Yunus olsa Türkçe yine kurulurdu. Yunus ayrı bir şey. Yunus’a insan âşık olur.
Bir kâmil insanın işaretiyle biz yola düştük. Mehne Baba diye bilinir Türkmenistan’da. Mevlana’dan 200 yıl kadar önce yaşadı, belki daha fazla… Ama Mevlana’nın bazı rubaileri Ebu Sid Ebu’l Hayr’a aittir. Niye onunla ilişkilendirdim. Çünkü önce göçün olması lazım. Selçuk’un çocuklarının, Tuğrul’un ve Çağrı’nın; Bağdat’a halifeye hizmet etmek için aşağı doğru inmesini onlara telkin eden bilgeyi tanıması lazım. Bu Türkiye’de pek bilinmiyor.
Evet, maalesef.
Selçuk vefat edince, eski Türk geleneklerine göre hanlık Sultanın çocukları arasında pay edilir. İki tane çocuğu var Selçuk Bey’in; Tuğrul ve Çağrı. Bunlar mirası nasıl değerlendirelim diye Ebu Sid Ebu’l Hayr’a geliyorlar. Ebu Sid Ebu’l Hayr diyor ki: Hayır malı mülkü bölmeyin. Biriniz buradaki şeyi koruyun biriniz de aşağı doğru ilerleyin. Ve Büyük Selçuklu Devleti böyle kuruluyor. Yani bir ideal üzerine, bir kâmil insanın işareti ile kuruluyor. Şunu demek istiyorum, artık Bağdat’a doğru, halifeye hizmet etmek için İslam’a hizmet etmek için, nizam-ı âlem çerçevesinde İslam düzenini inşa etmek için seyahate başlayan, göçe başlayan Asya steplerinden gelen o kavimler, Türkmen boyları dili de getirdiler. Selçuklu İran’a geldiğinde, İran’da Büyük Selçuklu kurulduğunda zaten Farsça konuşuluyordu. Herhangi bir şey yaşanmadı ama ne zaman ki Alparslan ile birlikte Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı ve politikası uygulandı işte o zaman Asya’dan buraya doğru akın akın Türk boyları gelmeye başladı. Türk boylarıyla birlikte dil de geldi, dili de taşıdılar. Türk boylarının iki şekilde geldiğine tanık oluyoruz. Birincisi, bir beyin etrafında geliyorlar. Bey ve avanesi… Beyin çevresi… Bunların arasında baksı, ozan dediğimiz kişiler vardı. Bunlar kopuzla ya da o dönemki çalgılarla çalıp söyleyen insanlardı. Şarkılarını, türkülerini de alıp getirdiler. Ama bir başka göç daha vardı ki bu beylerin dışında gelen göçtür. Ömer Lütfi Barkan’ın Kolonizatör Türk Dervişleri makalesinin belki bir öncesine gidip buna bakmak lazım. O da nedir? Buraya dervişler de gelmiştir. Yani bir mürşit, bir kâmil insan; müritlerini, talebelerini toplayıp geldi.
İrfan göçü.
Hah, yani sadece beyler göçmedi. Arifler de göçtü. Ve arifler de muhiplerini toplayarak göç etti. İlginçtir, mesela Anadolu’ya Alparslan’dan önce bir kâmil insan geldi. Anadolu’nun kapısını biz Alparslan açtı biliyoruz ya. Sultan Alparslan’a kapıyı açan da Hasan Harakani hazretleridir. Alparslan’dan bir 50 yıl önce geldi ve hazırladı burayı. Toprağı işledi Alparslan’a. Kars’a geldi ve şu anda türbesi orada biliyorsunuz.
Türkçenin en başat kurucularından birkaç isim verebilir misiniz?
Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Âşık Paşa ve Süleyman Çelebi. Dört tane yeter. Bunların her birisi bir köşe taşıdır. Her birisi kurucudur. Bunların hiçbirisi olmasa sadece Yunus olsa Türkçe yine kurulurdu. Yunus ayrı bir şey. Yunus’a insan âşık olur. Benim iki tane dostum var. Herkesin onlarla dost olmasını isterim. Biri Farsça söyledi, ötekisi Türkçe söyledi. Bu topraklarda söyledi. Ne zaman bir derde düşsem bu ikisi ile halleşirim, dertleşirim. Biri Mevlâna Celaleddin Rumi diğeri Yunus Emre. Canım sıkılınca açıyorum Mesneviden bir bölüm, takma kafana diyorum, geçiyorum.
Peki, doğrudan sorarsak; Ahmed Yesevi ne yaptı?
Sadece Türkçeyi hakikat dili haline getirmedi, Türk İslam düşüncesinin eksenini de belirledi. Şunu demek istiyorum. Bizim düşünce eksenimizin bir miğferi var. Üçgen biçiminde… Merkezinde Hazreti Muhammed var. Buna hakikati Muhammediye diyoruz. Bunun başında Ebu Hanife var. Hukuk olmadan düzen olmaz. Kamusal düzeni oluşturamazsınız. Zihniyet olarak Maturidi var. Ama irfanımız, hakikat diliyle bizi buluşturan diğer köşede de pirimiz Ahmed Yesevi var. Piri Türkistan. Düşünce üçgeni diyorum ben buna. Bu üç isim önemlidir ama merkezde de peygamberimiz vardır. Hakikate giden kapı Hazreti Peygamberin kapısından geçer. O kapıya uğramayan ya da o pencereden bakmayan hiç kimse bu dünya hayatında kendini Müslümanca inşa edemez. Şimdi Muhammedsiz İslam, haşa, Kur’an Müslümanlığı gibi bir kısım tabirlerle gençlerimizi ifal ediyorlar. Ahmed Yesevi bunu yaptı işte. Eksenimiz hazreti peygamberdir. Duruş yerimiz odur. Pergelin merkezi hazreti peygamberin sünnet-i seniyyesidir. Ahmed Yesevi bize bunu öğretti. Kuruculuk budur. Dünyamızı inşa etti.
Yunus’un yaptığı nedir?
Ahmed Yesevi’nin ortaya koyduğu perspektifi Anadolu insanının idrakine sunmaktır. Taşıyıcı bir şahsiyet Yunus. Türkçe’nin süt dişi diyoruz ama asıl kurucu Ahmed Yesevi’dir. Yunus, onu Anadolu coğrafyasında yeniden yoğurarak bize sunan adamdır. Taşıyıcı olmak kolay değil. O yüzden elimize kalemi her aldığımızda, o kalemle bir şey taşındığını bilip besmelesiz yazmamamız gerekir. Gözyaşıyla yazarsınız. Yunus gözyaşıyla yazdı. Yunus’u ayrı sevmek lazım. Bugün maalesef Yunus’u da okutamıyoruz. Yunus’un söylediği şeylerin manasını idrak etsek. Yani “cennet cennet dedikleri” hala oraya takılıyor mollalar. Yahu esas olan cennet değil, cemali görmektir. Onu da ancak buradaki çalışmalarımızla görebiliriz. Yunus budur. Yunus büyük bir kapıdır. Ve bu kapıdan içeri girdiğinizde Ahmed Yesevi’yi bulursunuz.
Peki, Âşık Paşa?
Aşık Paşa Garipname’yi yazdı. Garipname’yi okumadan Osmanlı’nın zihniyetini anlayamazsınız. Garipname, Osmanlı zihniyetini inşa eden kitaptır. Âşık Paşa bunu yaptı. Babailer İsyanı’ndaki Baba İlyas Horasani’nin torunudur Âşık Paşa. Babailiği heterodoksi gibi gösterenler Osmanlı’yı anlayamazlar. Orada başka bir şey var. Oraya girmeyelim şimdi. Ama isyandan sonra ailenin hepsi hemen hemen idam edildi, sürgüne gönderildi. Köylülerden birisi Baba İlyas Horasani’nin evlatlarından birini sakladı. Aşık Paşa onun evladıdır. Aşıkpaşazade diye bilinen tarihçimiz de Aşık Paşa’nın çocuğudur. Osmanlı’nın zihinsel dünyasını, tarihini inşa eden isimlerdir.
- Peki, bu Garipname’de ne anlatılıyor? Çok güzel bir baskısı oldu, Dil Kurumu bastı. Maalesef önceki basımlarda, Bedri Noyan Dedebaba’nın hazırladığında, bazı bölümler çıkarılmıştır. Aşık Paşa’yı belirli bir kesime mal etmek için bazı bölümler çıkarılmış. Oysa Kemal Yavuz hocanın hazırladığı eserde bir bütün olarak hepsi yayınlandı. Bu dünya hayatını nasıl daha iyi anlamlandırabiliriz? Nasıl daha iyi insan olabiliriz? Bu soruları cevaplar Garipname.
Fasıl fasıl bir mesnevidir. Ve her cevabını da bir ayete ya da hadise dayandırır. Bir bakıma manzum hadis şerhi ve tefsir gibidir. Bu kitap pek çok kitabın yazılmasına vesile oldu. Süleyman Çelebi’nin mevlidinde de Garipname’den eserler var. Gelenekte pek zikredilmez. Falancanın filancanın denilmez. Ama Vesilet-ün Necat’ın kaynaklarından biridir Garipname.
Ya Süleyman Çelebi…
Süleyman Çelebi bizim ikinci kurucumuzdur. Yani Fetret Dönemi… Timur’la birlikte Osmanlı bitti. Fetret dönemlerinde bunalım dönemlerinde hep bir kurtarıcı çıkar. Mehdilik ve Mesihlik iddiasında bulunan insanlar çıkar. Şeyh Bedrettin mesela o dönemde çıktı. Daha başkaları da var. Çok Mesihlik akımı çıktı ortaya. Ve bu akımdan etkilenen bir vaiz Ulu Cami’de konuşurken Hazreti İsa’nın daha üstün olduğunu ihsas etmeye çalıştı. Üstün olan İsa’dır çünkü İsa’nın doğumu olağanüstüdür, düşüncesiyle bazı ayetlere de yanlış tefsirler vererek anlattı. Oysa üstün olan Hazreti Muhammed’dir, Hatem-ül Enbiya’dır. Süleyman Çelebi bunu duyunca… Mevlid’deki ilk beyit nedir biliyor musunuz?
Ölmeyüb İsa göğe bulduğu yol, Ümmetinden olmak için idi ol.
Ve mevlidi yazdı. O bir mehdiyyet kitabıdır. Mehdilik iddiasında bulunanlara “Hayır kardeşim, mehdi Hz. Peygamber’in manevi şahsiyetidir” demiştir. Hz. Peygamber’in manevi şahsiyeti nedir, Kur’an’dır, sünnettir. Onunla biz yeniden dirileceğiz mesajı verdi. O yüzden de adını Vesilet-ün Necat koydu. Ve kitabın yazıldı günler Çelebi Mehmed birliği ve dirliği tesis etti. O yüzden Süleyman Çelebi’nin Vesilet-ün Necat’ı yalnızca edebiyatımızda mevlit türünü kuran bir eser değildir. Aynı zamanda devleti de yeniden kurmuştur. Şu anda neden Mevlit’in hakkında ileri geri konuşuyorlar. Popülermiş, basitmiş. Anlamadıkları için. İdrak etseler, devlet kurmak ne demek, dirlik sağlamak ne demek bilseler o zaman birbirini kırmaz insanlar. Din adına çıkıp da birbirleri hakkında ileri geri konuşmazlar. Sokak ağzıyla konuşmazlar. Süleyman Çelebi, bir ahlak öğretiyor, ahlak-ı Muhammedî öğretiyor bize. Ancak onunla kurtuluşa ereriz, mevlidin özü budur. Miraç var orada biliyorsunuz. Bir de manevi miraç var. Onu idrak et, bir yüksel mânen. Ancak terakki eden insanlar topluma yön verirler. Kemale erenler… Mevlid, bize kemale ermenin yolunun tıpkı Ahmed Yesevi’de olduğu gibi Hz. Peygamberi anlamakla olacağını söylüyor.
Türkçemizin Selçuklu’dan Cumhuriyet’e geçirdiği serüvene bakarsak dilimizin en verimli dönemleri hangi dönemlerdir sizce? Bunda o dönemde dil ile kurulan ilişkinin ve dile yüklenen misyonun etkisi nedir?
Ben Türk Edebiyatı’nı dönemlendiriyorum. Bunu yaparken siyasi hadiselerin edebiyata sanata etki ettiğini düşünerek yapıyorum. Maalesef bizim edebiyat tarihlerinde kronoloji esas alınır. Oysa tarih bölümlendirmeyle anlaşılır. Toplumları etkileyen hadiseler vardır. Sanatkâr da çağının insanıdır ve çağına tanıklık eder. Ben bunun için bir deneme yaptım. İtiraz edenler olabilir, tartışılır. Üç aşama var. Kuruluş, ilk dönem, Kutadgu Biligler vs. Orta dönemde, Anadolu Selçuklu ve devamındaki beylikler ve Osmanlı. En çok Türkçe kitap beylikler döneminde yazıldı. Celalin içerisine Allah, cemali saklıyor. Fetret dönemleri bu bakımdan zengin olmuştur.
Derlenip toparlanma sadece sözlü kültürle olmaz, kaynakla buluşmak lazım. Bu sebeple tercüme faaliyetleri artmıştır. Sonra Osmanlı kuruluş dönemi, bu dönem İstanbul’un fethine kadar sürer aslında. Fetihten sonra Osmanlı artık kendine güvenen sistemi olan bir devlet haline gelmiştir. Osman Gazi’den Fatih’e kadar olan dönemde ahlak ve tarih kitapları görüyoruz. İran’dan birtakım tercümeler var. Fatih’ten sonra ise Lale devrine kadar artık klasik dönem var. Sadece matbaa gelmedi Lale devrinde; Batı’nın sürekli neşriyat yaptığı, ilmini geliştirdiği dönemde yeni tercüme faaliyetleri ortaya çıktı. Nedim sadece sıradan şuh bir şair değil, aynı zamanda âlim ve mütercim. Sonrasında bu tercümelerin anlaşılması için mahallileşme cereyanı başladı. Bu arayışlar Tanzimat’a kadar devam etti. Orada yeni bir kapı açıldı. Tanzimat başlangıçtır. Bununla birlikte biz yeni edebiyata da girmiş olduk. Yeni edebiyatı oradan başlatmak lazım. Bu kısa bölümlendirmeyle şunu ifade etmek istedim. En çok eserin üretildiği dönem bu klasik dönemdir. Yani İstanbul’un fethinden sonraki dönem. İstanbul’un alınması demek, klasik Yunan kültürünün de bize tevarüs etmesi demektir. Sadece müesseseler değil zihniyet de intikal etti tabii. Klasikleşme o zaman başladı. Ve İstanbul bir cazibe merkezi oldu. Doğu ile Batı’yı buluşturan yer. İki medeniyetin birleştiği yer. İran’dan, Turan’dan kalkıp gelenler oldu. Sonrasında özgüvenimiz arttı, dilimiz giriftleşmeye başladı. Buna sebep olan bir başka hadise de anlaşılması güç eserlerin popülerleşmesi. Sebk-i Hindi akımı yerleşti. Örtük, kapalı mana popülerleşti. Böylece dil girift hale geldi. Lale devri bunun bir aks-ül amelidir. Bu dili çözelim diye düşünülmüştür. Fakat bu Sebk-i Hindi, İran ve Hindistan ile alakalı bir şey. Bize temas eden bir yönü olmamalı.
Türk düşüncesi neden büyük oranda manzum olarak ortaya konuldu? Bunda sözlü kültürün etkisi nedir ve bunun bir sebebi var mı?
İki sebebi var. Baktığınız zaman herkes kitap okuyamıyor. Kitap, mecliste okunur. Kitabı bir kişi okumaz. Tekkede okunur, odada okunur, mecliste okunur. Okuma yazma bilmeyenler de onu dinleyip ezberlerler. Burada özellikle manzum olan eserlerin ezberlenmesi daha kolaydır. Onlar akılda kalır. Manzume taşınması kolay bir şeydir. Bilgisayar taşımak yerine flash-disk taşımak gibidir. Düşüncemizi manzum yazmamızın bir sebebi de Kur’an’dır. Bizim sanatımızın kurucu merkezi Kur’an’dır. Sadece fıkıh, tefsir, kelam kurmaz Kur’an. Kur’an manzumdur. Tahkiyeler vardır içinde. Tanpınar mesela; “Bizde düzyazı yok çünkü resim yok” der. Bizde düz yazının olmamasına sebep olan şey Kur’an’dır. Resim düzdür, aynıdır, ama minyatürde boyut değişir. Her dönem onu farklı yorumlayabilirsiniz. Yani Kur’an’la birlikte bize sunulan bir estetik perspektif var. Sanat zaten taklit etmektir. Allah’ı taklit ediyoruz. Allah her an yaratıyor. Yaratma devam ediyor. Dolayısıyla şiiri de her dönem yorumlayabilirsiniz. Ama Batı’da resmin ya da düzyazının yaygın olması mümkündür zira tanrı yarattı ve kenara çekildi anlayışı hâkimdir. Mesnevi yazıldı, her dönemde şerh edilir. Yunus da öyle… Her dönem şerh edilir. Özetle iki unsur var; birincisi taşıyıcı unsur, ikincisi estetik perspektif.
Benim canımı sıkan şeylerden birisi bizde felsefe yok diyorlar. Fuat Köprülü gibi Adnan Adıvar da bir paradigma oluşturdu. “Osmanlı Türklerinde İlim” diye bir kitabı var. Önemli bir kitaptır ama bizde ilim yoktur diye bu kitabı yazmaya başladı. Sonra gördü ki var. Yani modern bilimden yola çıkarak 13 - 14. Yüzyılın bilimini tenkit etmek anakronizme kaçmaktır. Bu benim gerçekten rahatsız olduğum bir konu. Bilim tarihine çok çalışmak lazım. Allah ömrünü bereketlendirsin Fuat Sezgin birtakım paradigmaları değiştirmeyi başardı. Bizde felsefe yok dediler. Doğru. Çünkü biz filozof diye nitelendirmedik insanlarımızı. Bizde hekim var. Hikmet var. Hikmet şiirdir, sanattır ve felsefedir aynı zamanda. Yunanı biliyor bizim şairimiz, Aristo’yu biliyor. Hindi de biliyor. Medine-tül Fazıla’yı yazmış bir geleneğin çocuklarıyız. Nasıl felsefe olmaz? Bizim şiirimiz, bizim felsefemizdir.
Modernizmle beraber gelişen şartlarda, şairlerimizin Batı’ya karşı kendisini konumlandırdığı yer ile klasik dönem şairlerinin Batı’ya ya da “öteki”ne karşı kendisini konumlandırdığı yeri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mesela hemen klasik şiirden örnek verelim. Kadı Burhaneddin kadılıktan devlet adamlığına çıktı ve Eratna beyi oldu ama şair aynı zamanda. Bir ideali var. Sivas’ı Tebriz’den dahi iyi yapmak istiyor. Tebriz kültür, ilim merkezi idi o dönemde. O sebeple örnek alınıyordu. Şehri mamur etme hedefi var. Yenik değildi. Daha ileriyi hedeflemişti. Mesela Ahmedi kendinden önceki şairleri taklitçilikle suçlar; “Biz kendi şiirimizi söylemeliyiz” der. Modern zamana gelince, bizde şiirde ilk tercümeyi yapan Şinasi’dir. Bize yeni yeni konular getirdi. Sistem olarak aruzu, kafiyeyi, gazeli kullandı ama muhtevayı değiştirdi. Abdülhak Hamit de öyle yaptı. Muhteva biraz şahsileşti. Bir kişi, bir şahıs etrafına geldi. Soyuttan somuta indi. Artık fotoğrafı çekilen, tablosu yapılan bir şiir oluşmaya başladı. Bu oluşurken de Ahmedi gibi davranmadılar. Reddi miras yaptılar. Şiir ancak Paris’te yazılır dediler. Salah Birsel mesela, Paris’e gitmeyeni aydın saymayan bir adam. Şiir yalnızca batıda olur diyorlar mesela. Yenik aydın dememin sebebi bu. Şu olsaydı ki geleneğimiz hep bunu yaptı: Aldı ve dönüştürdü. Ama son dönemde sadece tercüme ile yetinildi.
Biz bu özgüveni nasıl kaybettik?
Çok ağır bir soru. Eskiye gitmek lazım belki. Medreselere gitmek lazım. Fen bilimlerinin dışlanması ve zaman içerisinde medresenin içine kapanık bir tip yetiştirmesi bunun bir aks-ül ameli olabilir. Ama buradan yeni bir sohbet başlar.
Peki, o dönemde artık şiiri Batı’da gören kişiler neden sizin buradan baktığınız gibi Yunus’a bakamıyor?
Çünkü Yunus’u tanımıyorlar, anlamıyorlar. Yunus ile ilgili ilk yazıyı yazanlardan birisi Rıza Tevfik’tir. Ama onun anlattığı Yunus, Bursa’ya gelen Emir Sultan’ın dervişi âşık Yunus’tur. Yunus’la ilk hatırı sayılır çalışmayı Fuat Köprülü yaptı.
Yani Yunus’u yakın zamana kadar kaybetmiştik.
Tekke’de vardı ama ilahi olarak vardı. Yunus kimdir, bunu tezkirelerde bile doğru düzgün bulamazsınız. Cumhuriyet döneminin faydalı yönleri de oldu. Yani modern batı biliminin bize usul olarak kazandırdıkları oldu. Alalım; hikmet müminin yitiğidir. Ama onu dönüştürelim. Bu, bir dil kurmamızı sağlar. Dil kuramazsak zamanın ruhunu kaçırırız. Bu hukukla da dille de sanatla da alakalı.
- İsmail Raci el-Faruki mesela… İslam Kültür Atlası’nda bunu çok güzel anlatıyor. Medeniyet potasında eritmekten bahsediyor. Nurettin Topçu da benzer şeylerden bahsediyor. Bizim yolumuz tektir. Vahdet yoludur. Diğer yollardan alıp kendi yolumu sağlamlaştırırım.
Sizce Türkçe hâlâ inşa edilen bir dil midir?
Evet, dil kendini tazeler ve sürekli yenilenir. Ama olması gerektiği gibi mi emin değilim. Dil şiirle inşa edilir. Öyküyle veya romanla değil. Biraz ağır oldu ama olsun. Hikâyeyle bir şeyi betimlersiniz. Üzerine düşünmezsiniz. Hikâyeyi okuruz, zevk alırız, oradan bir şeyler kazanır yolumuza devam ederiz. Ama şiir öyle değil.
Çünkü Yunus’u tanımıyorlar, anlamıyorlar. Yunus ile ilgili ilk yazıyı yazanlardan birisi Rıza Tevfik’tir. Ama onun anlattığı Yunus, Bursa’ya gelen Emir Sultan’ın dervişi âşık Yunus’tur. Yunus’la ilk hatırı sayılır çalışmayı Fuat Köprülü yaptı.
Yunus’u şurada okuyayım bir şey çıkartırım, başka yerde okuyayım başka bir şey çıkartırım. Yunus’u anlamak için dört şekilde bakmak gerekir. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat kapılarını teker teker açarak bakarsak ancak anlayabiliriz Yunus’u. Yani şair bir şey söylediği zaman onu sarar sarmalar. Matruşka gibidir. Bir manayı çıkartırsınız, arkasından diğeri, arkasından diğeri çıkar. Yunus üzerine çokça çalışmalar var. Mesela hümanist birisi bakıyor ve Yunus hümanisttir diyor. Yanlış mı söylüyor. Hayır. Ama yanlışı nerede? Hümanizm ne zaman çıktı, Yunus bunları kaç asır önce söyledi. Mesela Marksist ideolojiyle bakanlar var Yunus’a. Onlar da Yunus’u proletaryaya karşı durmuş bir adam gibi görür. Böyle bir Yunus da var, evet. Bir başkası bakar Molla Kasım’lık yapar, cenneti inkâr ediyor der. Herkes bir şey söyler. Bunlar Yunus’u anlıyorlar ama çok eksik. Üzerine çalıştıkça okuma yaptıkça açar kendini size Yunus. Manalar derinleşmeye başlar git gide.
Türkçeyi yeniden kurmak ve geliştirmek için ne yapılmalı?
İki şey yapmak durumundayız. Birincisi, geleneksel şiir damarlarımızı yeniden keşfetmemiz lazım. Su kaynaklarımıza tekrar ulaşmalıyız. Mesela bizim Ketebe’de yaptığımız “Türkçeyi Kuranlar” projesinde, metinle okuyucu arasına girmiyoruz. Yalnızca sözlük manalarını veriyoruz kelimelerin. Okuyucu şiirin lezzetini alsın istiyoruz. Metni yorumlamak, kendi anladığımızı okuyucuya sunmaktır. Biz istiyoruz ki okuyucu kendi o damara ulaşsın. Tadını alsın. Özetle, kendi hikâyelerimizi, kendi şiir damarımızı keşfetmemiz lazım. Acaib-ül Mahlukat’ı yeniden keşfetmemiz lazım. İkincisi ise zamanın ruhuna uygun, dil birikimi ile şiirimizi canlandırmamız lazım. Şiirle sanatla edebiyatla uğraşmanın boş iş olmadığının farkına varmamız lazım. Evet, şiir karın doyurmuyor. Geçim sağlayamıyor. Ama dili yeniden inşa etmenin yolu şiirden geçiyor.
Yeniden bilim dili açısından ne dersiniz?
Tercümeler yapıldı… Bilim dilinin Türkçeleştirilmesi konusu Tanzimat’tan bu yana temel konudur. Bununla ilgili meşrutiyet döneminde bir encümen kuruldu. Özellikle sosyoloji, psikoloji bilimlerinin kavramlarının Türkçeleştirilmesi için. Fakat sonuçları itibariyle verimli olmadı. Bunun devamı niteliğinde Dil Kurumu kuruldu. Fakat dil kurumu ahalinin dilini dönüştürmek yerine, kültürel kodlarımıza dokunmak yerine bilim dilini Türkçeleştirebilseydi, bugün beşerî bilimlerde çok önemli bir yere gelebilirdik. Ama maalesef siyasi bir malzeme haline geldi dil. Ve bu siyasi malzeme dili değiştirerek insanı değiştirebileceğimizi, yani kültürel dönüşümün ancak dille olacağını düşünerek müdahaleler yapıldı. Ve biz bilim dilini oluşturamadık.
İki dil ortaya çıkıyor, birincisi yeni tercüme dil, ikincisi muhafazakâr dil. Bu tercüme dil sebebiyle anlaşılmayan psikoloji, sosyoloji kitapları yazıldı. Bu badireden kurtulmamız lazım. Bu süreç düşüncemizin önüne set çekti. Şimdi olması gereken; komplekse kapılmadan cari olan dili kullanmamız. Katı muhafazakârlık ve katı yenilikçilik terkedilmeli. Meydanda buluşmalıyız. Elbette, önce özgüven duymalıyız. Başkasını bizim olana dönüştürmeliyiz. Mümtaz Turhan ve Erol Güngör çok güzel anlattı bu meseleyi. Gençlerin bu isimleri tanıması lazım. Okuması lazım. Milli ve yerli dile dönmemiz lazım. Edilgen değil, eden akıl olmalıyız. Yeni tabirle yaratıcı, üreten aklı öne çıkarmalıyız.