Asya'nın kutbu Ebu Sa'id Ebü'l-Hayr

Er dediğin güler yüzlü; ama yüreği yanık olmalı Böylesi erler çok az bulunur.
Er dediğin güler yüzlü; ama yüreği yanık olmalı Böylesi erler çok az bulunur.

Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr, Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî’nin öncülüdür. Diğer bir ifadeyle o, Mevlânâ’nın bilhassa rubai tarzında üstadı olarak anılabilir. Nitekim Mevlânâ’ya atfedilen pek çok rubai, esası itibarıyla Ebû Sa’îd’indir. Mesela Mevlânâ adına yapılan konuşmalarda ve yazılarda sıkça karşımıza çıkan “gel” redifli rubai, esasında Ebû Sa’îd’e aittir.

Bir mecliste oturuyorlardı. Orada bulunan canlardan biri sordu: “Ey Şeyh! Namazda ellerimizi nerede bağlayalım?”Şeyh, “Eli gönle, gönlü izzet ve celâl sahibi Hakk’a bağla.”

Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr, Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî’nin öncülüdür. Diğer bir ifadeyle, o, Mevlânâ’nın bilhassa rubai tarzında üstadı olarak anılabilir. Nitekim Mevlânâ’ya atfedilen pek çok rubai, esası itibarıyla Ebû Sa’îd’indir.


Eli gönle bağlamak… Gönlü Hakk’a bağlamak! Namazın aslî gayesi budur: Hakk’a yönelmek, Hakk’a bağlanmak. Bu nasıl olacak? Başlangıç tekbiriyle, bütün dünyalık şeyleri geride bırakarak; elini, yani gücünü, kuvvetini, aklını ve iradeni Hakk’a teslim ederek. Bize bu hakikati telkin eden büyük ruhlardan biri, dervişin sorusuna cevap veren bilge “Asya’nın Kutbu” yahut “Doğu’nun Büyük Bilgesi” olarak da anmak mümkün olan Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr (ö. 1049)’dır.

Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr, Türkmenistan’ın Merv şehrinin güneybatısındaki Meyhene’de doğmuştur. Ömrü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçmiş olan Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr, başta Merv olmak üzere, Serahs ve Nişabur gibi yaşadığı dönemin önemli şehirlerinde bulunmuştur. Ebû’l-hayr, çoğu eğitim amaçlı uğradığı bu şehirlerde Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed al-Hazrî, Şeyh Ebû’l-fazl ve Ebû Abdurrahman es-Sulemî gibi bilge şahsiyetlerin oluşturduğu irfâni çevrelerle tanışma ve onların meclislerinde bulunma fırsatını yakalamıştır. Uğradığı her şehir, onun yeni bir irfânî muhit içerisinde bulunmasını sağlamıştır. Bu ise, onun farklı meşrep ve tatları görüp idrak etmesine imkân vermiştir. Böylece onun estetik duyarlılığı gelişmiş, şiir ve sanatta derinleşmiş, zengin ve derin düşüncelere ulaşmış ve kısa zamanda İslam dünyasının en çok tanınan bilgesi olmuştur.

Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr türbesi.
Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr türbesi.

Daha evvel Türkmenistan’da hakkında yapılan bir ilmi toplantıya katılmış; yaşadığı ve türbesinin bulunduğu Mehene şehrini ziyaret ederek Sultan Sencer’in yaptırdığı türbeyi ve civarındaki eserleri inceleme imkânı bulmuştum. Bu yolculuktan mülhem kaleme aldığım “Mehne Baba’nın Huzurunda” başlıklı yazıyı Şehir Hayat ve Derviş kitabında yayımlamıştım. Orada sunduğum “Bilge ve Şehir” başlıklı tebliği ise, Şiir ve İrfan kitabından okumak mümkündür. Bu iki yazıda da temel kaynak, Muhammed İbn. Münevver’in Tevhidin Sırları adıyla Türkçe’ye de kazandırılan Esrâru’t-Tevhîd (Çev: Süleyman Uludağ, İstanbul, 2004) isimli eseridir. Daha sonra rubailerinden seçmeler de yayımlanmıştır. Bu rubailer okunduğunda şu görülecektir: Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr, Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî’nin öncülüdür. Diğer bir ifadeyle, o, Mevlânâ’nın bilhassa rubai tarzında üstadı olarak anılabilir. Nitekim Mevlânâ’ya atfedilen pek çok rubai, esası itibarıyla Ebû Sa’îd’indir. Mesela Mevlânâ adına yapılan konuşmalarda ve yazılarda sıkça karşımıza çıkan “gel” redifli rubai, esasında Ebû Sa’îd’e aittir.

  • Yine gel, yine gel; ne olursan ol, yine gel
  • Kâfir, ateşperest, putperest olsan da yine gel
  • Bizim dergâhımız değildir umutsuzluk dergâhı
  • Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel

Asya’nın kutbu nitelendirmesi, bize ait bir nitelemedir. Hakikaten Asya’nın kutbudur; sözü, sohbeti, rubaileri, tavır ve davranışlarıyla Asya’nın o uçsuz bucaksız Karakum çöllerini yaşanılır hâle getiren bir Türkmen kocasıdır. Rivayet ederler ki bir gün büyük filozof İbn-i Sinâ, büyük mutasavvıf Ebû Sa’îd Ebü’l-Hayr’a tesadüf eder; oturur konuşur, hâlleşirler… Bir zaman sonra ayrılırlar. İbn-i Sinâ yanındaki talebelere dönerek şunu söyler: “Benim bildiğimi o görüyor.”Ebû Sa’îd de dostlarına şunu söylemiş: “Benim gördüğümü o biliyor.” Hikmetle irfânın yakınlığına atıfta bulunmak için bu kıssa eski kaynaklarda hep anlatılır. Görmek, ayne’l-yakîn bilgiye ermektir.

Onun hayatına ilişkin bazı malumatları burada yeniden hatırlayalım: Asıl adı Fadlullah olan Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr, derviş meşrep bir aile ortamında 967 yılında Mehene’de doğmuş. Babası yaşadıkları şehirde aktarlık yapan ve dönemin ünlü sufîsi Kasım Bişr Yâsin gibi sûfilerin meclislerinde bulunan Ahmet Efendidir. Ahmet Efendi iyiliksever bir insan olması dolayısıyla, halk tarafından Baba Ebû’l-Hayr diye anılır. Bu yüzden oğlu Fazlullah da Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr olarak tanınmıştır. Bu mütevazı aile ortamında yetişen Ebû Sa’îd, daha küçük yaşlardan itibaren sufi meclislerine katılmış, orada okunan ilahileri ezberleyerek şiir ve dil zevkini geliştirmiştir.

Ebû Sa’îd’in, erken denilecek bir yaşta eğitim ve öğretime başladığını görüyoruz. Ebû Muhammed Anezî’den Kur’an eğitimi alarak başladığı bu eğitimi, bilahare Ebû Sa’îd Anezî’nin derslerine devam ederek dil ve edebiyata dönüştürmüştür. Arap edebiyatına ilgisi de bu dönemde başlamış, rivayete göre, otuz bin beyit ezberlemiştir. Keza Ebû’l-Kasım Bişr’den İslam irfânına dair ilk dersleri almıştır. Böylesine yoğun ve gayretli bir süreç, on yedi yaşına kadar devam etmiştir. Mehene, onun hakikate ilişkin düşünce ve ufuk kazanma sürecinin de temelini teşkil eder. Burada aldığı eğitim, bulunduğu meclisler, onun hayatının ilerleyen zamanlarında, fikir ve ilim yolculuğunda belirleyici olmuştur.

İlim talebi için yola düşmek gerek

Ebû Sa’îd’in Mehene’den sonra ilk gittiği şehir, o dönemde, bilhassa dini ilimler için önemli bir merkez olan Merv’dir. O buraya, Esrâru’t-tevhid’de verilen bilgilere göre, fıkıh öğrenmek için gitmiştir. Merv’de ilk olarak Şâfî âlim Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed Hıdrî’nin ve Ebû Bekir Abdullah b. Ahmed el-Keffâl’in derslerine devam etmiştir. Daha çok fıkıh üzerindeki etütleri, beş yıl kadar sürmüştür. İslam ilkelerinin hukuki formlarını içeren fıkıh ilmi, hadis ilminde yetkinliği gerektirir. Bu sebepten o, Ebû Ali Muhammed Şıbeyî’nin de derslerine devam ederek Buhârî-i Şerîf okumuştur.

Merv şehrindeki günümüze ulaşmış şehir kalıntıları.
Merv şehrindeki günümüze ulaşmış şehir kalıntıları.

Merv, Ebû Sa’îd için ikinci bir okul olmuştur. Burada bilhassa dinin zahiri yönünü, şeklî yapısını öğrenmiştir. Tabii fıkıh, sadece zahiri yönü ihtiva etmez; bu ilmin metodik yönünü ifade eden Usûl-ı Fıkıh, bilindiği gibi sistematik düşünmeyi, mantıksal ve rasyonel çıkarımda bulunmanın yollarını ve imkânını öğreten bir ilimdir. Hadis ilmi için de benzeri bir yöntem söz konusudur; rivayet, rical ve hadis alma yolları gibi temel ilmî bakışı oluşturan yöntemlerin öğrenilmesini gerektirir. Şunu söyleyebiliriz: Ebû Sa’îd’in Meyhene’de doğması ve ilk tahsilini alması, Merv’de geleneksel İslam ilimlerinin aklî cephesini ifade eden metotları öğrenmesine imkân vermiştir.

  • Merv’de ne kadar kaldı? Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra memleketine döndü mü? Bunları bilmiyoruz; ancak otuzlu yaşlarında, bir başka şehre, Serahs’a gittiğini biliyoruz. Buraya sırf Ebû Ali Serahsî’den ilim tahsil ederek eksikliklerini tamamlamak için gelmiştir.

Ancak Serahs’ta onu bekleyen yeni bir ufuk vardır; eksik bilgileri tamamlamak değil, tamamlanmak da burada nasip olmuştur. Nitekim Lokman-ı Serahsî ve Ebû’l-Fazl Hasan Serahsî gibî sufilerin meclisinde irfânî sohbetlere kavuşmuştur. Bu sohbetler onun metot olarak, hadsî bilgiye dönmesi, kıyas gibi aklî istidlallere dayalı ilmi şeklî anlayıştan uzaklaşmasına imkân vermiştir.

Bu imkân sadece sohbetlerde bulunarak dinleme ve tefekkür yoluyla ulaşılan bilgiyi vermez. Aynı zamanda Ebû’l-Fadl’ın rehberliğinde riyâzet ve çile sürecine de girmiştir. Kırk yaşına kadar, yani Serahs’a gelmesinden takriben on yıl sonra çile ve riyazet sürecini kemale erdirerek sülûkünü tamamlamıştır.

Ebû’l-Fadl türbesi, Serahs.
Ebû’l-Fadl türbesi, Serahs.

Serahs’tan rehberi Ebû’l Fadl’ın izniyle yeniden memleketi Mehene’ye dönerek burada uzunca bir dönem münzevî bir hayat yaşadı. Bu münzevî hayatı sadece şehirde, evde geçmedi, bazen çöllerde, sahralarda, virânelerde ve harâbelerde yaşadı. Hatta anlatıldığı kadarıyla, şehirde bulunduğu dönemlerde dervişlerin hizmetinde bulundu, cami ve mescitlerin temizliğini yaptı, bazı dervişlerin ihtiyaçlarını karşılamak için, çile ve mücâhadenin bir parçası olarak telakki edilen, dilencilik yaptı. O, yaratılmış her varlığa hizmet sunmaktan geri kalmadı. Bunu yaparken, gerekirse bunca yıl eğitim ve öğrenim görerek uzmanlaştığı alanın sunduğu verili imkânlardan yararlanmak yerine bizzat yaşayarak ve her an yeniden tecrübe ederek yaptı. Nefsi tezkiye ve terakki ettirmek, hizmetle olurdu, hizmet etti; vermekle olurdu, verdi; irfânî anlamda ölüp, yeniden dirilmekle olurdu, öldü ve dirildi... Bütün bunları yaparken, tefekkür, müşâhade ve mürâkabe gibi hadsî bilginin kaynaklarına dalmaktan da geri kalmadı.

Bütün bu anlatılanlar, esasen içe doğru yolculuktu. Serahs’ta rehberinin huzurunda bu yolculuğun metotlarını öğrenmişti, Mehene’de bunları bizzat uygulama imkânına kavuştu. Sonuçta ulaştığı tecrübelerle yeniden Serahs’a dönerek rehberinin huzuruna arınmış ve pek çok yolu denemiş bir kâmil insan olarak çıktı. Burada rehberi Ebû’l-Fadl’ın işaretiyle yeniden yola koyularak Nişâbur’a gitti.

Ebû Sâid döneminin en önemli ilim ve irfan merkezlerinden biri olan Nişâbur’a rehberi Ebû’l-Fadl’ın işaretiyle irfânî yolculuğunu bütün yönleriyle tamamlamak için gitti. Çünkü burada ünlü sufî düşünür ve müfessir Ebû Abdurrahman Sülemî vardı. Kısa bir süre de olsa Nişâbur’a, Sülemî’yi ziyaret ve ondan feyz almak için gelmiş ve ondan teberrük hırkası giymiştir.

Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr anıtı, Nişabur.
Ebû Sa’îd Ebû’l-Hayr anıtı, Nişabur.

Nişâbur’dan tekrar asıl vatanına dönmüştür. Ancak hâlâ hakîkate ulaşamadığı kanaatiyle kendini riyâzete ve meşakkatli bir mücahedeye vermiştir. Mehene, Baverd, Serahs ve Merv sahralarında geçen uzun bir çile süreci bir türlü tamamlanmamıştır. Nitekim ünlü sufî Ebû’l-Abbas Kassab’ı ziyaret ederek ondan kafasındaki bazı sorulara cevap almak için Amül’e gitti. Bu yolculuk sürecinde Esterabadlı Ebû’l-Hasan Müsennâ ile karşılaşarak onun irfânî öğretilerine ilişkin bilgiler aldı.

Ebû’l-Abbas Kassab, Ebû Sa’îd’in irfânî yolculuğunda önemli köşe taşlarından biridir. Ebû Sa’îd, ondan “mutlak şeyh” diye bahseder.

Belki de Ebû Sad’i öğretilerinde en etkili olan şahsiyetlerden birisi bu olsa gerektir. Her ne ise, Amul’de bir iki sene kalıp “hırka-ı teberrük” giydikten sonra tekrar memleketine dönmüştür. Artık bu dönüş; büyük oranda arayışları bitmiş, zihninde soruları cevaplandırmış ve kalbî huzura ulaşmış bir mürşidin dönüşüdür. Dolayısıyla yolu tamamlayan bir rehber olarak yeni yolcuların gönül ve akıl dünyalarında yapacakları yolculuğa rehberlik etmeye başlamıştır.

Ulaştığı bu yeni hayata rağmen onun Türkistan bölgesindeki yolculukları bir türlü nihayete ermemiştir. Nitekim daha sonra çeşitli zamanlarda Serahs’a gidip gelmesinden başka, Tus ve Nişâbur’a gittiğine tanık olmaktayız. Bu bakımdan onu bir “gezgin bilge” olarak nitelemek mümkündür. Gezgindir; hem zâhirde, hem de bâtında gezgin. Durup dinlenmek bilmeyen uzun ve meşakkatli çile yıllarında iç âleminde yaptığı yolculuklara (bâtınî yolculuk) paralel olarak, gerek eğitim ve gerekse başka amaçlara matuf olarak pek çok şehre uğradığı (zâhiri yolculuk) bir gerçektir.

Kısa bir süre Tus’ta irfânî sohbetler etmiş ise de, ellili yıllarda gelip uzunca bir dönem kaldığı Nişâbur’daki hizmetleriyle ün kazanmıştır. Nişâbur’a gelişinde oradaki sufi çevreler tarafından adeta bir tören havası içerisinde karşılanmış ve Ebû Ali Tarsusi hangâhına yerleşmiştir. Tabi Nişâbur, tasavvuf ve ilim tarihi açısından bakıldığında, o dönem açısından melâmetin merkezlerinden birisidir. Melâmet, ahlâkî bir kısım değerlendirmelerle izah edilebilir; ama en önemlisi varlığa ve tevhide yüklediği anlamla öne çıkan bir meşreptir. Varlık, melâmetî düşüncede tekdir; Ebû Sa’îd’in ifadesiyle, “her şey O’dur” (Heme ost). Dolayısıyla sohbetlerinde dile getirdiği bu gibi görüşleri ilgi uyandırmış, düzenlediği zikir meclisleri, semalar ve söylediği şiirleriyle kısa zamanda Nişâbur’da geniş bir muhit oluşturmuştur.

  • Bir sohbetinde mürşidi Ebu’l-Kâsım Bişr’in ona söylediği şu nükteyi nakletmiştir:
  • “Er dediğin güler yüzlü; ama yüreği yanık olmalı Böylesi erler çok az bulunur”

Tevhidin Sırları’nı ve rubaileri okuduğunuzda şunu görüyorsunuz: Ebû Sa’îd, o az bulunan erlerden birdir… Güler yüzlü, ama daima dertli, daima yüreği yanık…